Çok
küçükken dürbün getirmişti abimler eve. Ben de bilir bilmez elime alıp
dürbünü, direkt karşıma dikmiştim gözümü. Evimiz Diyarbakır Surları’nın
hemen karşısındaydı. Ve ilk gördüğüm; koca, kapkara sur taşlarının
gözümün çokça önünde, heybetle ve dehşetle durduklarıydı. Çok
ürpermiştim bu hisle. Hala da dürbünle, yahut teleskopla bakmaktan
kaçınır, ürke korka yaklaşırım bu aletlere.
New York’a
gittiğimde de bu ürpertiyi hissetmiştim yeniden. Ansızın, hazırlıksız
bir büyüklüğe yakalanmıştım birden. Zira New York City’e ayak bastığım
anda, içimde hissettiğim ilk kelime: BÜYÜK oldu. Büyüktü herşey;
haddinden fazla, hem de ölçüsüzce ve ben küçüktüm ziyadesiyle. Binalar
çok yakın ve çok büyük, köprüler çok yakın ve çok büyük, caddeler büyük,
kalabalıklar büyük, büyük, BÜYÜK işte! Göz alışınca o ürperti
kayboluyordu ama ilk izlenimim buydu benim de.
Derken
alıştım duruma ziyadesiyle. Üstelik ilk günün ardından bir hafta ara
verip öyle geri geldik şehre, hem de New York City’nin merkezine:
yerleştik Times Square’e. Otel odamızdan her an ve her dakika
izleyebiliyordum meydanı. Öyle ki; meydan ne zaman boş kalır, kırmızı
merdivenler ne zaman kapatılır, ne zaman açılır, yağmurda bir anda koca
meydan nasıl boşalır, yağmurun durmasıyla onca insan seli nasıl da hemen
oluşur, bu beyhude ve fuzuli kalabalık ve karmaşıklık nasıl buraya
hemen doluşur, temizlik hangi saatte yapılır, sandalyeler, masalar ne
zaman toplanır, işçiler nasıl olur da bunca ağır çalışır vesaire
türünden onlarca gereksiz bilgi ve -ah, o kırmızı, kaygan ve şaffaf
merdivenleri köpürten ve sonra da cırt cırtla silen ben olsaydım keşke-
türünden onlarca gereksiz düşünce edindim. 7/24 açık olan her şeyden ve
her yerden fazlasıyla hazzeden hatta içi açılan ben, neden bilmem Times
Square’i bir türlü sevmedim. Burayı gereksiz yere şişirilen, içi boş,
kof, lüzumsuz ve çok sıkıcı bir yer gibi hissettim. Zaten sonrasında
Broadway sokağında bir başka otele geçtim ve kesinlikle çok keyfettim.
Zira New York’u tepeden gören, geniş caddelerinden birine bakan,
günbatımlarını ve gündoğumlarını takip edebildiğim güzel bir odaya denk
getirilmiştim. Ve o odada ancak New York’taymışım gibi hissetmiştim.
Times
Square çeşitlilik bakımından güzeldi ve kesinlikle çok renkli bir yerdi.
Burada her ırktan ve türden insanı görmek olası idi. Ama neden bilmem
en çok Hintli turistlerin sayısı fazlaydı ve her nasılsa Japon
turistlerin sayısı da azdı. Yanısıra bu meydanda her türlü işi,
gösterişi ve şaklabanlığı yapan vardı. Firmaların, ürünlerin,
tiyatroların, müzikallerin tanıtımını yapan değişik giyimli insanlar,
güzel müzik yapan sokak müzisyenleri (ki birilerinin albümünü aldık,
harikaydı), resim yapanlar, resim satanlar, sokak sanatçıları, satıcılar
ve sayısız turist vardı. Haliyle buralarda dolanmak tam bir çilekeşlik
ve tam bir sefillikti. Hele ki buralarda değil birşeyler yemek, kahve
almaya gitmek dahi büyük işkenceydi. Meydanda son derece geniş ve güzel
bir Starbucks vardı lakin oturacak iki minik masadan başka şey yoktu. Ve
çocuklarla ayakta dikilmek elbette zordu. Oysa kahvaltı yapabildiğimiz
nadir yerlerdendi burası.
Bu
meydanın hatırladığım nadir güzel tarafı: City Tour otobüslerine ilk
duraktan binme keyfini yaşamaktı. Hele ki sabah erken saatte, pencereden
takip edip: hadi kalkın otobüs doluyor, diyerek otelden fırlamaya
çalışmak çocuklarla zorsa da gene de harikaydı. Bir de bu Meydan pek çok
yere yakındı. Misal ilk sabah, İ. kiraladığımız arabayı havaalanına
teslim etmeye gittiğinde Selim’le, ben rastgele otelden aşağıya yürümüş
ve inmiştim Central Park’ın en güzel yerine. Üstelik geri dönünce
kayboldum telaşem de yoktu, zira meydanın ışıkları bir tür pusula, bir
tür kutup yıldızıydı ve her yerden görünerek, yön yoksunu bana bile
yönümü bulduruyordu.
Bunun
dışında Times Square’de de gene Amerika’nın bende bıraktığı BÜYÜK hissi
vardı. Devasa reklam panolarını bırakın, mağazalar dahi koskocamandı.
Mesela dünyanın en büyük oyuncak mağazası: Toy’s R Us buradaydı. Ve
burada oyuncaklar, giysiler, ayakkabılar vesaireler gerçekten düşeş ve
ucuzdu. Sonradan almadıklarım için iki kat pişman oldum, zira evet
İngiltere’de de hemen hepsi vardı ama kesinlikle oraya göre çok
pahalıydı.
Meydanda
devasa bir de Disney World vardı. M&M vardı. Hershey’s çikolatacısı
vardı ve harikaydı. Giysi mağazaları hiç görmediğim kadar çok katlı ve
kocamandı. Misal American Eagle mağazası öyle büyüktü ki beni burada
sıkıntı bastı. Bir de çalışanları sık sık müşterileri taciz ediyordu.
Birgün
hava çok sıcaktı. Sıcakta direkt dağılan ben, perperişan halde bu
mağazaya girdim o günde. Amacım çocuklara şort almaktı. Çocuk katını
ararken görevlinin biri yardım ister misiniz dedi, savuşturdum derhal
kendisini. Ardından biri daha geldi. Nazikçe, hayır, teşekkürler dedim.
Baktı baktı yüzüme ve ansızın son derece sahte şekilde gözlükleriniz çok
güzel, dedi. Sanırım uzunca süre beklemesinin sebebi, iltifat edecek
birşeyler bulmak içindi ve fakat meymenetsiz yüzümde iltifat edecek
birşey bulamadığından, tepemdeki uyduruk gözlükleri sözümona beğendi.
Hiçbirşey demeden derhal ayrıldım oradan tabii ki.
Yanısıra
Forever 21 diye bir mağaza keşfettim. Sayısını bilemediğim epeyce kata
sahip devasa bir mağazaydı burası. Ve burada harika şeyler vardı ve
üstelik de herşey çok ucuzdu. Benim çok sevdiğim pudra renginden harika
şeyler yapmışlardı. Danteller, güpürler, son derece romantik esintiler
içinde yüzlerce giysi, aksesuar vesaire vardı. Herhalde eski günlerimde
olsam orada aklımı kaybederdim lakin heyhat, şişko olunca; -bence-
güzellik bende beyhude bir çaba oluyordu.
Bir akşam,
İ. : git keyfince gez, ben de çocuklarla durayım, dedi. Ben de ilk
Forever 21 mağazasına attım kendimi. Sanırım en az 1 saatimi onlarca kat
arasında geçirdim. Sepetimi doldurdum da doldurdum, sonra birden içime
bir iğrenti, tiksinti ve bulantı hissi geldi, kasaya gidemedim, herşeyi
olduğu yerde bırakıp mağazayı terkettim. İnce ince elediğim onlarca şeyi
tek kalemde sildim. Ve bir daha da o mağazaya gitmedim. Kendimle
geçireceğim New York gecesini de böylece mundar ettim.
Times
Square neticede turistik bir yerdi. Haliyle satıcısı Sultanahmet’te
turisti bunaltan satıcılar gibiydi bir nevi. Yanısıra Broadway’lerin
tanıtımları vardı. Mesela Chicago müzikalini tanıtan son derece hoş
kadınlar vardı. Ellerindeki dövizlerle Stand-up, Komedi şovlarına
çağıranlar vardı. Mickey Mouse, Minnie, Elmo, Özgürlük Heykeli, Sünger
Bob gibi bilindik tiplemeleri, giydikleri kostümlerle canlandıran ve
fotoğraf çektirmek isteyenlerden para kazananlar vardı. Üstelik bu
şahıslar Kerim gibi saftirikleri çok cezbediyordu. Meşhur çıplak kovboy
vardı. Ve bu adama ilgi çok fazlaydı. Hatta blogger buluşmasında tam
karşımıza yerleşmişti bu kovboy da nereye bakacağımızı bilememiştik.
Evet Şeyma, Seyhan ve Emine‘ciğimden
oluşan dörtlü bir toplantımız oldu bu meydanda. Ne de güzel oldu. Canım
arkadaşlarım ince ince düşünerek; onlarca hediyeyle elleri kolları
dopdolu gelerek çok mahçup etmişlerdi beni. Çocuklara gofretler, naneli
çikolatalar, türlü hediyeler; kitaplar, boyalar, organizer, nadide
fularlar, kalpli kaşıklar, çerçeveler, çok sevdiğim karlı küreler, hele
Seyhan’ım devasa bir dinozoru zor zahmet taşımıştı oraya, Emine’ciğim
enfes bir un kurabiyesi hazırlamıştı o buluşmaya, tabağını dahi bana
bıraktı ve unuttuklarım… kesinlikle o zaman keyifli bir zamandı. Oturduk
meydanda bir masaya. Şeyma’m direkt masayı kaptı. Sandalyeler alındı.
Derken Emine kahvelere koştu. Sanırsın süper planlı ve organizayonlu bir
buluşmaydı da benim dışımda herkes ne yaptığını çok iyi biliyordu. Bu
buluşma kesinlikle, Times Square ve New York’a dair çok güzel bir hatıra
olarak zihnimde kaldı.
Ve ilginç
bir anekdot: Ne yana dönsem Türkçe konuşan biriyle karşılaştım. Misalen
kırmızı merdivenlerde: şu Çinliye söyleyelim mi bizi çeksin, diyen
gençlerin Selim’in sesiyle bizi farketmeleri ve bize yönelmeleri ve
gülüşmelerimiz, Toys R Us’da; teyze koş asansör geldi, diyen küçük
çocuk, küfreden bir gençle gözgöze gelmemiz ve Selim’in anne diyen
sesiyle gencin kızarması ve mahçubiyeti, Central Park’ta gezinti yapan
faytoncuların Türk olması ve etrafta sürekli Türkçe konuşmaların
duyulması, Rockefeller Center’da fotoğraf çektirmek isteyen kızların
-demin iki yabancıya çektirdik ama fotoğrafı bir türlü beğenmedik,
lütfen bir de siz çekin- diyerek önümüze atılması ve nihayet fotoğraftan
memnun kalmaları ilginçti. Amerika’yı işgal mı etmişiz? :)
5 gün
ağırladı bizi Times Square. 3 günü Seyahat turuyla geçen 5 gün. Çoğunluk
klasik turist edasında geçen 5 gün. Haldır huldur oradan oraya
koşturduğumuz 5 gün. Sonrası biraz daha New York, biraz daha içine
girmek ve sokulmak New York’a…
İlk akşam karşımıza çıkan manzara.
Kerim’in deyimiyle sey-hat obotüsü’nden görünen meydan.
Times Square ve civarı, adını sıkça duyduğumuz onlarca şirketin de mekanı. Misal, sağdaki saatli bina; Paramount’ın binası.
Gene Kerim’i fazlasıyla cezbeden tiplemeler. Öyle ki yanlarından ayırmak epey sancılı oluyordu.
Tur
otobüslerinin düzenlediği çok çeşitli paket turları vardı. Downtown
Tour, Uptown Tour, Brooklyn Tour, Night Tour vesaire.. Ben en çok Night
Tour’u beğendim. Günbatımını yakaladığımız enfes bir turdu. Ve o turdan
dönüş yolu.
Otele
gitmeye çalıştığımız ilk gün deli danalar gibi döndüğümüz alan. New
York’ta ilk kez araba kullanan İ., tek tönlü devasa caddelerde döne döne
perperişan oldu. Sanırım tüm Avenue’leri bu vesileyle öğrendik. Ve
otelin önünden onlarca kez geçmemize rağmen durmayı beceremedik. Park
etmek, ters yönler bilmeyen için ne zor işti.
Gözümün önünde devamlı dönen Dow Jones tabelası ve aklımda o klişe: Dow Jones Endeksi, bir de meşhur Morgan Stanley.
Ve ünlü
kırmızı merdivenler. Ve merdiven delisi Kerim’i zaptetmeye uğraşan
Selim. Bir de çok özel bir anım var burada, çok şükretmekle ilgili,
söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Sadece bu kadarını yazmakla kendime
unutturmuyorum meseleyi.
Gece yarısında hala dopdolu olan meydan. Uyanıp uykumdan bakıyorum bazen. İnsani hareket gördüğüm her yerde ferahlıyorum çünkü.
Yağmurun yağmasıyla çil yavrusu gibi dağılan insanlar ve boş meydan.
Uzayan yağmurla meydana daha fazla karşı koyamayan insanlar.
Meydanda
zor oturulan masalar ve sandalyeler. Zira güneş altında ve o sıcakta
oturmak zor, gölgede ve gecede ise yer bulmak çok zor.
Sol üstte
kısa film mi, belgesel mi çeken birileri. Sağda tur otobüslerimizin
yanında her yerde gördüğüm bahriyeliler. Sağ altta Lady Liberty(!) Ve
meydan.
Meydanın şenlikli yetenekleri.
Sıklıkla
karşımıza çıkan büfeler. Özellikle helal yazılı Sabrett marka olanlar İ.
nin epey ilgisini çekti lakin yemek nasip olmadı oradan herhangi
birşeyi.
Birkaç gün müdavimi olduğumuz Starbucks kahvaltıları. Neyse ki sonrasında harika bagelciler ve fırınlar keşfettik.
Bana Grease
filmindeymişim izlenimi vererek pek nostaljik gelen Sundae dondurma
arabaları. Buradaki külahta dondurmalar dahi roket neredeyse uzaya
fırlayacaktı. Herşey gibi dondurmalar da büyüktü.
Boston’da
kaldığımız kısa sürede bir anda şişmanladı Selim. Öyle aşırı birşey
yememişti bilakis azalmıştı yedikleri ama niyeyse şişmanlamıştı dediğim
gibi. Sonra sonra farkettim ki dudakları, burnu hatta her yanı şişmiş.
Derken parçaları birleştirdim, başka sorunlar da olmuştu; şiddetli karın
ağrısı, bağırsak sorunları vesaire. Ve düşününce buldum; Amerikan
sütleri dokunmuştu Selim’ime. Hele ki bu sütler 3 günden fazla
tüketilince kesinlikle dokunuyordu Selim’e. Sonradan İngiltere’de de 3
günü geçirdiğim sütlerde aynı şey oldu nitekim.
Penceremde yağmur, aşağıda ışıklar, ışıklar, ışıklar…
Minik
fotoğrafçım, annesinin küçük yönetmeni iş başında görüldüğü gibi. Bir de
biz. Yorgun yüzüm ve iki erkek çocuk anası bezginliğimle niye koydun bu
fotoğrafı derseniz, anlatamadıklarıma hatıra olsun diye derim.
(Ben ara ara, içimden geldikçe
yazabilirim New York izlenimlerimi. İçindeyken yazmak içimden gelmemişti
ve anın sıcaklığı ile içimdekileri dökemezdim diye ertelemiştim hep
çünkü. İyi de etmişim, şimdi daha farklı hissediyorum, fotoğraflar bile
çok farklı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder