6 Haziran 2012 Çarşamba

Central Park Hatırası



Mutlu bir gündü o gün. Selim’in yarı ömrü boyunca hayalini kurduğu New York Doğal Tarih Müzesi’ne gitmiştik. Giderken de İ. ile sözleşmiştik; tamamen günü Selim’e bırakacağız, o nerede, ne kadar kalmak isterse sabırla yanında duracağız, telaşa kapılmayacak, Yavaş Aile Hareketi’ne bağlı kalacağız diye vesaire. Yanısıra bu sözden Selim’e de bahsetmiş; onu gün boyunca serbest bırakacağımızı ve tastamam ona ayak uyduracağımızı söylemiştik. Selim çok sevinmişti bu işe. Adım başı; bugün bana uyum sağlayacaksınız değil mi, dilediğim yerde dilediğim kadar kalabilirim değil mi, bana hadi demeyeceksiniz değil mi, istediklerimi inceleyebileceğim değil mi, diyerek sözümüzü sık sık yineletmiş ve ansızın hızlandığımız yerde; e hani bugün bana ayak uyduracaktınız, diyerek ikazlarını göndermişti.
Müzeyi dilediğince gezdi Selim. İ. ile ben de evladına verdiği söze elden geldiğince riayet eden ve dahası evladı için kendi keyfinden büyük feragat eden anne ve baba olarak büyük bir iç huzuru içinde, mütebessim şekilde çıktık müzeden. Hemen karşımızdaki Central Park’a daldık. Kerim uyuyordu pusetinde. Selim’se mutluydu elbette. Hırçınlığı büyük oranda yatışmış vaziyette yürüyordu yanımızda ve şakıyordu bülbüller gibi gene. Öyle ki park inliyordu bir türlü aşağı çekemediğimiz sesiyle. Derken harikulade bir manzara belirdi karşımızda. Küçük bir gölet, köprü, şehrin silüeti ile birleşmişti enfes biçimde. Bir de çimlere serilmiş mutlu çocuklar ve anne, babalar. Bakalım dedi Selim ve İ., İçeriye girdik, gölete doğru. Selim hala çok mutluydu. Boyuna bugün harika bir gün geçirdim diye başlayan cümleler kuruyordu. Hem de doğaya karıştım diyordu. Derken gölette bir yaratığın kafası göründü. Baktım başını uzatmış kaplumbağaydı. Sakindi ancak hiç kaçmıyor ve gözlerini dikmiş devamlı surette bize bakıyordu. Kaplumbağayı sevmek istiyorum dedi Selim. Olmaz dedik. Ama ben onu sevmek istiyorum, dedi. Gene olmaz dedik. Sanırım bu isteğini birkaç kez yineledi. Ben de vahşi hayvanlar sevilmez nevinden cümleler ettim ve nasılsa beni dinler diye düşünerek manzaranın güzelliğine kendimi koyverdim. İ. nin bir pozunu çektim. Tam bir başka açıdan daha fotoğrafını çekeyim derken parkı yırtan çığlıklarını duydum Selim’in. Anlayamadım ve haliyle ne olduğunu da toparlayamadım. Sadece o yöne doğru fırladım. Selim’in ahhhhh, ahhhhhhh çığlığlıklarını duyuyordum ama hala hiçbir konuda fikir yürütemiyordum. Derken gördüm onu. Kocaman, koskocaman bir kaplumbağa Selim’in elinden fırlıyordu. Bense bir türlü olanlara anlam veremiyordum, hem iki adımlık bu yol neden bitmiyordu onu da bilmiyordum.
Derken nihayet yanına vardım Selim’in. Ellerini tutuyordu. Baktım ciddi ısırıklar vardı ve bu ısırıklardan boyuna kanlar akıyordu. Aklım yerinden oynadı o sırada. Neden yaptın, neden dokundun, ben senin yapmayacağını düşünerek bunca rahat hareket ettim de öteye gittim, ona dokunacağına hiç ihtimal vermedim, bu aptal hareketi neden yaptın diyen onlarca cümle ettim. Beri yandan sürekli düşünüyordum, n’apmalı, n’etmeli? Hiç bilmediğimiz bir yerdeydik, Türkiye’de olsak hemen doktorumuzu arar ne yapacağımızı öğrenirdik, saatler uysa gene bile bu yöntemi deneyebilirdim, lakin o sıra Türkiye’de saat gece yarısını çoktan geçmişti. Yanısıra şunu da düşünüyordum. 3 yıl kadar önce kedi ısırığı sebebiyle Kuduz aşısının 5 doz tam aşısını da olmuştu Selim. Ve doktorumuz da gelmeden bu konuya dair birşeyler söylemişti; bu vaka tekrarlanırsa ya 2 yıl hiç aşı olmayacaktı ya da tek doz olacaktı, ama hangisi doğrusu idi emin değildim. Aklıma New York’ta uzun yıllardır yaşayan Şeyma’yı aramak geldi. Acile götürmek gerektiğinden bahsetti zaten biz de o o yönde karar vermiştik.
İ. Selim’i alıp hastaneye yollandı. Bense Kerim’i alıp otele koşturdum. Zira aşı kartına ve tam tarihine ulaşmak istiyordum. Ne taksiye binmeyi akıl ettim bu süre boyunca, ne de bağırışlarla uyanan ve gıkı çıkmayan Kerim’e dikkat kesildim. Tek düşündüğüm Selim’di ve bir an önce otele girmekti. Yol esasında kısaydı ama iki adımda sokak başına ve ışıklara yakalanınca git git bitmiyordu. Üstelik İ. yi Amerika’dan aldığım telefon hattıyla arayamıyordum, çaresizce onun beni aramasını bekliyordum. Yol boyunca da kendimi berbat hissediyordum. Keşke o sırada Selim’e sadece sarılsaydım, çenemi tutsaydım vesaire diyordum. Gerçi sonradan toparlayıp yapmıştım bunu ama kim bilir o sırada ne çok korkmuştu diyordum. Hem niye hiç imdat demedi, neden anneee, babaaaa diye imdat istemedi, neden kendi başının çaresine bakmaya meyletti diye kendimi yiyordum.
Otele vardım. Kerim’in hala gıkı çıkmıyordu. Aşı kartına ulaştım. Ancak İ. aramıyordu. Yol boyunca bir kez aramış ve hastaneye yetiştiklerinden bahsetmişti. Saatler geçti. 1 saat geçti. Otel telefonundan, eski Türkiye kartımdan defalarca aradım İ. ye ulaşamıyordum. İçim içimi yiyordu. Yani ciddi birşey olamaz sanıyordum ama bunca beklemeleri elbette hoşuma gitmiyordu. Ve bu süre boyunca sürekli düşünüyor, üzülüyordum. Suda minicik kafası ile minik ve sakin görünen ama sudan çıkınca devasa olduğunu farkettiğimiz kaplumbağaya elini kaptıran ve ondan kurtulmak için kendince çareler bulan, bu sırada kimseden medet ummayan Selim’i düşünüp kahroluyor ve sık sık ağlıyordum. 2 saat geçti. Hala ulaşamıyordum. 3 saat geçti hala ve hala ulaşamıyordum. Zaten bundan sonrasını da hesap edemiyordum. Derken kapı açıldı ve geldiler nihayet. Ne oldu dedim. Olan şuydu:
Yaklaşık 3 saat kadar acil doktorunu beklemişler. 1 saat kadar da bulaşıcı hastalık vesaire bilmem nesi denen bir kurumla görüşmüşler. Ve nihayetinde kamplumbağa ısırığından birşey olmayacağına kanaat getirmişler. Bu sırada Selim’in eline temizleyici bir sıvı döküp, bir de tedbir olsun diye antibiyotik vermişler. Hepi topu buymuş olan. Ve bu harikulade (!!) hizmet için 1000 dolar fatura kesmişler. Bu noktadan sonra Welcome to America! İşte Amerika’nın rezalet sağlık sistemi. Bu noktadan sonra güzel ülkemde tıkır tıkır işleyen sistemi düşündüm. Ve Amerika’nın herşeyine ağzı açık ayran budalası gibi bakıp, ülkemde herşeye çemkiren ve hiçbirşeyi beğenmeyenlere daha çok kızdım.
Gece Selim’le uyudum.  Boyuna konuştu durdu. Tekrar tekrar defalarca olayı anlattı. Bir noktadan sonra zannımca uydurmaya da başladı. Ona göre olay şu şekilde olmuştu: yanındaki kız çocuğu kaplumbağaya yiyecek vermişti, sonra da çer çöp. Selim de onu taklit etmişti. Ancak bu hareket kaplumbağayı kızdırmıştı. Ve o da gagasıyla (dişleri yokmuş çünkü) Selim’in eline asılmıştı. Sonra da özür dilemek için Selim’in yanına gelmek istemiş ama Selim ona tekmeyi koymuştu. Çünkü özür dilemek istediğini anlayamamıştı.
Konuşarak uyudu Selim. Bize de Amerikan Rüyasını korkuyla hatırlamak düştü. Lakin binbir şükürle anmak gerekti bugünü. Zira büyük bir badireyi basit bir şekilde atlatmıştık. Hem ciddi bir vaka, yaralanma, kaza değildi yaşadığımız.
Bu olaydan sonra defalarca Central Park’a gitmek istedi ve gitti Selim. Hatta Kaplumbağa kabuğuna dahi girdi. Demek ki travmatik değil durumu dedim (İnşallah düşündüğüm gibidir) Doğrusu Central Park da küsülecek ve gidilmeyecek gibi değildi. Buyrun, izleyin.
.
















































Hiç yorum yok: