Anlık yaşayan biri olarak yaşadığım an
güzelse iyi hissediyorum. Hepsi bu. Ve bunu da sıklıkla buralara
aksettiriyorum. Ama elbette hayat hiç kimse için her zaman güllük
gülistanlık değil. Bir fotoğrafa bakan tüm zamanı o andan ibaretmiş
sanabiliyor, benim fotoğrafları sevme sebeplerimden biri de bu. İçinde
kayboluyorum ve sonsuz mutlu zamanları düşünüyorum. Oysa kamera arkası
çok çetrefilli olabilir, ki benimki genellikle öyle! Bu yüzden şunu
söyleme gereği duyuyorum, ne benim hayatım bu anlardan ibaret, ne de bir
başkasının hayatı pasparlak sıkıntısız anlardan ibaret. Ve ne böyle
olabilir, ne de böyle bir beklentim olabilir. Hayatı olabildiğince
geldiği şekliyle kabullenmek, kusurlara odaklayacağım enerjimi güzele
vermek ve güzelliği görüntülemekten ibaret yaptığım. Her neyse!
Şimdi size işin kamera arkasından
bahsedeyim biraz. Ve fotoğraf uğruna düştüğüm rezil hallerden. 4-5 aydır
evde, 3 aydır da benim üstümde geçmeyen bir hastalık hali var. Selim
zaten alerjik astımla boğuşuyor daima, öyle çok ciddi boyuta gelmiyor
şükür ama sürekli öksürüyor, sürekli huylu; hapşırır, aksırır, burnunu
karıştırır vaziyette. Kerim ise sık sık düşüyor, bir gün iyi bir gün
kötü hissediyor ve o da çok nadiren de olsa öksürüyor ama çok sıkı
öksürüyor. Sonra sıra bana geldi; ömrümde görmediğim, bilmediğim tipte
bir öksürüğe yakalandım. Öyle ki bir öksürsem karşıki dağlar yıkılır da,
o yüzden insan içinde öksürmeye utandım. Bir de tıpkı Kerim gibi bir
gün daha iyi, bir gün yerlerde sürünüyorum. Ama gerçek sürünme; yerleri
oturarark siliyorum, merdivenleri emekleyerek çıkıyorum felan. Doktora
gidiyoruz; birşey yok diyor gönderiyor. Tıpış tıpış eve gelip kaldığımız
yerden devam ediyoruz.
Bir ay kadar önce ise astımlı hastalar
gibi oldum, özellikle uyurken nefes alamamaya başladım ve oturarak anca
uyur oldum. İşte o dönem gene doktora gidince ciğerlerimizi üşüttüğümüzü
söyledi doktor, ilaç vesilesiyle o kısmı atlattık. Ama o halsizlik, bir
iyi bir kötü hal, sürekli yenilenen üşütme hali üstümüze asılı kaldı.
Sonra kulaklarımda geçen yıldan beri başlayan yoğun uğultu ve çınlama
sürekli bir hal aldı. Panik atağım canlandı, kimi zaman çıldırır gibi
oldum, alelacele doktora gittim ancak nafile, buradaki sağlık sisteminin
hantallığını ve beceriksizliğini yazmaya mecalim yok. 4 aydır o sürekli
uğultuyla yaşıyorum, doktorun biri kulak zarı delik diyor, bir diğeri
sesleri ileten sinirler ölmüştür diyor, bir diğeri artık geri dönüşü
yok, işitme kaybı da uğultu da baki kalacak diyor vesaire…
İşte böylesi günlerde yeniden çok
halsiz, hasta ve kronik bel ağrım da üzerimde iken halimden sıkılıp (ki
sürekli olunca yapacak birşey yok, hayata devam ediyor insan bir
şekilde) parka gittik ailecek. Doğa ve fotoğraf sahici terapim;
onlarlayken ne kulağımdaki uğultuya, ne üstümdeki halsizliğe ve ne de
böğürme halini alan öksürüğüme ve nefessizliğime aldırmıyorum. İşte
böylesi bulutların üstünde uçtuğum bir andayım. Tahta merdivenler
gördüm, merdivenlerin üstüne sarı sarı yapraklar düşmüş, manzara çok
sıcak ve ben fotoğrafını çekmeliyim. Bir iki basamak çıktım, etrafta
kimsecikler yok, bizimkiler çok ilerlemiş, ben fotoğraf sevdasına her
zamanki gibi arkadayım. En tepeye çıktım, baktım orası pek çekilesi
değil, geri inmeye hazırlandım ki inmez olaydım. Islak ve kaygan
merdivenlerde bir anda ayağım kaydı ve ben şu sıralar iyice büyümüş
cüssemle, birer birer o merdivenlerin hepsinden zıplayarak kaydım. Her
zıplayışta; Kerim’in sıkça kullandığı o meşhur nidayla; av av
av-av-av-av deyip durdum, sanırım kimsecikler olmayınca kontrolü tümden
bırakmıştım. O kadar şiddetli o kadar şiddetliydi ki düşüşüm ve
yaşadığım sarsıntı kulaklarım sanki bombardımana tutuldu. Acıdan
yerimden kalkamıyordum ve bir yerimin kırılmış olmasından korkuyordum.
Yerimden çok zor kalktım, hala av-avlıyordum ki merdivenin tepsinde bir
adamın sesin sahibini aradığını gördüm ve gözgöze gelince üstümdeki
yoğun ağrı ve acıya aldırmadan oradan kaçtım. Derken birşey oldu;
aylardır kulaklarımdaki tıkanıklık geçti, açıldı sesler, çoğaldı ve
uğultu durdu. Aman Allah’ım, bunca acıya rağmen bu yaşadığım harikaydı.
Vay canına dedim, herşeye rağmen iyi olmuş düşüşüm hem bir yerim de
kırılmamıştı. Koşmaya çalıştım bizimkilere yetişmek ve bu garip müjdeyi
vermek için lakin mümkün değil koşamıyordum, acı acı seslendim, duyan
olmadı, ağır ağır yürüyüp beni gördükleri yerde işaret yaptım. Sonra
birşey daha oldu, ne yazık ki ilk şokun etkisiyle pasparlak açılmış
kulaklarım yeniden tıkandı, uğultu başladı ve ağrılar, acılar yüksek
düzeyde ortaya çıktı.
Ertesi sabah misafirlerimiz vardı, ben
doğru dürüst oturamıyordum, daha kötüsü oturup da yeerimden kalkmaktı ki
içimden naralar atıyor ama çaktırmıyordum. Akşam olunca İ. ye dedim;
n’oldu böyle bana, şahtım şahbaz oldum. Hah, tam ben diyecektim ama
korktum demedim dedi.:)
Önceki gün de, o çok sevdiğim
Kızılakçaağaçlardan birini buldum. Ağacın dibinde bulunan merdivenlere
yaprakları süpürülmüştü, onları elimde iyice bir karıştırdım ki renkleri
ortaya çıksın, sonra da: onca titizim diyorsun, eline köpek kakası
bulaşsa n’olur biliyor musun, diyen iç sesmi duydum ve bir anda elimi
çektim. Yaprakların fotoğrafını çektim ve ağacı da bir kez daha çekeyim
derken, cork diye bir ses duydum ve ardından ayağımda pis bir kayma
yaşadım. Evet olmuştu, başarmıştım, lök diye köpek kakasına bulanmıştım.
Ve şimdi tastamam Şahtım, Şahbaz Olmuştum!
Bir de taşınmadan beridir eve internet
bağlanamadı, bu yüzden pek aktif değilim buralarda, Facebook, Twitter,
diğer bloglar ve e-postalarda da ha keza. Şu sıralar aktif olduğum tek
yer Instagram. Cevapsız kalırsanız affola!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder