7 Temmuz 2011 Perşembe

Eşyadan Azade

Eskiden evimin bir duvarını kaplayan irice bir kitaplığım vardı. Özene bezene kategorileştirip dizdiğim, önlerinden her geçişte selam verdiğim ve bazen öpüp koklayarak sevdiğim kitaplar ve filmlerden oluşan. Arşivimin tümü kıymetliydi ama göz hizama gelen bir raf vardı ki, o gözbebeğimdi. Orada en sevdiğim kitaplar vardı; Dostoyevski'nin tüm kitapları, Camus'nun, Oğuz Atay'ın, Kafka'nın, Goethe'nin, Karen Horney'in kitapları, Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ı ve bir türlü vuslata eremediğim Ulysses! Bu kitapları diğerlerinden ayıran en önemli özellik şeffaf bir kapla kaplanmış olmalarıydı zira bunlar değerlimdi, kıymetlimdi ve başlarına bir zeval gelmesin istemediklerimdi.
Evimin bu bölmesinden hiçbirşeyi, hiçbir kimseye vermek istemezdim. Biri, içlerinden birini almak istese hemen huzursuzlanır ve vermeyi istemediğime dair tüm alametleri gösterirdim. Buna rağmen fire vermişsem kendimi yerdim. Ki -sakınan göze çöp batar- misali, uykularımı kaçıran kitap yahut film ya bir daha geri gelmez ya da öyle perperişan geri gelirdi ki keşke gelmeseydi, derdim.
Yine aynı dönemde ince porselenden çok kıymetli iki kahve fincanım vardı. İlter'in annesinden kalma. Onlardan kahve içmek en büyük keyfimdi. Yalnız bu fincanları kullanmak da ayrı bir dertti. Zira bu fincanların başına zeval gelsin istemediğimden, kirlide bekletmek olmazdı ve derhal yıkamak gerekirdi.
Ülkenin ikinci büyük krizini geçirdiği ve benim de işsizliğimin katmerlendiği zamanlardı. Sanırım bu durumda anormalleşmek de normaldi. Belki de bu yüzden anormalliğimi farketmedim. Ta ki o çok sevdiğim fincanı yıkadığım güne dek.
Bir gün az önce kahvemi bitirdiğim fincanı yıkamaya giriştim ve nasıl oldu bilmem fincan elimden kaydı. O bir saniyelik düşme hareketi zihnimde bir kaç saate denk geldi. Her hareketi takip etti gözlerim ve buna eşlik etti düşüncelerim. Fincan ağır çekimde düşerken, ben 'Bundan sonra ne olacak, onsuz nasıl yaşayacağım, bu durumu nasıl kabulleneceğim?' soruları ile cebelleştim. Fincan halıya değil de yere isabet etmek üzereyken onunla birlikteliğimizin sonuna geldiğimi dehşetle izledim. Ve -çtonk, drank! drunk! çatırt! gacırt!- sesleri ile ağır çekimden çıktı film,  fincan un ufak oldu. O an şoka girmişim. Öyle olur ya hani; bu şok vesilesiyle korumaya alır beden ve akıl sağlığı kendini. Geçen süre zarfında önce 'rüya hatta kabus bu', dediğinizin giderek gerçekliğini kabullenirsiniz. Tam öyle oldu. Ve birden şokla birlikte hiç tanık olmadığım bir duygu kapladı içimi. RA-HAT-LA-MIŞ-TIM! Evet, üzüntü hissetmiyordum, yokluk, yoksunluk hissetmiyordum tam aksine oldukça rahatlamıştım.
Fincanın üzerime kurduğu baskıdan ve benden ziyade onun bana sahiplik yapmasından kurtulmuştum. O günden sonra sevdiklerimi bire birer düşürdüm(!). Elimden kayar gibi olduklarında tutmaya uğraşmadım, sağa düştüklerinde sola yöneldim, sola düştüklerinde sağa. Bile bile düşüremedim tek. Kimbilir belki de yaptım da kendimi düştüklerine inandırdım.
O gün dönüm noktası oldu bende. Anormalliklerim birer birer ayyuka çıktı gözümde. Koltuk örtülerini, yastıklarını bozmamak için sandalye üstlerinde vakit geçirmelerim, kitapları ve filmleri, evdeki değerli(!) süs eşyalarını kendime -efendi- seçmelerimi anormallik olarak kabul ettim. Üstüne bir de Moskova'ya yerleşme fikri doğunca eşyadan tamamen azade kesildim. Önce en sevdiklerimden başladım. En can yakanları vererek, obsesifliğimin ya da daha makul bir terimle eşyaya köleliğimin kalbini sökecektim. Ve kitaplarımı Selimiye Kütüphanesi'ne bağışladım. Gözde rafıma kıyamadım tek. Zira onlarda köşe bucağa iliştirilmiş kişisel notlarım, hissiyatlarıma dair karalamalarım vardı. Filmcilere gidip siparişler vererek özenerek edindiğim filmleri, müzik cdlerini hepsini ama hepsini verdim. Sadece Janis Joplin'i ve Buena Vista Social Club'ı veremedim. Onları da yanıma aldım. Ev eşyalarımı dağıttım. Geriye evi eşyayla kiraya vermek kaldı. Onu da yaptım.
Bu yüklerden azade olmak bana kendimi kuş gibi hissettirdi ve göçmeyi sevdirdi. Aklımı ardımda bırakacak, beni hapsedecek ve avucuna alıp oyuncağı ve dahi kölesi yapacak kadar değerli(!) eşyadan uzak durmayı ve gitmek bahsi olduğunda, bir kaç valize sığacak kadar eşyaya güvenip, rahatça -gidelim- demeyi, kısaca hafifliği böyle böyle sevdim.
İşte o gün bugündür ev ne zaman eşyadan yana çoğalsa, atamadıklarım artsa bir sıkıntı kaplıyor içimi. Moskova'dan Petersburg'a taşındığımızda büyük bir kısım eşyayı bıraktım. Bir kısmı da çalındı. Petersburg'dan İstanbul'a taşındığımızda ne var ne yok bıraktık. Bir kaç valizle döndük buraya.  Sıfırdan ev kurduk. Giysi dolaplarının, televizyon dolabının boş bölmeleri huzur verdi bana. Ama ne zaman ki sıkışmaya başladı eşyalar, dolap kapakları zorlanır oldu ve birşeyler üst üste kondu işte o zaman huzursuzluğum arttı. İşte İkinci El fikri de böylece doğdu. Hele ki bebek eşyaları nerdeyse yepyeni atıl oluyorken ve bunlar için ciddi bir bütçe harcıyorken geri dönüşüm vazgeçilmezdi.
Tabi benim burda da ölçüyü kaçırmam an meselesi. Nitekim evi avcı gibi gözler oldum. Hele Selim ve Kerim'in eşyaları artık bir başka görünüyor gözüme.. Gözüm hep üstlerinde. Yakında evi de satılığa çıkarırsam şaşırmayın!
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Resim: Fight Club Filminden. Eşya mı bize sahip, biz mi ona diye haykıran güçlü bir etkisi vardır bende.

Hiç yorum yok: