O
benim, evet! İroni yok, alay yok sözlerimde! Haftasonu, sultanlığımı
yaşadım size pek inandırıcı gelmese de. Hafta içi sürüm sürüm sürünen,
adeta evin paspası kesilen, kah perişanlıktan delirmenin de ötesine
geçen, kah yorgunluktan dili damağı dışarıda gezinen, hem fiziken dünyada ve basit yaşam alametleri gösteriyor iken, hem de ruhen yeryüzünde değilmiş izlenimi veren, sadece Otomatik Portakal gibi salt rutinini yerine getirebilen, rutin dışına çıktı mı adeta tüm Hayat Bilgisi’ni kaybeden,
hafızasını tastamam yitirmiş biri gibi, ben şimdi ne yapacağım, diye
sayıklayarak odadan odaya gezinen ve tüm bu keşmekeşlik, çilekeşlik
içinde durmaksızın kısır bir döngüde tepişen, bu sırada ne aman
dilemeyi, ne yardım istemeyi aklına getirebilen sefilane kişi; ben, Deli
Anne, bu haftasonu, bolca zikrettiğim; hizmetkarlığımı bırakıp ardımda,
Sultanlığa terfi ettim adeta.
İlter bir süredir hafta içi yurt
dışında, hafta sonu burada olunca, kendimizce bir çözüm bulduk duruma.
Ailemizin biricik devamı ve bekası için, yuvayı yapması beklenen dişi
kuşun, akıl sağlığını tastamam kaybedip yuvayı kurmak yerine tam aksine
tarumar etmemesi için ve bizim bizden başka kimsemiz olmadığı için,
çözümü gene kendi içimizde bulmaya mecbur kaldık. Ve elbette İlter bir
anda işinden de ayrılamayacağı için, kısa vadeli çözümlerle yola devam
etmenin çaresini bulmalıydık. Hasılı hafta sonları görevi devraldı İlter
ve ben bana kaldım. Neler mi yaptım?
Cumartesi Selim’in uykusuzluk ve
yorgunluktan gelen huysuzluğu ile geçti ne yazık. Benim için, bizim için
çok değerli bir günü bu şekilde kaybettik. Ancak Pazar günü bir
harikaydı. Benim için tastamam lüks sayılan uykuma doydum. Sabah 11′e
dek uyudum. Kapımı ikide bir çalan Kerim’in -annem, annem-
seslenmelerine rağmen uyudum. Uyandığımda ev huzur kokuyordu. Salon evin
erkeklerinin serbestçe dolandığı zamanların aksine derli topluydu.
Radyodan nağmeler yükseliyor, arada Selim’in bayıldığım dingin sesi bu
nağmelere karışıyordu. Ve bir de mutfaktan gelen o ses; benim için şu
aralar her türlü müzikten ala gelen; bulaşık makinasının çalışma sesi.
Demek ki bulaşıklar toplanmış ve makinaya atılmıştı. İşte bu harikaydı.
Mutfağa girdim, derli topluydu. Üstelik İlter; -sen yattın ama bak ben
çalışıyorum- demenin en berbat yolu olan somurtmak yerine, gayet
şefkatli ve sevgi doluydu. Çocukları sordum; kahvaltılarını baştan savma
değil tastamam yaptırmıştı. Hatta içim rahat etsin diye, hepsini tek
tek saydı. Yetmedi Kerim öğle uykusuna bile yatırılmıştı. Hasılı huzur
sonsuzdu. Derken, İlter, can alıcı soruyu sordu; kahvaltıda ne yemek
isteyeceğimi. Tost ve taze sıkılmış meyve suyu mu, yoksa her zamanki
serpme kahvaltımızı mı? Hiç farketmez dedim. Sahiden de farketmezdi.
İçim dışım huzur ve sıcaklıktı, bu durumda ne yediğimin ne önemi vardı?
Tost ve meyve suyu getirdi, bir de bana eşlik etmek için kendi de yanıma
oturdu. Kahvaltımı yaptım, Selim’i bol bol öptüm kokladım, uyanan
Kerim’i aldım bir de onunla oynadım. Anne huzurlu ve mutlu olunca, çocuklar bundan payını mutlaka alıyordu. Keşke böylesi hep mümkün olsaydı!
Öğleden sonrası için bir planımız var
mı, diye sordum. İlter’in ağzını yokluyordum. Bunca sevecenliğin üstüne;
ben kendi işime bakayım, demeye çekiniyordum. E, ne de olsa alışık
olmadığım bir durumdaydım. Planımızın olmadığını duyunca, ben sinemaya
gidebilir miyim, diye sordum. Git, dedi İlter ama ben hala önce kendi
içimi, sonra onun içini rahatlatmak için konuşmaya devam ediyordum. Dedemin İnsanları’na gitmek istiyorum, çok ağlakmış film, gidip orada böğüre hönküre ağlamak istiyorum, dedim.
Nicedir içimdeki alevleri bu yolla dışarı atamıyordum, kurumuştu sanki
gözyaşlarım, gelip gelip boğazımda koca bir yumru oluyorlardı, belki bu
filmi bahane ederek ve karanlıktan da istifade ederek ağlar da ağlardım.
Kalktım. Her zamanki savsaklığım ve
dalgınlığımı bilen İlter, ilk önce telefonumu yokladı. Ve bingo, gene
şarjım yoktu. Ben şarjı beklerken, elbette boş durmadım. Çocukların
tırnaklarını kesmeye koyuldum. Ve çocuklara veda ederek yola çıktım. Ne
aladır ki, arkamdan ağlamadılar, ki Kerim hep ağlardı. Önceden
anlatmanın faydası dokundu sanırım. Sadece Selim içlendi, ama anne sen
yokken seni çok özlüyorum, dedi. İçlendim ama vazgeçmedim, ne de olsa
ben boğuldukça en çok onları boğuyordum. Ve ne acıdır ki, en çok da
Selim’e olan oluyordu.
Yürüyerek sinemaya gidecektim. Kulağıma
kulaklığımı taktım ve şarkılarla, kah uzaklara dalarak, kah tabiata
bakarak, ama genelde insanlardan pek uzak bir biçimde sinemaya vardım.
Patlamış mısır felan almadım, öyle ya ben buraya ağlamak üzere
gelmiştim. Film başladı. Ancak huzursuzdum. Zira bir an önce iç
parçalayıcı sahnelere geçsinler istiyordum. Geçsinler ki ben de
döküleyim istiyordum. Olmadı! Filmin en acıklı sahnelerinde, Çetin
Tekindor’un yokluğu ile filmin o yanı zayıf kaldı. Babam ve Oğlum’daki
gibi -gitme diyeydim, benim yüzümdeeen!- gibi, o iç parçalayıcı sahneler
burada eksik ve güdük kalmıştı. En azından benim için. Ve ben bir iki
damla gözyaşı döktüm, beklediğimin çok altında bir performansla, kuru ve yalnız, boğuk ve sıkıcı, ifadesiz ve bayağı bir iki damla.
Hüsranla sinemadan ayrıldım. Hatta öylesine sükutu hayale uğramıştım
ki, çok sevdiğim halde, filmin sonundaki parça pek güzel olduğu halde,
sonuna dek dinlemeden ve normalde yazıların bitmesini bekleyen ben, bu
kez beklemeden salondan ayrıldım.
Hasılı, benliğimden kopmamıştım, rutin
halimi koruyordum. Alelade işlerimi yaptım, market alışverişi, taksiye
binme, ki film çok etkileyici olsaydı yürürdüm biliyordum. Eve vardım,
çocuklar yoktu. İlter parka götürmüştü çocukları. Özlemiştim
yavrularımı. Geldiklerinde sıkıcı yemek, uyku fasılları başlayacaktı
biliyordum ve bundan pek hoşlanmıyordum ama sanki onları aylardır
görmemişim gibi özlüyordum. Ayak seslerini işittiğim an kapıya koştum;
beni karşılarında gördüklerinde şaşkınlıkla her ikisinin de gözleri
ışıldadı, ‘Anne! sen de nerden çıktın?’ diye sevinçle atıldı üstüme
Selim ve elbette Kerim! Öptüm kokladım ikisini, evet, kesinlikle onları
çok seviyordum. Ve esasında ben onlardan ayrılmaya dayanamıyordum. Bir
kez daha anladım ki, benim şefkatli tarafım, içimde en azgın ve baskın
sandığım özgürlük arzumu alaşağı eden tek duyguydu. Ne kadar deli,
sevimsiz, hiddetli ve ölçüsüz de olsam şükürler olsun ki içimde şefkat
vardı. Ve bu beni koruyan duyguydu.
Yarın, yeniden gidiyor İlter. Yarın yeniden haftasonu sultanlığıma son verip, hafta içi hizmetkarlığına geçiyorum.
Ancak bu kez eskisi gibi berbat hissetmiyorum. Çünkü hafta içini
geçirecek kadar annelik yakıtı yüklendiğimi hissediyorum. Tabii
rutinimin dışına çıkmazsak, hayatımızı olağan koşullar içinde yaşarsak.
Yarın yeniden hafta içi hizmetkarlığına soyunsam da Sultanlıktan yana
gelen bu doping yetti bana.
Şükürler olsun medet dediğimde kolayca medeti buldurana. Ve dualar. En ala terapi bana!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder