Mutlu
bir gündü o gün. Selim’in yarı ömrü boyunca hayalini kurduğu New York
Doğal Tarih Müzesi’ne gitmiştik. Giderken de İ. ile sözleşmiştik;
tamamen günü Selim’e bırakacağız, o nerede, ne kadar kalmak isterse
sabırla yanında duracağız, telaşa kapılmayacak, Yavaş Aile Hareketi’ne
bağlı kalacağız diye vesaire. Yanısıra bu sözden Selim’e de bahsetmiş;
onu gün boyunca serbest bırakacağımızı ve tastamam ona ayak
uyduracağımızı söylemiştik. Selim çok sevinmişti bu işe. Adım başı;
bugün bana uyum sağlayacaksınız değil mi, dilediğim yerde dilediğim
kadar kalabilirim değil mi, bana hadi demeyeceksiniz değil mi,
istediklerimi inceleyebileceğim değil mi, diyerek sözümüzü sık sık
yineletmiş ve ansızın hızlandığımız yerde; e hani bugün bana ayak
uyduracaktınız, diyerek ikazlarını göndermişti.
Müzeyi
dilediğince gezdi Selim. İ. ile ben de evladına verdiği söze elden
geldiğince riayet eden ve dahası evladı için kendi keyfinden büyük
feragat eden anne ve baba olarak büyük bir iç huzuru içinde, mütebessim
şekilde çıktık müzeden. Hemen karşımızdaki Central Park’a daldık. Kerim
uyuyordu pusetinde. Selim’se mutluydu elbette. Hırçınlığı büyük oranda
yatışmış vaziyette yürüyordu yanımızda ve şakıyordu bülbüller gibi gene.
Öyle ki park inliyordu bir türlü aşağı çekemediğimiz sesiyle. Derken
harikulade bir manzara belirdi karşımızda. Küçük bir gölet, köprü,
şehrin silüeti ile birleşmişti enfes biçimde. Bir de çimlere serilmiş
mutlu çocuklar ve anne, babalar. Bakalım dedi Selim ve İ., İçeriye
girdik, gölete doğru. Selim hala çok mutluydu. Boyuna bugün harika bir
gün geçirdim diye başlayan cümleler kuruyordu. Hem de doğaya karıştım
diyordu. Derken gölette bir yaratığın kafası göründü. Baktım başını
uzatmış kaplumbağaydı. Sakindi ancak hiç kaçmıyor ve gözlerini dikmiş
devamlı surette bize bakıyordu. Kaplumbağayı sevmek istiyorum dedi
Selim. Olmaz dedik. Ama ben onu sevmek istiyorum, dedi. Gene olmaz
dedik. Sanırım bu isteğini birkaç kez yineledi. Ben de vahşi hayvanlar
sevilmez nevinden cümleler ettim ve nasılsa beni dinler diye düşünerek
manzaranın güzelliğine kendimi koyverdim. İ. nin bir pozunu çektim. Tam
bir başka açıdan daha fotoğrafını çekeyim derken parkı yırtan
çığlıklarını duydum Selim’in. Anlayamadım ve haliyle ne olduğunu da
toparlayamadım. Sadece o yöne doğru fırladım. Selim’in ahhhhh, ahhhhhhh
çığlığlıklarını duyuyordum ama hala hiçbir konuda fikir yürütemiyordum.
Derken gördüm onu. Kocaman, koskocaman bir kaplumbağa Selim’in elinden
fırlıyordu. Bense bir türlü olanlara anlam veremiyordum, hem iki adımlık
bu yol neden bitmiyordu onu da bilmiyordum.
Derken
nihayet yanına vardım Selim’in. Ellerini tutuyordu. Baktım ciddi
ısırıklar vardı ve bu ısırıklardan boyuna kanlar akıyordu. Aklım
yerinden oynadı o sırada. Neden yaptın, neden dokundun, ben senin
yapmayacağını düşünerek bunca rahat hareket ettim de öteye gittim, ona
dokunacağına hiç ihtimal vermedim, bu aptal hareketi neden yaptın diyen
onlarca cümle ettim. Beri yandan sürekli düşünüyordum, n’apmalı,
n’etmeli? Hiç bilmediğimiz bir yerdeydik, Türkiye’de olsak hemen
doktorumuzu arar ne yapacağımızı öğrenirdik, saatler uysa gene bile bu
yöntemi deneyebilirdim, lakin o sıra Türkiye’de saat gece yarısını
çoktan geçmişti. Yanısıra şunu da düşünüyordum. 3 yıl kadar önce kedi
ısırığı sebebiyle Kuduz aşısının 5 doz tam aşısını da olmuştu Selim. Ve
doktorumuz da gelmeden bu konuya dair birşeyler söylemişti; bu vaka
tekrarlanırsa ya 2 yıl hiç aşı olmayacaktı ya da tek doz olacaktı, ama
hangisi doğrusu idi emin değildim. Aklıma New York’ta uzun yıllardır
yaşayan Şeyma’yı aramak geldi. Acile götürmek gerektiğinden bahsetti
zaten biz de o o yönde karar vermiştik.
İ. Selim’i
alıp hastaneye yollandı. Bense Kerim’i alıp otele koşturdum. Zira aşı
kartına ve tam tarihine ulaşmak istiyordum. Ne taksiye binmeyi akıl
ettim bu süre boyunca, ne de bağırışlarla uyanan ve gıkı çıkmayan
Kerim’e dikkat kesildim. Tek düşündüğüm Selim’di ve bir an önce otele
girmekti. Yol esasında kısaydı ama iki adımda sokak başına ve ışıklara
yakalanınca git git bitmiyordu. Üstelik İ. yi Amerika’dan aldığım
telefon hattıyla arayamıyordum, çaresizce onun beni aramasını
bekliyordum. Yol boyunca da kendimi berbat hissediyordum. Keşke o sırada
Selim’e sadece sarılsaydım, çenemi tutsaydım vesaire diyordum. Gerçi
sonradan toparlayıp yapmıştım bunu ama kim bilir o sırada ne çok
korkmuştu diyordum. Hem niye hiç imdat demedi, neden anneee, babaaaa
diye imdat istemedi, neden kendi başının çaresine bakmaya meyletti diye
kendimi yiyordum.
Otele
vardım. Kerim’in hala gıkı çıkmıyordu. Aşı kartına ulaştım. Ancak İ.
aramıyordu. Yol boyunca bir kez aramış ve hastaneye yetiştiklerinden
bahsetmişti. Saatler geçti. 1 saat geçti. Otel telefonundan, eski
Türkiye kartımdan defalarca aradım İ. ye ulaşamıyordum. İçim içimi
yiyordu. Yani ciddi birşey olamaz sanıyordum ama bunca beklemeleri
elbette hoşuma gitmiyordu. Ve bu süre boyunca sürekli düşünüyor,
üzülüyordum. Suda minicik kafası ile minik ve sakin görünen ama sudan
çıkınca devasa olduğunu farkettiğimiz kaplumbağaya elini kaptıran ve
ondan kurtulmak için kendince çareler bulan, bu sırada kimseden medet
ummayan Selim’i düşünüp kahroluyor ve sık sık ağlıyordum. 2 saat geçti.
Hala ulaşamıyordum. 3 saat geçti hala ve hala ulaşamıyordum. Zaten
bundan sonrasını da hesap edemiyordum. Derken kapı açıldı ve geldiler
nihayet. Ne oldu dedim. Olan şuydu:
Yaklaşık 3
saat kadar acil doktorunu beklemişler. 1 saat kadar da bulaşıcı
hastalık vesaire bilmem nesi denen bir kurumla görüşmüşler. Ve
nihayetinde kamplumbağa ısırığından birşey olmayacağına kanaat
getirmişler. Bu sırada Selim’in eline temizleyici bir sıvı döküp, bir de
tedbir olsun diye antibiyotik vermişler. Hepi topu buymuş olan. Ve bu
harikulade (!!) hizmet için 1000 dolar fatura kesmişler. Bu noktadan
sonra Welcome to America! İşte Amerika’nın rezalet sağlık sistemi. Bu
noktadan sonra güzel ülkemde tıkır tıkır işleyen sistemi düşündüm. Ve
Amerika’nın herşeyine ağzı açık ayran budalası gibi bakıp, ülkemde
herşeye çemkiren ve hiçbirşeyi beğenmeyenlere daha çok kızdım.
Gece
Selim’le uyudum. Boyuna konuştu durdu. Tekrar tekrar defalarca olayı
anlattı. Bir noktadan sonra zannımca uydurmaya da başladı. Ona göre olay
şu şekilde olmuştu: yanındaki kız çocuğu kaplumbağaya yiyecek vermişti,
sonra da çer çöp. Selim de onu taklit etmişti. Ancak bu hareket
kaplumbağayı kızdırmıştı. Ve o da gagasıyla (dişleri yokmuş çünkü)
Selim’in eline asılmıştı. Sonra da özür dilemek için Selim’in yanına
gelmek istemiş ama Selim ona tekmeyi koymuştu. Çünkü özür dilemek
istediğini anlayamamıştı.
Konuşarak
uyudu Selim. Bize de Amerikan Rüyasını korkuyla hatırlamak düştü. Lakin
binbir şükürle anmak gerekti bugünü. Zira büyük bir badireyi basit bir
şekilde atlatmıştık. Hem ciddi bir vaka, yaralanma, kaza değildi
yaşadığımız.
Bu olaydan
sonra defalarca Central Park’a gitmek istedi ve gitti Selim. Hatta
Kaplumbağa kabuğuna dahi girdi. Demek ki travmatik değil durumu dedim
(İnşallah düşündüğüm gibidir) Doğrusu Central Park da küsülecek ve
gidilmeyecek gibi değildi. Buyrun, izleyin.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder