Eskiden
evimin bir duvarını kaplayan irice bir kitaplığım vardı. Özene bezene
kategorileştirip dizdiğim, önlerinden her geçişte selam verdiğim ve
bazen öpüp koklayarak sevdiğim kitaplar ve filmlerden oluşan. Arşivimin
tümü kıymetliydi ama göz hizama gelen bir raf vardı ki, o gözbebeğimdi.
Orada en sevdiğim kitaplar vardı; Dostoyevski'nin tüm kitapları,
Camus'nun, Oğuz Atay'ın, Kafka'nın, Goethe'nin, Karen Horney'in
kitapları, Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ı ve bir türlü vuslata
eremediğim Ulysses!
Bu kitapları diğerlerinden ayıran en önemli özellik şeffaf bir kapla
kaplanmış olmalarıydı zira bunlar değerlimdi, kıymetlimdi ve başlarına
bir zeval gelmesin istemediklerimdi.
Evimin
bu bölmesinden hiçbirşeyi, hiçbir kimseye vermek istemezdim. Biri,
içlerinden birini almak istese hemen huzursuzlanır ve vermeyi
istemediğime dair tüm alametleri gösterirdim. Buna rağmen fire vermişsem
kendimi yerdim. Ki -sakınan göze çöp batar- misali, uykularımı kaçıran
kitap yahut film ya bir daha geri gelmez ya da öyle perperişan geri
gelirdi ki keşke gelmeseydi, derdim.
Yine
aynı dönemde ince porselenden çok kıymetli iki kahve fincanım vardı.
İlter'in annesinden kalma. Onlardan kahve içmek en büyük keyfimdi.
Yalnız bu fincanları kullanmak da ayrı bir dertti. Zira bu fincanların
başına zeval gelsin istemediğimden, kirlide bekletmek olmazdı ve derhal
yıkamak gerekirdi.
Ülkenin
ikinci büyük krizini geçirdiği ve benim de işsizliğimin katmerlendiği
zamanlardı. Sanırım bu durumda anormalleşmek de normaldi. Belki de bu
yüzden anormalliğimi farketmedim. Ta ki o çok sevdiğim fincanı yıkadığım
güne dek.
Bir
gün az önce kahvemi bitirdiğim fincanı yıkamaya giriştim ve nasıl oldu
bilmem fincan elimden kaydı. O bir saniyelik düşme hareketi zihnimde bir
kaç saate denk geldi. Her hareketi takip etti gözlerim ve buna eşlik
etti düşüncelerim. Fincan ağır çekimde düşerken, ben 'Bundan sonra ne olacak, onsuz nasıl yaşayacağım, bu durumu nasıl kabulleneceğim?'
soruları ile cebelleştim. Fincan halıya değil de yere isabet etmek
üzereyken onunla birlikteliğimizin sonuna geldiğimi dehşetle izledim. Ve
-çtonk, drank! drunk! çatırt! gacırt!- sesleri ile ağır çekimden çıktı
film, fincan un ufak oldu. O an şoka girmişim. Öyle olur ya hani; bu
şok vesilesiyle korumaya alır beden ve akıl sağlığı kendini. Geçen süre
zarfında önce 'rüya hatta kabus bu', dediğinizin giderek gerçekliğini
kabullenirsiniz. Tam öyle oldu. Ve birden şokla birlikte hiç tanık
olmadığım bir duygu kapladı içimi. RA-HAT-LA-MIŞ-TIM! Evet, üzüntü
hissetmiyordum, yokluk, yoksunluk hissetmiyordum tam aksine oldukça
rahatlamıştım.
Fincanın
üzerime kurduğu baskıdan ve benden ziyade onun bana sahiplik
yapmasından kurtulmuştum. O günden sonra sevdiklerimi bire birer
düşürdüm(!). Elimden kayar gibi olduklarında tutmaya uğraşmadım, sağa
düştüklerinde sola yöneldim, sola düştüklerinde sağa. Bile bile
düşüremedim tek. Kimbilir belki de yaptım da kendimi düştüklerine
inandırdım.
O
gün dönüm noktası oldu bende. Anormalliklerim birer birer ayyuka çıktı
gözümde. Koltuk örtülerini, yastıklarını bozmamak için sandalye
üstlerinde vakit geçirmelerim, kitapları ve filmleri, evdeki değerli(!)
süs eşyalarını kendime -efendi- seçmelerimi anormallik olarak kabul
ettim. Üstüne bir de Moskova'ya yerleşme fikri doğunca eşyadan tamamen
azade kesildim. Önce en sevdiklerimden başladım. En can yakanları vererek, obsesifliğimin ya da daha makul bir terimle eşyaya köleliğimin kalbini sökecektim.
Ve kitaplarımı Selimiye Kütüphanesi'ne bağışladım. Gözde rafıma
kıyamadım tek. Zira onlarda köşe bucağa iliştirilmiş kişisel notlarım,
hissiyatlarıma dair karalamalarım vardı. Filmcilere gidip siparişler
vererek özenerek edindiğim filmleri, müzik cdlerini hepsini ama hepsini
verdim. Sadece Janis Joplin'i ve Buena Vista Social Club'ı veremedim.
Onları da yanıma aldım. Ev eşyalarımı dağıttım. Geriye evi eşyayla
kiraya vermek kaldı. Onu da yaptım.
Bu yüklerden azade olmak bana kendimi kuş gibi hissettirdi ve göçmeyi sevdirdi.
Aklımı ardımda bırakacak, beni hapsedecek ve avucuna alıp oyuncağı ve
dahi kölesi yapacak kadar değerli(!) eşyadan uzak durmayı ve gitmek
bahsi olduğunda, bir kaç valize sığacak kadar eşyaya güvenip, rahatça
-gidelim- demeyi, kısaca hafifliği böyle böyle sevdim.
İşte
o gün bugündür ev ne zaman eşyadan yana çoğalsa, atamadıklarım artsa
bir sıkıntı kaplıyor içimi. Moskova'dan Petersburg'a taşındığımızda
büyük bir kısım eşyayı bıraktım. Bir kısmı da çalındı. Petersburg'dan
İstanbul'a taşındığımızda ne var ne yok bıraktık. Bir kaç valizle döndük
buraya. Sıfırdan ev kurduk. Giysi dolaplarının, televizyon dolabının
boş bölmeleri huzur verdi bana. Ama ne zaman ki sıkışmaya başladı
eşyalar, dolap kapakları zorlanır oldu ve birşeyler üst üste kondu işte o
zaman huzursuzluğum arttı. İşte İkinci El
fikri de böylece doğdu. Hele ki bebek eşyaları nerdeyse yepyeni atıl
oluyorken ve bunlar için ciddi bir bütçe harcıyorken geri dönüşüm
vazgeçilmezdi.
Tabi
benim burda da ölçüyü kaçırmam an meselesi. Nitekim evi avcı gibi
gözler oldum. Hele Selim ve Kerim'in eşyaları artık bir başka görünüyor
gözüme.. Gözüm hep üstlerinde. Yakında evi de satılığa çıkarırsam
şaşırmayın!
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Resim: Fight Club Filminden. Eşya mı bize sahip, biz mi ona diye haykıran güçlü bir etkisi vardır bende.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder