Hyde
Park’ın enfes fotoğraflarını hazırlamaya ve hakkında yazmaya girişirken
ve İstanbul’a Londra sistemindeki gibi bisiklet sistemi
yerleştirenlerden sebep içimde ümitler yeşermiş ve ülkemde güzel şeyler
oluyor derken ve nasıl bilmem ama belki, bir şekilde Taksim’de trafik
yeraltına alınır da, belki üst taraflar yeşillendirilirse, bizde de tam
olmaz ama şehrin merkezinde bir Central Park yahut bir Hyde Park
yapılabilir derken gelen haberle yıkıldım resmen. Gezi Parkı’ndaki
ağaçlar kesiliyor zira oraya alışveriş merkezi yapılıyormuş. Sözün
bittiği yer burası benim için!
.
.
Neden
Türkiye’de Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi var? Neden Türkiye’de
Avrupa’nın en iyi alışveriş merkezleri var? Neden bu konuda ödül alıyor
alışveriş merkezlerimiz? Neden İskoçya’da doğru dürüst alışveriş merkezi
yok? Neden hala dükkanların oluştuğu cadde stilinde merkezler var
ancak? Aptal mı bu insanlar, güçleri mi yok yapmaya, yetersizler mi,
muktedir değiller mi tarihi binaları yıkıp, ormanları biçip, buldukları
en her alanı yıkıp alışveriş merkezi yapmaya, yahut biz çok mu
akıllıyız? Gelişmişlik göstergemiz mi alışveriş merkezlerimiz? Yoksa
süper gerikalmışlığımızın mı?
Bizim
çocuklarımız hafta sonlarını alışveriş merkezlerinde geçiriyor, park
yok! Derme çatma iki plastik kaydıraktan ibaret park dediğimiz. Onda da
kıyasıya savaş var. Ağaçları tanımıyor çocuklar, doğayla hasbihal etmeyi
bilmiyorlar, oğlum ilk kez çimlere oturduğunda korkmuş ağlamıştı
mesela, çocuklar eğlensin diye jetonlu aptal mekanik aletlere
oturtuyoruz,oyunçakcılardan eve plastik üzerine plastik taşıyoruz,
tatminsiz ve küçücük yaşında almaya hastalık derecesinde düşkün nesiller
yetiştiriyoruz ve Avrupa’nın en büyük, en iyi, en harika alışveriş
merkezi bizde diye övünüyoruz. Üstelik yetmiyor, yıkıyor, biçiyor,
kesiyor yenilerini inşa ediyoruz.
Selimiye’deki
bina eşimin anneannesinden kalmaydı. Anneanne sürekli yakınırdı, beni
kandırdılar, evi müteahhide verdiler ve bitirdiler diye. Alt katta
küçücük, karanlık odalı bir daireye mahkum kalmıştı. Binanın arkasında
devasa bir bahçe vardı, onun durmasının sebebiyse atıl olmasıydı yoksa o
da acımasızca katledilirdi. Bahçede zamanında türlü ağaçlar vardı.
Giderek azaldılar. En son birkaç çam ağacı kalmıştı. Biri bizim nikah
fidanımızın ağacıydı. Binada iki öğretmen vardı; biri bir müzisyenin
karısı, biri de doktorun. Binanın işleri ile onlar ilgilenirdi. Cahil
değiller değil mi; iki öğretmen. Evet o iki öğretmen kafa kafaya verip,
sinek yapıyor diye tüm ağaçları kesmişler birgün. Öylece, sormadan
kimseye, hak düşünmeden, iki ÖĞ-RET-MEN! Çocuklarımızı teslim ettiğimiz,
modern kafa gözüken öğretmenler. Bahçe çöl gibi olmuştu ve sanırım
memnunlardı. Hiçbirşeye çemkirmeyen ben bu olaya çok içerlemiş ve
çemkirmiştim, ama çemkirsem ne yazardı?!
Düşünmediler;
ağacın hakkını, insanın hakkını, çocuklarımızın hakkını! Ve dahi kendi
çocuklarını. Aynen şimdiki gibi. Kendini yetkin sanan birileri, bırakın o
ağaçların hakkını, bırakın insanların hakkını, çocuklarımızın hakkını
dahi düşünmüyorlar.
“Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse bırakmasın, muhakkak onu diksin.”
Böyle diyor canım peygamberim, peki biz ne yaptık?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder