Yüzlerce mevsim eskitmiş ömrümün hiçbir demi, şimdiye dek geçip giden sayısız Eylül’ün hiçbiri, son giden Eylül kadar, bana lezzet vermedi. Farkındalığımın arttığına mı yormalı, yoksa yazmanın kerameti mi demeli, ya da olanı biteni fotoğraflama gayretine mi vermeli, yahut nisbi özgürlüğümün getirdiği coşkunluğa ve taşkınlığa mı, bilmiyorum. Belki saydıklarımın daha azıdır aldığım hazzın kaynağı, belki tüm ayrıcalıklı ihtimallerin bileşkesidir, belki de daha fazlasıdır düşündüklerimin. Neydi, ne değildi çok da mühim değildir belki. Aslolan; doyasıya, hınca hınç, tıka basa Eylül’e doyduğum bu sene. Hatta ağzımın kenarlarından taşacak kadar ziyadesiyle ve afiyetle.
Başından,
sonuna dek, şuurlu bir uyanıklık içinde geçirdiğim, nerdeyse her saatini
içerek özümsediğim, zannımca hakkını da verdiğim, hasbihali kuvvetli,
muhabbeti keyifli, harikulade bir Eylül geçirdim. Ben kendisinden çok
memnun kaldım, kendisi de benden razı kalmıştır eminim.
Çokca
dolaştım bu Eylül’de. 6 yılı aşkındır gezmedim hiç bunca keyifle. Kimi
zaman sabah yürüyüşlerine çıktım; gün doğduktan hemen sonra, kimi zaman
akşam yürüyüşlerine çıktım; gün batmadan daha. Nice güzelliği çektim
içime; telaşla ve hızla, nice güzelliği işledim içimde; sabırla ve
yavaşça.
Çok yol
aldım bu Eylül’de. Öyle yollar ki; cümle sokakları içime çıkan, beni
derûnume saklayan. Çok keşifler yaptım bu Eylül’de. Aşığını maşuğuna
bağlayan, deli divane kılacak kadar çarpan.
Ağaçlar
keşfettim. Etkileyici, üstelik de değişken çiçekli. Öyle ki; hamken mor,
olgunken pembe, pişmişken fuşya, dökülmeye yüz tutarken maviye çalan,
döküldüğünde ise tastamam mavi olan çiçekleri ile enfesti. Sıradan taş
bir kaldırımı dahi, masmavi çiçekleriyle donatan ve büyülü bir hale
sokacak kadar etkileyici. Üstelik sadece Eylül’e ait olan.
Ağaçlar keşfettim. Bembeyaz çiçekli. Serin Eylül rüzgarında salınan; sade ve narin bir gelin gibi.
Ağaçlar
keşfettim. Kiminin heybetli gövdesi, kiminin yapraklarının muhteşem
mürdüm rengi avare etti beni. Kiminin çatlaklarını, kiminin yapraklarını
okşadım, sevdim. Dokunmak, hissetmek ne özel histi.
İstanbul’u
keşfettim. Öyle bir şehir ki; her demi, her yeri ayrı ayrı öpülesi,
koklanası ve sevilesi. Ve öyle mübarek bir şehir ki; en sıradan hal bile
onda büyülü bir şölene dönüşüyor gibi. Berrak sabahları kadar puslu
sabahları da görülmeye değerdi. Hele ki eşsiz günbatımları muhteşemdi. O
şehr-i İstanbul ki, yine, yeni, yeniden keşfettikçe mest etti beni.
Üstelik öylesine azıyla bunu başardı ki. Kimbilir, çok yerini görsem
halim niceydi.
Kitaplar
keşfettim. Eski günlerdeki tekdüzeliğimin aksine, HAYAT gibi;
bolçeşnili, her telden en az bir tane. Öyle coştu ki içim, beni
kitaplara götüreni sevdim, kitaplara layık bulunduğum için kendimi
sevdim.
Keşfettiklerimi tekrar keşfettim. Bu görsel şölenle defalarca kendimden geçtim.
Kendimi
keşfettim. Oturup da deniz kenarına, bir elimde kitabım, bir elimde
çayımla. Ha, bir de günün anlam ve önemine binaen yaktığım iki çift
sigarayla. Baktım sonsuz enginliğe, daldım derinliğine. Sanki sırtıma
yük olan ne varsa bıraktım akıntıya. Hafifledim, hafifledim, hafifledim.
Hasılı iyi hissettim.
Hoşçakal bana çok şeyi yadigar bırakan, son Eylül! Hoşçakal!
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder