Geçen Cumartesiydi.
Bir önceki gün deniz kıyısına gitmiştik maaile. Bende fenalık ve
baygınlık hissi başgösterince, gittim oturdum denizi gören bir tepeye.
Kerim yanıbaşımda, deliksiz bir uykuya daldı pusetinde. Selim ile İlter
denizin, ben de gölgenin ve ılık esintinin tadını çıkardım keyfimce.
Ertesi gün İlter şehir dışına gitti
gene. Evde bir bunalma hali oluştu haliyle, çocuklar içim özellikle.
Onca havadar günün ardından, dört duvar arasında, nöbet geçirir gibi bir
gidip bir gelen anne eşliğinde hem de. Kahvaltıda evdeki buhran
bilhassa benim için zirve yaptı. Kerim boyuna kaşığını itekliyor, Selim
kah karnım ağrıyor, kah ağzım yoruluyor, kah boğazım ağrıyor diyerek
türlü manevralara girişiyordu. Bir müddet bu keşmekeşliği ve çilekeşliği
idare etmeye çalışan ben, girdiğim darboğazdan çıkamayınca delirme
alametleri başgösterdi. İçimdeki Zincirlenmiş Hayvanın
ayak seslerini duydum peşisıra, korkuyla. Hışımla her ikisinin de
tabağını kaldırdım. Selim başına gelen felaketi anlayınca tabağını
götürmemem için adeta yalvarmaya başladı. Ancak önceki tiksinç
denemelerinden gayet iyi biliyordum ki, bu tabak geri konsa dahi
ye-me-ye-cek ve bu olay hiç yaşanmamış gibi kıvranmaya devam edecekti.
Bu durumda ben, ipleri içimdeki hayvana teslim ederek, tüm makul
yetilerimi kaybedecek ve eskisinden daha da öfkeli ve deli bir hale
gelcektim. Bu yüzden muftağa doğru yönelmişken, eteğimden çekiştiren
Selim’e karşı hiç istifimi bozmadım. Ya da bozmamış gibi yaparak
içimdeki hayvanı uyutmaya çalıştım.
Önceki gün evden apar topar
çıkmalarımıza mukabil ortalığın bulamaç olmuş hali, bir günlük deniz
sefasında bile oluşan kirli çamaşır yığını, mutfağın savaştan
çıkmışcasına talan edilmişliği, evin derbederliği, çocukların
sevimsizliği aylardır devam eden isteksizliğim, keyifsizliğimin üzerine
tuz biber eken nafile ısrarların devam etmesiyle, içimde zorlukla
zaptetmeye çalıştığım Zincirlenmiş Hayvanı
daha fazla tutamadım. Bu noktadan sonra göz gözü görmez oldu evde.
Sanki karşımda benim canım değil de, canıma kast eden biri varmış gibi
davrandım. Kah bağırdım, kah ağladım, kah elime geçenleri fırlattım ve
sürekli söylendim durdum. Hele ki Selim’in -boğazım ağrıyor- demelerine
hiç aldırmadım. Doğru mu, değil mi bilemediğim bir durumda, ben -doğru
değil-den yana kullandım hakkımı. Günün anlam ve önemine ve deliliğime
binaen.
O Pazar kendime kahrettim. İçimdeki o
zehir zemberek kütleye; Zincirlenmiş Hayvana kahrettim. Durumuma
kahrettim. Etramızda olup da -halin nicedir- demeyen tüm aile erkanına
kahrettim. Bir posta da İlter’i aradım ona veryansın ettim. -Bundan
böyle aman çocuklarını çok seviyoruz, n’olur görelim- demesin kimseler
dedim. Tamam, çocuklarımıza bakmak zorunda değiller elbette ama hiç
olmazsa riyakarlık etmesinler dedim. Dualar ediyorum buradan gitmek için
dedim. Hiç olmazsa yurtdışında bu yalnızlığı kabulleniyordum dedim.
Burada çemkirmek istemiyorum birilerine dedim. Dedim de dedim hasılı.
Eskiden olsa bir kızgınlık anından sonra
yatışan ve gayet pişmanlık içinde kıvranan ben, bu kez tüm gün
çirkefliğe devam ettim. Ve çocukların el ayak çektiği gecenin
sessizliğinde bile Zincirlenmiş Hayvanın hırıltılarını işittim. Bu
hırıltılara bir de boğazda yanma, acı ve yutkunma belirtisi eklendi. Ve
bir kez daha anladım ki, Selim’in -boğazım ağrıyor- demelerini yememe
bahanesi saydığım için başıma bu gelmekteydi. Ya da en iyi ihtimalle
doğru mu, yalan mı ikilemine bu şekilde son verilmekteydi.
Ertesi sabah berbat hisler içinde güne
uyandım. Hem fiziken hem ruhen berbat durumdaydım. Zira boğazım kaskatı
kesilmiş ve adeta felce uğramış gibiydi. Anlaşılan Faranjit tavan
yapmıştı. Halsizdim, her türlü meymenetsizdim velhasıl. Evin ve
çocukların zaruri ihtiyaçları zorlukla giderdim. Selim’i okula yolladım.
Akşama kadar bir terlerdim bir buz kestim. Kıvrandım durdum hasılı.
Akşama doğru biraz daha iyiceydim.
Selim’i aşağıdan aldım. Ortalığı dertop ettim. Çamaşırları astım. Gözüme
batan toz kütlelerini zihnimden uzaklaştıramayınca silme, süpürme işine
giriştim kabaca. Çocukların yemekleri ve diğer ihtiyaçları da
hallolunca rahatlamış olarak bilgisayarın başına koyuldum. Çocuklar
kendi halinde idi. Ne ben onlara iliştim, ne onlar beni rahatsız etti.
Derken yerimden kalktım ve az önce silip süpürdüğüm yerlerde bir takım
benekler gördüm. Birden içime bir şüphe düştü ve şükürler olsun ki düştü
de, tozları elimde almaya kalkmadım. Derhal Kerim’e koştum; ve evet
düşündüğüm şeydi, Kerim kaka yapmıştı. Ve paçaları epeyce geniş
şortundan aşağıya doğru süzülmüştü o parçacıklar. Onu temizlemeye
uğraşırken bir yandan devamlı ahu vah ediyor, bir yandan da silüet
halinde durmadan evde gezdiği anları hatırlıyordum. Selim’i ve Kerim’i
temizleyip bertaraf ettikten sonra evde kaka avına çıktım. Evet, evde
her yeri gezmiş, her yerde kendinden (!) bir iz bırakmıştı ne yazık ki.
Hatta gezdiği yerleri Hansel ve Gretel misali takip etmem olası idi.
Ancak ne yazık ki bizim evdekiler pek de sevimli bir takip değildi.
Salon, koridor, mutfak, yatak odası nerde ne halı, kilim varsa derhal
kaldırdım. Koltuklardaki izleri görünce bir de onlara giriştim. Şimdi
evimiz halısız, kilimsiz düpedüz! Hala yıkamadan gelmediler nitekim.
Başıma gelen olumsuzluklarda, neden diye
sorgularım ya hani; bu kez olaylar pek sorgulamaya gerek bırakmadı.
Durum son derece aşikardı; Selim’e haksızlık etmiştim. Gerçek mi, yoksa
bahane mi bilemediğim -boğaz ağrısı- hikayesi bana bu şekilde
bildirilmişti. Zaten hep böyle değil miydi, ne zaman ben yahut İlter
Selim’e haksızlık etsek, Merhametlilerin Merhametlisi mutlaka gönlünü
alacak birşeyler gönderir ve sanki bir yolla illa bizi ikaz ederdi.
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder