Güzel
girişli, nizami ve az katlı binalar… Şehir dışında bile binalar bitişik
nizam, eşit ve az katlıydı ve bir şehri düzgün gösteren şeylerin
başında geliyor bence bu nizam.
Şehrin sokaklarında gezerken her an, her yerde ansızın karşınıza çıkan kanallar ve kanal boyunca uzanan temiz manzaralar…
Kent tanımı düştü aklıma Amsterdam’ı görünce… Bana göre şehir ve kent iki farklı kelime… Amsterdam kent!Ve bunun da en güzel örneği New York’ta Central Park (Central Park Hatırası yazısı ve bol fotoğraf için tık tık) , Londra’da Hyde Park (Bu konudaki iki yazı için; tık ve tık) gibi şehrin ortasında bir vaha gibi duran Vondelpark ve parkın güzelliği…
Kanal
manzaraları, kayıklar, ışıklı ve sıcak evler… Suya yansımalar,
bisikletler, güzel sokak lambaları ve bunların tatlı ışıkları…
Kerim’e -a anne bak golden (altın)
bisiklet- dedirten bisiklet, içimi hüzün ve huzurla dolduran sokak
lambaları ve bunların tatlı ışıkları…
Ve
bu merkezin çevrelenmiş olduğu müzeler diyarı… hele Van Gogh, ah Van
Gogh… Soğuk ve yağmur altında, önünde 2 saate yakın sıranın gelmesini
beklediğim müze… Değdi mi, mızmızlanan iki çocukla cümle zorluğuna
rağmen, ziyadesiyle!
Şehrin merkezindeyken, müzeler çevresinde bir adım ötede duran devasa parkta karşıma çıkartılan eşsiz manzaralar…
Merkeze kurulan buz pisti, ama daha ötesi pistin kenarlarına kurulmuş mozaik küreler, bayıldığım desenler, resimler, renkler…
Şehrin parlak ışıkları, Yeni yıl ışıklandırmaları, kalabalık ve şenlik havası…
Ve diğerleri…
Burası Amsterdam’ın biraz dışında
kaldığımız yerden bir ev. Her evin kendine ait arka ve ön bahçesini
geçtim, önünde akan dereleri ve şahsileştirilmiş minik gölleri, içinde
kuğuları ve eve girmek için minik köprülerin olduğu bir yerdi. Evlerin
çoğunluğu devasa pencerelere sahipti. Tıpkı hayallerimdeki gibi. Üstelik
Aralık ayıydı ve her yer ışıl ışıldı. Bu dev pencerelerden evlerin
ışıldayan içlerini de görebiliyordum. Kiminde kalabalık yemekler
yeniyordu, sahiden masal gibiydi. Utanmasam karşılarına oturup mutlu
çocuk hikayeleri türetecektim ama yazık ki fotoğraflarını bile
çekemedim. Oysa çok içim gitti. İ. ye dediğim gibi dünya cenneti böyle
birşey olsa gerek. Üstelik tek kişinin veya bir zümrenin özelinde olan
bir cennet değil toplumun olağanca yaşadığı bir cennet. Benim için buydu
önemli olan. Yoksa bizde nefis yalılarda yaşayan insanlar var, dünyada
hemen her ülkede harikulade villalarda yaşayanlar var mesele bu yaşam
biçiminin, bu masalsılığın ve sıcaklığın olağanca herkes tarafından
yaşanmasında.
Vondelpark’ta karşıma çıkartılan şu manzara, yere yatmış bir ağacın üzerindeki minik göletten yansıyanlar…
Güneşin kendini göstermesiyle altınlaşan camekanlar, pencereler, pervazlar ve daha da ışıldayan, berraklaşan şehir…
Herşey için illa şükür, gene şükür, hep şükür, çok şükür…
Normalde sevdiklerime odaklanıp,
sevmediklerimi zihnimden uzaklaştırmaya ve onlara harcayacağım eneryiji
güzele harcamaya gayret eden biriyimdir. Ancak bu kez herşey tozpembe
yanılgısına sebep vermeyeyim diye -komşunun tavuğunu kaz- görme
takıntımız da olduğundan ve ben -vay canına, elalemin ülkesi ne harika-
zannına sebep olmamak için olumsuz taraflarını da yazmak istiyorum ki
hakkaniyetli bir izlenim yazısı olsun.
İlki; şunu çok net anladım ki İngilizler
ve İskoçlar kesinlikle çok edepli ve çok nazikmiş. Boşuna centilmene
çıkmamış adları. Farklı olanları illa ki vardır ama benim karşılaştığım
Hollandalıların çoğu pek nazik ve düşünceli değillerdi. Yol vermek,
mesafe koymak, birine öküzce bakmamak gibi bir dertleri yok. Anladım ki
İngiltere’de hayranı olduğum -birine bakmama- ilkesi ve edebi başka
Avrupa ülkelerinde pek yok. Hiç yabancı görmeyen bir milletmişçesine son
derece açık ve net biçimde bakıyorlar insana. Kabalık derecesinde
uzatıyorlar bakmayı hatta. Ki etraf sürekli yabancı dolu. Birinin
gözünün içine dik dik, çekincesizce ve uzatarak bakma son derece olağan.
Hani kesiyor derler ya, o hal üzerindeler. Alışmışım buralara sanırım,
yadırgadım epeyce. Milletimize çok çemkirmeyelim, Avrupa medeniyeti
dediğimiz de çok farklı değilmiş bizden hani.
Ben Rusları çok kaba bulurdum, markette
adeta üstünüzden raflara atlayan, mesafe bırakmayan erkekleri çok
sevimsiz gelirdi, meğer onlar da yalnız değilmiş.
Ve Bisikletliler… Haklarında dün yazmıştım. Bizleri geçiyorum, çocuklara açıkça ve yaya yolunda çarpmalarına rağmen değil afedersiniz demek, dönüp bakmıyorlar bile.
Herkes İngilizce konuşuyor bu harika ama
markete gittiğinizde kaderinizle başbaşa kalıyorsunuz gene. Ürünlerin
tümünde sadece Hollandaca yazıyor ve birşeyin içeriğini okumak mümkün
olmuyor. İ. nin dediği gibi Rusya’ya ilk gittiğimiz zamanlarki gibi,
kabus bir nevi.
Kredi kartı kullanımı çok sorunlu. Çoğunlukla nakit kulllanmak zorundasınız.
Burada ağaçlar bile özenli, düzenli. Bunca düzen manyağı olan ben ağaçta düzeni sevemedim gitti. Ve birkaç tip ağaç var.
Kadınları upuzun, zayıf ve genellikle
bakımlı, benim gibiler için pek rahat bir durum değil bu. Canım
İskoçya’mda kadınlar şişman, bakımsız oh la la, çok rahatım burada:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder