28 Kasım 2011 Pazartesi

Haftasonu Sultanı



Hürrem SultanO benim, evet! İroni yok, alay yok sözlerimde! Haftasonu, sultanlığımı yaşadım size pek inandırıcı gelmese de. Hafta içi sürüm sürüm sürünen, adeta evin paspası kesilen, kah perişanlıktan delirmenin de ötesine geçen, kah yorgunluktan dili damağı dışarıda gezinen, hem fiziken dünyada ve basit yaşam alametleri gösteriyor iken, hem de ruhen yeryüzünde değilmiş izlenimi veren, sadece Otomatik Portakal gibi salt rutinini yerine getirebilen, rutin dışına çıktı mı adeta tüm Hayat Bilgisi’ni kaybeden, hafızasını tastamam yitirmiş biri gibi, ben şimdi ne yapacağım, diye sayıklayarak odadan odaya gezinen ve tüm bu keşmekeşlik, çilekeşlik içinde durmaksızın kısır bir döngüde tepişen, bu sırada ne aman dilemeyi, ne yardım istemeyi aklına getirebilen sefilane kişi; ben, Deli Anne, bu haftasonu, bolca zikrettiğim; hizmetkarlığımı bırakıp ardımda, Sultanlığa terfi ettim adeta.
İlter bir süredir hafta içi yurt dışında, hafta sonu burada olunca, kendimizce bir çözüm bulduk duruma. Ailemizin biricik devamı ve bekası için, yuvayı yapması beklenen dişi kuşun, akıl sağlığını tastamam kaybedip yuvayı kurmak yerine tam aksine tarumar etmemesi için ve bizim bizden başka kimsemiz olmadığı için, çözümü gene kendi içimizde bulmaya mecbur kaldık. Ve elbette İlter bir anda işinden de ayrılamayacağı için, kısa vadeli çözümlerle yola devam etmenin çaresini bulmalıydık. Hasılı hafta sonları görevi devraldı İlter ve ben bana kaldım. Neler mi yaptım?
Cumartesi Selim’in uykusuzluk ve yorgunluktan gelen huysuzluğu ile geçti ne yazık. Benim için, bizim için çok değerli bir günü bu şekilde kaybettik. Ancak Pazar günü bir harikaydı. Benim için tastamam lüks sayılan uykuma doydum. Sabah 11′e dek uyudum. Kapımı ikide bir çalan Kerim’in -annem, annem- seslenmelerine rağmen uyudum. Uyandığımda ev huzur kokuyordu. Salon evin erkeklerinin serbestçe dolandığı zamanların aksine derli topluydu. Radyodan nağmeler yükseliyor, arada Selim’in bayıldığım dingin sesi bu nağmelere karışıyordu. Ve bir de mutfaktan gelen o ses; benim için şu aralar her türlü müzikten ala gelen; bulaşık makinasının çalışma sesi. Demek ki bulaşıklar toplanmış ve makinaya atılmıştı. İşte bu harikaydı. Mutfağa girdim, derli topluydu. Üstelik İlter; -sen yattın ama bak ben çalışıyorum- demenin en berbat yolu olan somurtmak yerine, gayet şefkatli ve sevgi doluydu. Çocukları sordum; kahvaltılarını baştan savma değil tastamam yaptırmıştı. Hatta içim rahat etsin diye, hepsini tek tek saydı. Yetmedi Kerim öğle uykusuna bile yatırılmıştı. Hasılı huzur sonsuzdu. Derken, İlter, can alıcı soruyu sordu; kahvaltıda ne yemek isteyeceğimi. Tost ve taze sıkılmış meyve suyu mu, yoksa her zamanki serpme kahvaltımızı mı? Hiç farketmez dedim. Sahiden de farketmezdi. İçim dışım huzur ve sıcaklıktı, bu durumda ne yediğimin ne önemi vardı? Tost ve meyve suyu getirdi, bir de bana eşlik etmek için kendi de yanıma oturdu. Kahvaltımı yaptım, Selim’i bol bol öptüm kokladım, uyanan Kerim’i aldım bir de onunla oynadım. Anne huzurlu ve mutlu olunca, çocuklar bundan payını mutlaka alıyordu. Keşke böylesi hep mümkün olsaydı!
Öğleden sonrası için bir planımız var mı, diye sordum. İlter’in ağzını yokluyordum. Bunca sevecenliğin üstüne; ben kendi işime bakayım, demeye çekiniyordum. E, ne de olsa alışık olmadığım bir durumdaydım. Planımızın olmadığını duyunca, ben sinemaya gidebilir miyim, diye sordum. Git, dedi İlter ama ben hala önce kendi içimi, sonra onun içini rahatlatmak için konuşmaya devam ediyordum. Dedemin İnsanları’na gitmek istiyorum, çok ağlakmış film, gidip orada böğüre hönküre ağlamak istiyorum, dedim. Nicedir içimdeki alevleri bu yolla dışarı atamıyordum, kurumuştu sanki gözyaşlarım, gelip gelip boğazımda koca bir yumru oluyorlardı, belki bu filmi bahane ederek ve karanlıktan da istifade ederek ağlar da ağlardım.
Kalktım. Her zamanki savsaklığım ve dalgınlığımı bilen İlter, ilk önce telefonumu yokladı. Ve bingo, gene şarjım yoktu. Ben şarjı beklerken, elbette boş durmadım. Çocukların tırnaklarını kesmeye koyuldum. Ve çocuklara veda ederek yola çıktım. Ne aladır ki, arkamdan ağlamadılar, ki Kerim hep ağlardı. Önceden anlatmanın faydası dokundu sanırım. Sadece Selim içlendi, ama anne sen yokken seni çok özlüyorum, dedi. İçlendim ama vazgeçmedim, ne de olsa ben boğuldukça en çok onları boğuyordum. Ve ne acıdır ki, en çok da Selim’e olan oluyordu.
Yürüyerek sinemaya gidecektim. Kulağıma kulaklığımı taktım ve şarkılarla, kah uzaklara dalarak, kah tabiata bakarak, ama genelde insanlardan pek uzak bir biçimde sinemaya vardım. Patlamış mısır felan almadım, öyle ya ben buraya ağlamak üzere gelmiştim. Film başladı. Ancak huzursuzdum. Zira bir an önce iç parçalayıcı sahnelere geçsinler istiyordum. Geçsinler ki ben de döküleyim istiyordum. Olmadı! Filmin en acıklı sahnelerinde, Çetin Tekindor’un yokluğu ile filmin o yanı zayıf kaldı. Babam ve Oğlum’daki gibi -gitme diyeydim, benim yüzümdeeen!- gibi, o iç parçalayıcı sahneler burada eksik ve güdük kalmıştı. En azından benim için. Ve ben bir iki damla gözyaşı döktüm, beklediğimin çok altında bir performansla, kuru ve yalnız, boğuk ve sıkıcı, ifadesiz ve bayağı bir iki damla. Hüsranla sinemadan ayrıldım. Hatta öylesine sükutu hayale uğramıştım ki, çok sevdiğim halde, filmin sonundaki parça pek güzel olduğu halde, sonuna dek dinlemeden ve normalde yazıların bitmesini bekleyen ben, bu kez beklemeden salondan ayrıldım.
Hasılı, benliğimden kopmamıştım, rutin halimi koruyordum. Alelade işlerimi yaptım, market alışverişi, taksiye binme, ki film çok etkileyici olsaydı yürürdüm biliyordum. Eve vardım, çocuklar yoktu. İlter parka götürmüştü çocukları. Özlemiştim yavrularımı. Geldiklerinde sıkıcı yemek, uyku fasılları başlayacaktı biliyordum ve bundan pek hoşlanmıyordum ama sanki onları aylardır görmemişim gibi özlüyordum. Ayak seslerini işittiğim an kapıya koştum; beni karşılarında gördüklerinde şaşkınlıkla her ikisinin de gözleri ışıldadı, ‘Anne! sen de nerden çıktın?’ diye sevinçle atıldı üstüme Selim ve elbette Kerim! Öptüm kokladım ikisini, evet, kesinlikle onları çok seviyordum. Ve esasında ben onlardan ayrılmaya dayanamıyordum. Bir kez daha anladım ki, benim şefkatli tarafım, içimde en azgın ve baskın sandığım özgürlük arzumu alaşağı eden tek duyguydu. Ne kadar deli, sevimsiz, hiddetli ve ölçüsüz de olsam şükürler olsun ki içimde şefkat vardı. Ve bu beni koruyan duyguydu.
Yarın, yeniden gidiyor İlter. Yarın yeniden haftasonu sultanlığıma son verip, hafta içi hizmetkarlığına geçiyorum. Ancak bu kez eskisi gibi berbat hissetmiyorum. Çünkü hafta içini geçirecek kadar annelik yakıtı yüklendiğimi hissediyorum. Tabii rutinimin dışına çıkmazsak, hayatımızı olağan koşullar içinde yaşarsak. Yarın yeniden hafta içi hizmetkarlığına soyunsam da Sultanlıktan yana gelen bu doping yetti bana.
Şükürler olsun medet dediğimde kolayca medeti buldurana. Ve dualar. En ala terapi bana!

Hiç yorum yok: