Küçükken
çok büyük bir korkum vardı benim; ya diyordum ben birinin rüyasını
yaşıyorsam. Ya uyandığımda berbat bir dünyaya uyanırsam. Hatta dünyadan
çok farklı, kapkaranlık bir ortamda kendimi bulursam. Ya insan değil de
bir yaratıksam? Ya uzun bir rüyaysa bu yaşadığım ve esasında kabus dolu
bir hayatta yapayalnızsam, annem, babam, kardeşlerimden yoksunsam ve
dahası insanımsı bir tek canlı yoksa ve daha dahası ben de ne idüğü
belirsiz bir canlıysam yahut bir organizmaysam? Korkunç değil mi?
Sofi’nin Dünyası kitabında
biraz küçüklüğüme gitmiştim. Felsefe yerine, Sofi’nin dünyalar arası
geçişinde, korkulara odaklanmıştım. Ama en çok Matrix filmini
izlediğimde dehşete kapılmıştım. Sanki filmin senaryosu benim küçüklük
kabusumdan çalınmıştı. Neo, mutlu mesut yaşarken birden yaşadıklarının
tastamam uydurma olduğunu farkediyor ve uyandığı dünya korkunç oluyor.
Sisli, puslu, gri bir dünya, herşey gri, yemekleri dahi. Garip bir gemi
içinde oldukları ve türlü çatışmalar. Neo bile şanslıydı zira etrafında
kendi gibiler vardı, benim kabusumda onlar bile yoktu.
Bu gece KarmaşıkSarmaşığım gitme bahsi
üzerine şunu yazmış: Bu rüya bir gün bitecekti biliyordum, gitme de az
daha sürsün! Ve okurken daha, dilime dolandı Fikret Kızılok’un şu
parçası:
“Rüya bütün çektiğimiz, rüya kahrım, rüya zindan…
Nasıl da yılları buldu, bir mısra boyu macera…
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi, bilmezler nasıl sevdik.
İki yitik hasret, iki parça can!…”
Bizi anlatıyordu sanki tüm bu mısralar. Parçanın adı da: İki Parça Can. Bizim gibi. Birçoğumuz gibi…
Düşündüm gecenin bir yarısı: esasen
hayat; rüyaların binlercesinin toplamından ibaret değil midir? Bazen
uyanmak istemeyeceğimiz kadar; hayal gibi güzel, bazen hemen uyanmak
isteyeceğimiz kadar; alacakaranlık kuşağı gibi korkunç. Belki bu
geçiciliği düşünüp kendimizi; nefsimizi fazla ciddiye almamak gerek! Bir
rüyayı, bir hayali çok da büyütmemek gerek! Hakikate odaklanmak gerek!
Ve bu yolda çelme takan ne varsa, her tür mahlukatı; eşyayı, insanı,
olayı, sille tokat atmak gerek! Biri bana şunu demiş, öteki buna
çemkirmiş, aman bu bana ağır gelmiş, şunu yapmak önemliymiş, şöyle
kazanmak gerekliymiş, sağa dönmeliymiş, yok sol daha iyiymiş, belki de
hepsini boşvermeliymiş. Elbette mümkünse. Lakin rüya bile olsa,
içindeyken değil midir ki, çok ciddiye alıyoruz o an olanları. O misal
halimiz.
Oysa -De öte git nefsim!- demek gerek!
Öte git benden! Hiç de mühim değil bahsettiklerin! Beni kopyalanmış ucuz
oyunlarla oyalama, hakikate giden yoldan şaşmamam gerek demek gerek!
Ve elbette kendimizi ciddiye almazken,
başkasına hiç ilişmemek gerek! Bir başkası şusunu düzeltmeliymiş, aman
şurası eğriymiş, dur bakayım şurda hata etmişmiş, hiç ama hiç oralı
olmamak gerek!
Kendine bunları hiç demediği gibi,
hörgücündeki eğriyi görmediği gibi, gelene gidene ders verene, anını
kollayıp fırsat bekleyene ise -önümüze gelene bin tekme- demek gerek! Ve
usulca yanından kalkıp gitmek gerek!
Gitmek gerek! Ama buruk, çok buruk içim.
Çok sevdiğim var burada, karşıma çıkarıldıkları için çokça
şükrettiğim.. Elma yarım dediklerim, bilge yanım dediklerim, kimi şen
kahkaham, kimi sofistike yanım, çokça sevdiklerim. Çok şey aldığım,
onlarla değiştiğim, geliştiğim. Ya diyor içimdeki ses, henüz karşına
çıkarılmayanları, düşünmeyecek misin onları? Sonra bir ses, illa ki
bulursunuz birbirinizi diyor.. Hasılı, laf olsun diye yahut şuursuzca
yahut fitnecilikle, her ne şekilde olursa olsun gitme yoluna sevk
edenlere kızgınım hala. Ümidim; şer görünende büyük bir hayrın olacak
olmasında. İnşaallah!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder