Zor Günler, Zulümler, O Çocuklar, Bu Çocuklar: Anlatmak mı, Kayırmak mı?
‘Açık Açık’ yazımda
son kısımda açık açık yazdığım birşey vardı. Çocuklarınıza bu
çocukların dramını anlatın ve dualarınıza onları da katın diye. Normalde
buyurgan konuşmaktan ölesiye kaçınan ve hatta günlük hayatta öneri
getirmekten bile hoşlanmayan ben o gün öyle yazmıştım hiç düşünmeden.
Sanırım yüksek ihtiyaca binaen.
Kendiliğinden
gelişen o sözleri uygulamak benim için ilk değil. Geçmişte içimden
gelerek defalarca yaptığım birşeydi; varolan bir sıkıntıyı, kederi,
acıyı çocuklarımla paylaşmak ve o acıları masum dualarına katmak; bu
şekilde hem çocuklarımı vicdanen ayaklandırmak, hem belki de bu
vesileyle hızlı bir kabule ulaşmak. Biliyorum ki, hiçbirşey anlamasalar
bile, sadece amin demeleri dahi iyi gelir; hem onlara, hem olaylara.
Olayları elbette bütünüyle bilmezler, bilmeleri de gerekmez ama
yürekleri hisseder bunu, en azından şimdiden başkaları için yanmayı ve
duacı olmayı öğrenirler, kalpleri ve vicdanları çalışır, daha doğrusu:
“Erken yaşta bir başkası için dua edebilen bir çocuğun, bu yolla fıtraten zaten var olan vicdanı ve kalbi diri kalır ve belki çalışmadığı için paslanmak yerine cilalaşır. “
Yazmıştım
ya hani, çok ötedekine, fizandakine bile ağlamaktır vicdan sahibi olmak.
Irk, dil, din, mezhep gözetmeden. Ateş düştüğü yeri yakar, cümleciği
sanırım şeytanların uydurduğu bir söz, bu söz insana, insanımıza ait
olamaz. Ateş düştüğü her yeri de, beni de, bizi de yakar. Kalp sahipleri
söylesin, o bebeklerin ateşi harlanarak yakmıyor mu içinizi? Bir an
devam etseniz hayata, binbir an yanıyor içinizi. Ne yana baksanız, ne
yapsanız geçmiyor o boğulma hissi. Oradaki anne gibi değil elbette
içimizdeki yangın, ama bizimkinde bir de vicdan yangını var, oturup
seyretmek yangını…
.
Beni
sahiden okuyanlar bilir; en çok yapmak istediğim şeylerden biri;
çocuklarımı hayatın gerçekliği içinde tutmak. Ben çocuklarımı fanusta
yetiştirmekten ölesiye korktum. Bilsinler istedim; hayatta iyilik ve
güzellik olduğu kadar, kötülük ve çirkinlik de var. Yaşamımızda şükürler
olsun ki sevinç var, neşe var, keyif var ama bir başka gerçeklik olan
ayrılık, ölüm, korku, felaket vesaire de var. Çocukları bambaşka bir
gezegende gibi yaşatmak, bence hem o çocuğa, hem dünyaya zulüm! O çocuğa
zulüm zira; hayat hep güllük gülistanlık değil, biz yanlarında baki
değiliz zaten her acıyı dindirmeye muktedir de değiliz. Aslında biz
sadece yara sarıcı ve teselli ediciyiz. Kaldı ki yanlarındayken bile
onları ne kadar koruma çemberinde gibi tutabiliriz? Bu çocuklar ilk kez
tökezlediğinde ne yapacak? Sözkonusu hayatsa tökezleyeceklerine dair
garanti var da, tökezlemeyeceklerine dair garanti yok zira. Herşey
kusursuz gitse bile, ki mümkün değil, ölüm gerçeği var. Peki bu durumda
çocukları hayatın gerçeğinden haberdar etmeden apayrı fanusta gibi
tutmak uygun mu? Bence bunlar hep Batı’nın bize dayattığı ve
değerlerimizi öldüren modern anneliğin zırvaları.
İkincisi
bence anne babalarının üzerinde bu çocukların böyle de bir hakkı var.
Anne baba usulüne göre anlatmalı bunu çocuğuna. Yarın birşey olduğunda
demez mi bu çocuklar, neden bana anlatmadın? Neden beni kendi güllük
gülistanlık çemberimde ayrıca tuttun, neden beni hayatın gerçeğine karşı
yanılttın? Hayat Güzeldir, filminde değiliz zira. Diyorum ya herşey
harika olsa bile -ölüm- diye gepegerçek ve kaçınılmaz bir acı var.
Bir başka
zulüm ise dünyaya… Ayrı, ayrık, bencil, -BEN-den öteye geçemeyen
çocuklar oluyorlar. En ufak bir kayırılmama durumunda; bir dakika, ben
özelim, herşey benim hakkım, sen de kimsin, demeye başlıyorlar. Ki bence
günümüz çocuklarının en büyük sorunu bu. Hatta kimi yetişkinlerin de.
Onun için -sana ne Halep’ten, sana ne Şam’dan, sana ne ölen bebekten,
kimyasaldan!- deme densizliğini gösterip üstelik bunu da normal sayıp
dile getirebiliyorlar. Öyle parkta oynarken; arkadaşınla da paylaş
oyuncağını, hadi çocuğum- diyerek paylaşmayı öğrenmiyorlar besbelli.
Küçük oyunlara, küçük sahnelere, sahte kurgulara, öğrenmesi için
mizansenlere gerek yok, ne yazık ki dünyada her durumu gerçeğiyle
öğrenecek bolca malzeme ve durum var.
Sahi bu da başka bir konu; bir arkadaşım demişti; ben şu herşeyi anlatan kitaplardan hiç almadım, onu bol bol dışarı çıkarttım ve orada gördükçe onunla gördüklerim hakkında konuştum. Bence çocuk yetiştirmenin özü bu. Sahici, hayatla içiçe. Mizansen yok, yapaylık yok, riya yok, oradan buradan ithal edilmiş uygunsuz ve suni bilgiler yok… Herşey doğalıyla.
Herkes
kendi çocuğunu tanır ve o çocuğun bu türden sert gerçeklikleri alma
dozunu bilir, o dozu yaşa ve çocuğa göre ayarlayıp, yumuşatarak
anlatabiliriz bazı şeyleri. Ben rol yapmayı bilmeyenlerdenim. Üzgünken
çocuğumdan kaçırmam üzüntümü, şu sebepten üzgünüm, diye açıklarım. Bazen
onlara bakacak halim bile olmuyor, la la la yapamıyorum, gidiyorum ve
sizinle ilgilenemiyorum, çok üzgünüm ama şu sebepten kendimi çok kötü
hissediyorum, diyorum. Bazen delice sinirli oluyorum, o zaman da özürler
dileyip anlatıyorum. Şimdi bunca yoğun acı yaşarken, Yeşilçam
filmlerindeki gibi yüzlerine gülüp arkadan ağlayamıyorum. Neysem onu
yaşıyorum. Ağladığımı görüyorlar, ne derece üzüldüğümü ve sıkıldığımı da
görüyorlar… Ama kendimi bir karanlığın içine sokup kapatmıyorum bunları
yaparken, onlara daha çok sarılmak hem bana iyi geliyor hem onlara, ya
da hepimizin sevdiği birşey yapmak. Taktik değil bunlar, benim yaşantım.
Çocuklar robot bir anneyle yaşamadıklarını, annelerinin hayat
karşısında bazen dağılıp, bazen yerlerde süründüğünü, bazen anlatırken
daha salya sümük ağladığını, bazen aptalca bir sebepten çılgınca mutlu
olduğunu ve hayatın da böyle birşey olduğunu öğreniyorlar. Deli meli ama
annemiz böyleydi diyecekler ilerde herhalde.
Üzüntü
veren şeyleri sözde onları korumak adına saklarsam; yalan bir dünya
kurmuş olurum onlara, aldatmış olurum onları hatta. Bence bu büyük
haksızlık! Ama dediğim gibi gerçekliği anlatma dozunu en iyi anne bilir.
Misalen Selim’e anlattığım gibi Kerim’e anlatamam. Selim’in bir
belgesel sever olması hayatımızı çok kolaylaştırdı. Hayatın iyi kötü pek
çok eylemine buradan alışkın. Suriye’deki olayları anlatırken; uzakta
savaş halinde olan bir ülkede, birçok çocuğun atılan kimyasal silahtan
öldüğünü anlattım. Savaşın ve silahın neden karşısında olduğumu,
normalde bir insanın bir çocuğu öldürmesinin mümkün olmadığını ama
savaşın, silahın ve bu yalan gücün insanları vahşileştirdiğini vesaire
anlattım. Örnekler verdim, sorular sordum; kazanan var mı sence dedim,
hayır iki taraf da kaybediyor, dedi. Bu sonucu çıkarması beni memnun
etti. Kerim’e ise pek anlatmadım. Sadece onun da olduğu bir ortamda
duaya ihtiyaç var, tüm çocuklar için dua edelim dedim, o da Amin dedi.
Sonra Selim için araştırma yaptığımız birgündü savaş, silah derken konu
atom bombasına geldi evet ürkütücüydü ama buradan atomu incelemeye
geçtik neyse ki. Kerim de öğrendi tabii. Ardından çocuklarla oyun
oynadım. Bir ara Kerim bombardıman en demek anne diye sordu; onu öpücük
bombardımanına tutarak durumu anlattım. Ve Selim’i. Öğrendiler. Benim
için en önemlisi; umutsuz bırakmamak çocukları. Konu ne denli karamsar
ve karanlık olsa da sonucu mutlaka ışıkla ve aydınlıkla bitirmeliyim. Ki
her halükarda ümitli olmak yaşam felsefem zaten benim. Onlara
aksettirdiğim de bu, anlattığım da.
İnanç
büyük ikram bize. Selim ki çok etkilenir haksızlıktan, başkasının
uğradığı acıdan, yıkılmıyor şükürler olsun, derhal cenneti akla
getiriyor, hatta Kerim’e bile anlatıyor. Bir keresinde kedinin birinin
fareyi kaptığını görmüşler Kerim’le anlatıyordu; biliyor musun, o fare
şimdi cennette. Hem cennette korku yok, kötülük yok, farenin artık
saklanmasına, kaçmasına gerek yok, herşey iyi ve güzel, yiyecek
aramasına bile gerek yok, diye. Hıııı, diye dinlerken giderek
gülümsüyordu Kerim de.
Bugünlerde
şunu söyleme ihtiyacı hissettim: Kötüler çok çalışıyor, ama biz
iyilerden olmak için çalışmalıyız. Bazen iyiler kaybediyormuş gibi
gözükse de sonunda mutlaka ama mutlaka iyiler ve iyilik kazanır dedim.
Sadece bazen iyi olmak için biraz daha çaba ve sabır gerekir dedim.
Kötüler bazen daha büyük görünür ama bu çok çalıştıkları içindir, biz de
iyilik için çok, çok çalışmalı ve iyi insanlar olmalıyız dedim. En
önemlisi Allah çalışanı ve iyi olanı hatta iyi olmaya çalışanı bile
terketmez, dedim. Mesela belki sen ve kardeşin ışınlanmayı bulursunuz
(ben bir süredir takığım bu olaya:)) ve biri bir silah ya da savaş için
düğmeye basacağı anda İnanılmaz Aile’deki Flash gibi hatta ondan çok
daha hızlı şekilde sistemi çalışmaz hale getirirsiniz. Çok sevdikleri
bir örnekten yola çıktığım için pür dikkat dinlediler beni. Benim
çocuklarımın ilgi alanları ve dozu böyle çünkü.
.
.
.
Benim
kabul edemeyeceğim birşey var: Onlar çok uzaktalar, onlar için birşey
yapamam bu yüzden ben de bakmıyorum, çocuklarımın da öğrenmesinde ne
fayda var, anlayışı. Hayır tastamam gerçeği bilmelerinden, onlara bizim
bile dayanamadığımız şeyleri izletmekten bahsetmiyorum, ama usulünce bir
acıyı paylaşmak kötü olamaz. Bir tarafta koca bir yangın var, insanlar
perişan ben bir duayı bile esirgeyeceğim çocuğumun psikolojisi
bozulmasın diye öyle mi? Bu olmaz! Ben böyle yaparsam, aldırmazsam,
onları kayırırsam bu bencil düşünce benden çocuklarıma geçer illa ki,
illa ki! Sonra da nesillere işliyor işte gamsızlık zehri!
Uzaklara
gitmeye gerek yok, kaçımız Doğu’da ölen çocukları biliyoruz? Türkiye’ydi
orası da ama çok kişinin umuru bile değildi. Şimdi sana ne Şam’dan,
diyenler o zamanlar sana ne Şırnak’tan diyordu. Söyleyelim hadi, kaçımız
Ceylan’ı biliyor? İşte kayırılmak bizi böyle yapıyor.
O çocuklar
yandı, boğuldu, yaşayan kaldıysa bile ilaç yok, doktorlar bile öldü,
ölüyor… Benim çocuğum bir başka çocuğa hiç olmazsa dua etmeli. Ben bu
konuda şükretmekten bile haya ediyorum. A, bakın biz evimizde
huzurluyuz, şükredelim demeye bile utanıyorum. Kayırmak benim
yapabileceğim birşey olamaz.
Dün okuduğum bir hikaye
darmadağın etti beni. Afrika’da bir öğretmen, öğrencileri ile piknik
yapıyor. Çocuklardan biri boğuldu diye bir haber geliyor, öğretmen olay
yerine koşarken; Allah’ım inşaallah benim çocuğumdur boğulan, zira o
çocuklar bana emanet, diyor. Gidiyor; duası kabul olmuş; boğulan çocuk
onun çocuğu! Hangimiz bunu diyebiliriz? Bırakın demeyi aklımızdan
geçmesi bile titretiyor içimizi i değil mi? Olayı anlatan Kerim Balcı
şöyle devam ediyor: Ben Suriye ve Mısır’da çocuklar öleceğine, benim
çocuğum ölsün diyemiyorum bir türlü… ve Şam’ın şekeri diye o çocuklardan
özürler dileyip ekliyor:
.
Ben bu halin içinde, aman çocuklarımın zihnine bir zeval gelmesin diye sarıp sarmalayacağım, gerekirse gözlerini kulaklarını dünyaya kapatacağım ve bir duasını bile esirgeyeceğim öyle mi? Başka annelerin başka başka olabilir tercihleri ama ben yapamam! Yaptırmasın da Allah!“Yarın, ölemeyenler koca koca sözler edecekler senin için küçüğüm… ‘Vahşet, insanlık suçu, soykırım’ diyecekler… ‘Komisyonlar kurulsun, sorumlular bulunsun!’ diye ekleyecekler. Yazılar yazacaklar ardından, toplantılar yapacaklar. Sloganlar atacak bazıları; öldüreni öldürürlerse ölene karşı sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanacaklar… Ben, ağlamak için her gün yüz insanın ölmesinin yetmediği gerçeğine ağlayacağım. Ve yüzer yüzer yüz bin yetişkin öldüğünde kılımız kıpırdamadığı için sıranın sana geldiğine!”“Dün gece sabahı zor ettim Şam’ın şekeri,“Sen semaya çıkan merdiveni tırmandığın saatlerde,“Başkaları, haberler doğru mu, yalan mı diye tartıştı,“Ben, yaşayanların garip hallerine ağladım, geride kaldığımız için…”“Bir gün gelecek, unutulacak hikâyen senin de… Bugün zulm ile abad olduklarını sananların sonu berbat olacak elbet. Şam’da yeni çiçekler açacak… Senin boşalttığın yeri yeni ışıltılar dolduracak. Onların cıvıltılarıyla uyanacağız bir başka Şam sabahına. Resimleri basılmayacak gazetelerde; televizyonlarda bahsedilmeyecek onlardan. Ama ben hatırlayacağım, sizin öldüğünüzü, onlar yaşayabilsinler diye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder