Eskiden
zekiydim ben. Hafızasıyla övünen zeki biriydim hem. Telefon defterlerim
olmadı benim, numaraları hep aklıma yazdım. Gerçi cep telefonlarından
sonra epeyce çuvalladım ama gene de kuvvetliydi hafızam, berraktı
zihnim, açıktı algım. Ve netti görüşüm. Pek çok net. Bazen küçük, renkli
not kağıtları alır, etrafıma notlar yazardım ama hevesti benimkisi,
hiçbirşeyi kolay kolay unutmazdım. Ne yaşama dair olanları, ne de
yaşadıklarımı. Bir tek kötü olayları zihnimin kuytularına atardım. Sık
da geri çağırmazdım. Akıllı biri değildim, bu kesindi, ancak zekiydim.
Bunun da farkındaydım.
Derken ANNE oldum. Ve hep dediğim o
DÖNÜŞÜM’e maruz kaldım. Kaçınılmaz olandan elbette ben de kaçamazdım.
Kaldı ki ne kaçmaya davranacak kadar hızlıydım, ne durumu kurtaracak
kadar uyanık ve ne de akıl yürütecek kadar makul. Üstelik hayatımın
hiçbir evresinde makul biri olmadım. Ve şimdi, altı yıla yakındır,
giderek katmerlenen bir dönüşümle gündüz gece, 7/24, tam mesai,
durmaksızın, dinlenmeksizin ucu bucağı gözükmeyen bir yolda
ilerliyorum. Giderek aydınlanacağını sandığım, salimen berraklığa
çıkacağının hesabını yaptığım bu yol, tam aksine ilerledikçe daha
bulanık, daha sisli ve puslu bir şekilde önümde uzanıyor. Zihnim bir
yıl öncesine göre daha bulanık mesela, aklım karmakarışık. Zeki bir
kadından ziyade aptal bir kadın gibi duruyorum. Değil telefon
numaralarını akılda tutmak, az önce yediğimi bile unutuyorum.
Ev işlerinde çok hızlıydım eskiden.
Şimdilerde ortalığı toplamak için dahi saatler harcıyorum. Salonu
toplanmaya niyetlenmişken, bulaşıkları makinaya dizerken buluyorum
kendimi mesela. Yahut ellerimi yıkamaya gitmişken, klozeti temizlerken
kendime yakalanıyorum. Telefon kullanımı konusunda büyük bir utanç
kaynağıyım. Bir arkadaşımı arayacakken, annemle konuştuğumu
farkediyorum. Yeni numaraları ha şimdi, ha yarın derken kaydetmediğimi
farkediyorum. Ve yazık ki bu farkındalık, o kişi aradığında ortaya
çıkıyor, haliyle çok ayıp oluyor. Kaydetmediklerim Selim’in okul
servisinin telefonu dahi olabiliyor. Dışarı çıkarken ya telefonumun
şarjı bitmiş oluyor, yahut tümden evde unutuyorum. Ve bundan da çok
çekiniyorum, zira İlter’den bu sebeple sık sık fırça yiyorum.
Bazen buzdolabını açıyor ve orada öylece
kalakalıyorum. Dolaptan alacak birşeyim olduğunu unutmak bir yana,
dolabın içinde durduğumu dahi unutuyorum. Kahve makinasını açıyor,
düğmesine basıyor, lakin altına fincan koymayı unutuyorum. Kulağıma
çalınan şırıltı sesinin nedenine ise ancak bir müddet sonra vakıf
olabiliyorum. Sütleri genellikle taşırıyorum ve taşırırken etrafımda kim
varsa, bu genellikle aciz çocuklar oluyor, onlara çatıyorum. ‘Beni gene
aptal ettiniz, şu halime bakın, yakında adımı da unutacağım!’ diyerek
veryansın ediyorum. Hatta bunu öyle çok yapıyor ve şikayetleniyorum ki,
bir süre sonra çocukların maskarası oluyorum.
Bu bulanık ve bulaşık hallerimin
vasatlıktan çıkıp zirve yaptığı zamanlar var üstelik. Çocuklarla dışarı
çıkarken mesela, geriye kalan bir damlacık sağduyu yetimi de kaybediyor
ve adeta akıl sağlığını tümden yitirmiş biri gibi davranıyorum. Bir
yandan Selim’e ayakkabılarını giymesini salık verirken, diğer yandan
zincirinden boşanmış hayvan gibi merdivenlere koşturan Kerim’e yetişmeye
çalışıyorum, Kerim’i yakalarken anahtarı düşürüyorum, anahtarı alırken
çantamı kaybediyorum, bu sırada boyuna konuşuyorum ve muhtemeldir ki
sağlıklı bir tek sözcük sarfetmiyorum. Marketlerde, pazarlarda gene bu
zırvaların zirvesi haline tanık oluyorum. Pazarda bir yandan Kerim’in
pusetinden inmesi için çıldırmalarını zaptederken, diğer yandan Selim’in
meyveleri ezmemesi için tembihliyorum. Kerim’i tutarken saçımı
çekiştirmesi ile tümden Deli Anne görüntüsüne kavuşuyorum.
İnsani ilişkilerdeki çuvallamalarım
olmasa bu durumla tümden başedebilirdim belki, ya da -kol kırılır yen
içinde kalır- misali kendime saklayıp rüsvaylıklarımı, kendimi idare
edebilirdim. Lakin bir süredir farkettiğim haleli hallerim beni epeyce
endişelendiriyor. Misalen insanlarla içimden konuşuyorum uzunca süredir.
Ve ne zaman bilmem, birden, yerli yersiz, sesli konuşmaya geçiyorum
içimdeki konuşmanın orta yerinden. Haliyle karşımdaki kişi konuşmayı
yakalayamıyor ve boş gözlerle bana bakıyor. Ben ancak, o bakışların
devamında konuşmada bir terslik olduğunu algılıyorum. Düzeltemiyorum,
giderek sesimi kısıp en sonunda ansızın konuşmayı kesiyorum. Bir de,
nerede olursam olayım, ne kadar kalabalıkta ve gürültüde olursam olayım,
istersen karşımda Padişah olsun, ne zamanki Selim konuşur, diğer sesler
derinliğe gömülür ve nerdeyse sadece Selim’in sesi duyulur olur benim
için. Bu Selim’i fazlaca önemsediğimden mi ileri gelir, yoksa sadece
basit bir algıda seçicilik midir, ya da annelik içgüdümün delirmesinden
midir bilmiyorum ancak bunun üstesinden gelemiyorum. Tek bildiğim
Kerim’den sonra bu duruma biraz daha az düştüğümdür. Belki de artık
ikiye bölündüğümdendir.
Hasılı türlü rezillikler içindeyken yakalıyorum kendimi. Farkettiklerim için şükürler ediyorken, farketmediklerimden dolayı da büyük endişe duyuyorum.
İnsani ilişkilerde kimbilir neler zırvaladım diye düşünürken,
ürpertiyle irkiliyorum. Ve sakinleşmek adına; bu düşünceleri derhal
zihnimden uzaklaştırmaya çabalıyorum. Neyse ki çabuk unutuyorum. En
azından endişe anında endişelendiğimi de unutuyorum.
Ve bunca yılın sonunda anladığım şu
gerçek yüzümde soğuk bir tokat gibi patlıyor; Dönüşüm, tam da Kafka’nın
Dönüşüm’ü gibi geri dönülemez biçimde gerçekleşiyor. O kitabı okurken,
her an, kahramanın; Gregor Samsa’nın hamamböceğinden, insana dönmesini
beklediğim gibi, bekliyorum eski halime dönmeyi. Ancak heyhat! Tıpkı o
kitaptaki gibi ben de geri dönülmez bir biçimde değişiyorum,
başkalaşıyorum. Adeta metamorfoza uğruyorum. Nitekim, zihnimin
karışıklığı, görüşümün bulanıklığı yerleşik bir hal aldı ve bu yol böyle
devam ediyor. Fiziksel dönüşüm konusuna ise hiç girmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder