1 Ağustos 2011 Pazartesi

İkaz!



Geçen Cumartesiydi. Bir önceki gün deniz kıyısına gitmiştik maaile. Bende fenalık ve baygınlık hissi başgösterince, gittim oturdum denizi gören bir tepeye. Kerim yanıbaşımda, deliksiz bir uykuya daldı pusetinde. Selim ile İlter denizin, ben de gölgenin ve ılık esintinin tadını çıkardım keyfimce.
Ertesi gün İlter şehir dışına gitti gene. Evde bir bunalma hali oluştu haliyle, çocuklar içim özellikle. Onca havadar günün ardından, dört duvar arasında, nöbet geçirir gibi bir gidip bir gelen anne eşliğinde hem de. Kahvaltıda evdeki buhran bilhassa benim için zirve yaptı. Kerim boyuna kaşığını itekliyor, Selim kah karnım ağrıyor, kah ağzım yoruluyor, kah boğazım ağrıyor diyerek türlü manevralara girişiyordu. Bir müddet bu keşmekeşliği ve çilekeşliği idare etmeye çalışan ben, girdiğim darboğazdan çıkamayınca delirme alametleri başgösterdi. İçimdeki Zincirlenmiş Hayvanın ayak seslerini duydum peşisıra, korkuyla. Hışımla her ikisinin de tabağını kaldırdım. Selim başına gelen felaketi anlayınca tabağını götürmemem için adeta yalvarmaya başladı. Ancak önceki tiksinç denemelerinden gayet iyi biliyordum ki, bu tabak geri konsa dahi ye-me-ye-cek ve bu olay hiç yaşanmamış gibi kıvranmaya devam edecekti. Bu durumda ben, ipleri içimdeki hayvana teslim ederek, tüm makul yetilerimi kaybedecek ve eskisinden daha da öfkeli ve deli bir hale gelcektim. Bu yüzden muftağa doğru yönelmişken, eteğimden çekiştiren Selim’e karşı hiç istifimi bozmadım. Ya da bozmamış gibi yaparak içimdeki hayvanı uyutmaya çalıştım.
Önceki gün evden apar topar çıkmalarımıza mukabil ortalığın bulamaç olmuş hali, bir günlük deniz sefasında bile oluşan kirli çamaşır yığını, mutfağın savaştan çıkmışcasına talan edilmişliği, evin derbederliği, çocukların sevimsizliği aylardır devam eden isteksizliğim, keyifsizliğimin üzerine tuz biber eken nafile ısrarların devam etmesiyle, içimde zorlukla zaptetmeye çalıştığım Zincirlenmiş Hayvanı daha fazla tutamadım. Bu noktadan sonra göz gözü görmez oldu evde. Sanki karşımda benim canım değil de, canıma kast eden biri varmış gibi davrandım. Kah bağırdım, kah ağladım, kah elime geçenleri fırlattım ve sürekli söylendim durdum. Hele ki Selim’in -boğazım ağrıyor- demelerine hiç aldırmadım. Doğru mu, değil mi bilemediğim bir durumda, ben -doğru değil-den yana kullandım hakkımı. Günün anlam ve önemine ve deliliğime binaen.
O Pazar kendime kahrettim. İçimdeki o zehir zemberek kütleye; Zincirlenmiş Hayvana kahrettim. Durumuma kahrettim. Etramızda olup da -halin nicedir- demeyen tüm aile erkanına kahrettim. Bir posta da İlter’i aradım ona veryansın ettim. -Bundan böyle aman çocuklarını çok seviyoruz, n’olur görelim- demesin kimseler dedim. Tamam, çocuklarımıza bakmak zorunda değiller elbette ama hiç olmazsa riyakarlık etmesinler dedim. Dualar ediyorum buradan gitmek için dedim. Hiç olmazsa yurtdışında bu yalnızlığı kabulleniyordum dedim. Burada çemkirmek istemiyorum birilerine dedim. Dedim de dedim hasılı.
Eskiden olsa bir kızgınlık anından sonra yatışan ve gayet pişmanlık içinde kıvranan ben, bu kez tüm gün çirkefliğe devam ettim. Ve çocukların el ayak çektiği gecenin sessizliğinde bile Zincirlenmiş Hayvanın hırıltılarını işittim. Bu hırıltılara bir de boğazda yanma, acı ve yutkunma belirtisi eklendi. Ve bir kez daha anladım ki, Selim’in -boğazım ağrıyor- demelerini yememe bahanesi saydığım için başıma bu gelmekteydi. Ya da en iyi ihtimalle doğru mu, yalan mı ikilemine bu şekilde son verilmekteydi.
Ertesi sabah berbat hisler içinde güne uyandım. Hem fiziken hem ruhen berbat durumdaydım. Zira boğazım kaskatı kesilmiş ve adeta felce uğramış gibiydi. Anlaşılan Faranjit tavan yapmıştı. Halsizdim, her türlü meymenetsizdim velhasıl. Evin ve çocukların zaruri ihtiyaçları zorlukla giderdim. Selim’i okula yolladım. Akşama kadar bir terlerdim bir buz kestim. Kıvrandım durdum hasılı.
Akşama doğru biraz daha iyiceydim. Selim’i aşağıdan aldım. Ortalığı dertop ettim. Çamaşırları astım. Gözüme batan toz kütlelerini zihnimden uzaklaştıramayınca silme, süpürme işine giriştim kabaca. Çocukların yemekleri ve diğer ihtiyaçları da hallolunca  rahatlamış olarak bilgisayarın başına koyuldum. Çocuklar kendi halinde idi. Ne ben onlara iliştim, ne onlar beni rahatsız etti. Derken yerimden kalktım ve az önce silip süpürdüğüm yerlerde bir takım benekler gördüm. Birden içime bir şüphe düştü ve şükürler olsun ki düştü de, tozları elimde almaya kalkmadım. Derhal Kerim’e koştum; ve evet düşündüğüm şeydi, Kerim kaka yapmıştı. Ve paçaları epeyce geniş şortundan aşağıya doğru süzülmüştü o parçacıklar. Onu temizlemeye uğraşırken bir yandan devamlı ahu vah ediyor, bir yandan da silüet halinde durmadan evde gezdiği anları hatırlıyordum. Selim’i ve Kerim’i temizleyip bertaraf ettikten sonra evde kaka avına çıktım. Evet, evde her yeri gezmiş, her yerde kendinden (!) bir iz bırakmıştı ne yazık ki. Hatta gezdiği yerleri Hansel ve Gretel misali takip etmem olası idi. Ancak ne yazık ki bizim evdekiler pek de sevimli bir takip değildi. Salon,  koridor, mutfak, yatak odası nerde ne halı, kilim varsa derhal kaldırdım. Koltuklardaki izleri görünce bir de onlara giriştim. Şimdi evimiz halısız, kilimsiz düpedüz! Hala yıkamadan gelmediler nitekim.
Başıma gelen olumsuzluklarda, neden diye sorgularım ya hani; bu kez olaylar pek sorgulamaya gerek bırakmadı. Durum son derece aşikardı; Selim’e haksızlık etmiştim. Gerçek mi, yoksa bahane mi bilemediğim -boğaz ağrısı- hikayesi bana bu şekilde bildirilmişti. Zaten hep böyle değil miydi, ne zaman ben yahut İlter Selim’e haksızlık etsek, Merhametlilerin Merhametlisi mutlaka gönlünü alacak birşeyler gönderir ve sanki bir yolla illa bizi ikaz ederdi.
Bunlar da ilginizi çekebilir:

Hiç yorum yok: