İşte gene yaşlandığımı hissediyorum bugünlerde. Zira bana bir dönemi anlatan bir insanı daha kaybettik.
Üniversiteydim. İstanbul Tiyatro
Festivali vardı. Bir anda apar topar oyuna götürdü arkadaşlarımdan
birileri. Şeyh Bedrettin Destanı oyunun adı. Hakkında çok şey
bilmiyorum, sadece Nazım Hikmet’in yazdığını biliyorum ve çok iyi
olduğunu duyuyorum oyunun. Sınavdan çıkmışım o gün, üstelik ders
çalışmak için sabahlamışım. Yorgunum, inşaallah bu yorgunluğuma değer
diyorum. Yerime oturuyorum, ışıklar kapanıyor, birkaç renkli loş ışık
kalıyor ancak. Ben klasik bir tiyatro oyunu bekliyorum ya, herhalde
birazdan sahneyi ışıklar aydınlatacak diyorum. Derken karanlığın
içinden, nereden geldiğini bilmediğim biçimde kuvvetli ve tok bir ses
duyuluyor, ardından heybetli bir görüntü seyircilerin arasından ortaya
çıkıyor: Tuncel Kurtiz!
İşte ben onu bu şekilde tanıdım. Ne
zaman Tuncel Kurtiz dense o tok ses ve o heybetli görüntü zihnimde
yeniden canlanır. Ve gene ne zaman bu ismi duysam, o ismin peşine
takılan onlarca anı zihnime üşüşüverir.
Ardından Selim yeni doğmuşken ve ben o
sıralar henüz tv izliyorken bir dizi başladı: Hacı. Başrolde Tuncel
Kurtiz, hevesle izledim! Derken çok sürmedi, dizi bitti. Zaten benim de
ondan sonra tv, dizi izleme dönemim bitti. Sonra Moskova’ya taşındık,
orada bir sesle tanıştım; Sema Moritz. Efsane kadınlar albümü sayısız
kez dinlediğim bir albüm oldu o sıra. Araştırıyorum merak edip Sema’yı,
bakıyorum, Tuncel Kurtiz’le çalışmışlar, hatta Şeyh Bedrettin
Destanı’nda bile biraradalar.
En son NTV’nin çok sevdiğim belgeselvari
programlarından birinde rastladım ona. Tuncel Kurtiz ve Dostları’ydı
program. Keyifle izlerdim. Üstelik çok sevdiğim yerlerde, Kaz Dağları
civarında bir evi vardı ve dostlarını orada ağırlıyordu. Derken ailecek
müptelası olduğumuz o belgesel: Life! Gene NTV’de ilk kez
yayınlandığında Tuncel Kurtiz vardı fonda. Sonra bitti!
O çok bahsedilen Ramiz Dayı’yı bilemedim
ben. Dizi, tv izleyemez olmuştum zaten. Ebussuud Efendi’yi de
bilemedim, zaten bu ismi de, bu rolü de ölümünden sonra öğrendim.
Yaşamın Kıyısında filmini de henüz izleyemedim.
Sonra ansızın gitti! Geriye Şeyh
Bedrettin Destanı kaldı, heybetli görüntüsü ve sesi kaldı, Life kaldı,
Kaz Dağları ve Hacı kaldı. Ve duyduğumdan beri boğazımda takılı bir
yumru kaldı.
Vefatından sonra iyice okudum hayatını. En çok ‘Kolayı zor, zoru kolay yaşayan adam’
adıyla yayımlanan o yazı aklımda kaldı. Bir de benim sıradan bir iş
yapar gibi gittiğim o tiyatronun meğer ne zorlu yıllara, ne zor
zamanlara denk geldiğini okuduğumda sarsıldım. Sadece iki kez
sahnelenmiş o oyun. Viyana’da Fikri Sağlar oyunu izleyip, Tuncel
Kurtiz’e istediğiniz birşey var mı, deyince bizi festivale çağırın,
diyor O da ve oyun ancak o şekilde sahneleniyor. Ondan sonra da Tuncel
Kurtiz bazen keyfi, bazen mecburi seyyahlığını bırakıp Türkiye’ye
yerleşiyor.
“Aynı yerde hiç uzun zaman kalamadım.
Bir Çingenelik var bende herhalde, gezmesini seviyorum. Hiçbir zaman
planlı çalışan bir adam da olmadım. Bir derenin içinde bir kayıktayım,
bir oraya vuruyor, bir buraya vuruyor. Ama Edremit’in o dağ köyünde
yaşamak hep vardı aklımda.”
Kim bilir, yazı dediğiniz, belki de
çocuklukta nakşoluyor insanın alnına, diyor röportajı yapan Ebru Çapa.
Zira ömrü boyunca sürekli yer değiştiren Tuncel Kurtiz, babasının görevi
dolayısıyla, ilkokulu bitirene kadar Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra,
Posof, Ayvalık, ABD’de Ann Arbor, Michigan ve Detroit’i dolaşmış bir
çocuk. Daha sonra New York, Silifke, Tarsus, Edremit, İzmir, Gediz,
Lise’de İstanbul Haydarpaşa… ardından sürekli bir yerdeğiştirme;
Almanya, Avusturya, İsveç vesaire…
Okudukça birşeyin daha farkına vardım;
Bazen seyyahlığın bir çocuk için zulüm olabileceğini düşünüp,
üzülüyorum. Oysa sırf Tuncel Kurtiz örneğine (ki daha başka pozitif
örnekler de var) bakınca bile görüyorum ki;
“Seyyahlık bir çocuk için zulüm değil, aksine büyük bir ikram ve zenginlik olabilir.” Yani, dilerim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder