Giderek daha çok seviyorum bu şehri, giderek daha çok içime işliyor güzelliği. Giderek bir parçam oluyor bu şehir, giderek bir parçası oluyorum bu şehrin. İlk geldiğimde içinde olduğum eğreti halden eser yok, artık o beni biliyor, ben de onu. Seviyoruz bence birbirimizi. Sadece yılışık bir ilişkimiz yok, kaldı ki Edinburgh’la yılışık bir ilişki kurmanın imkanı da yok.
Yaşanası bir şehir Edinburgh; nezih, seçkin, temiz, yalın ve de kolay. Bir başkent ama yorucu metropol olanlarından değil. Ölgün Avrupa şehirlerinden hiç değil. Genç bir nüfusu var, içinde iyi üniversiteler ve dolayısıyla üniversiteliler var, hemen her daim meraklısı olan çokça turist ve yerlisi olan sıcakkanlı insanları var. Üstelik Glasgow’dakilere göre daha medeni bu insanlar. Şehirde sayısız kültür-sanat olayı, festivaller, müzeler, galeriler, tiyatrolar, konserler hasılı her daim var olan etkinlikler var. Tarih, doğa, kültür, sanat ve canlılık hep bir aradalar. Bunlara ulaşmaksa çok kolay zira bu şehirde bir yerden bir yere ulaşmak da çok kolay. Tek olumsuzluk olarak; soğuk ve genelde kapalı olan havası var. Eh, her güzelin de bir kusuru var.
.
Bu büyüleyici ve gizemli şehirde siyah taşlı yapılar var. Evler, binalar, tarihi yapılar hep siyah. Ancak bu taşlara ve çoğunluk gri havasına inat yol boyunca uzanan, herbirinin farklı renge boyandığı dükkanlar, kitapçılar, kafeler, mağazalar var. Evlerde bile illa ki bir renk var. Pencere kenarları, pervazlar, varsa panjurlar ve kapılar kırmızı, sarı, mavi ve yeşile boyanmışlar. Ve bu boyalara eklenen bol çiçekli saksılar var.
.
.
.
Kemerli dar sokaklar, sokaklarında parlak arnavut taşlı kaldırımlar var. Nizami dizilmiş evler, evlerin neredeyse içiçe geçmiş sivri çatıları var. Cicili bicili pek çok dükkan ve kafe var. Dükkanlarda 50′lerin tatlı esintisi var. Şehrin içinde Vintage, retro ne ararsanız var. Ama en çok neredeyse zamanda yolculuk yaptıran bir fanteziçekerliği var. Ve daha ötesi günümüz insanın içine yakışmadığı ve eğreti durduğu sokaklar, tarihi binalar, kaleler var.
.
Fanteziçeker diyorum ya bu şehre, ki kendisi bile masal şehri gibi sahiden de. Daha önce de yazmışımdır, birçok fantastik, ütopik hikaye burada yazılmış. Frankenstein, Alice Harikalar Diyarında, Harry Potter vesaire. Misalen bu kafe Harry Potter’ın doğduğu yermiş.
.
.
.
İskoçya’nın Castle denen kale-şato yapıları var. Ve bunlardan en heybetlisi Edinburgh Castle. Hem de şehrin merkezinde. İçine girince kendinizi tastamam bir film karesinde hissettiğiniz ve her an önünüze bir şövalye, bir kral yahut kraliçenin çıkmasını beklediğiniz, dahası gezen turistleri bu mekana yakıştırmayıp, yadırgadığınız kalesi var. Bu kalenin hemen karşısında, yani şehrin merkezinden karşıya bakınca, bozulmamış, bile bile bozudurulmayıp şehre çehre katması sağlanmış kocaman yeşil bir dağ, bu dağın eteğinde, içinde kuğuların, ördeklerin, çeşitli kuşların olduğu bir göl var. Dahası bu dağa tırmanma yolları var, tırmanınca şehri ayaklar altında görmek var. Öte tarafa dönünce, ara katta, öyle ki bakınca ara kattan yeşil çimenler arasında Kuzey Denizi ile birleşiyormuş gibi duran nefis bir ikinci göl var. İşte Holyrood Park denen bu bölgede Vintage yahut Ortaçağ Esintisi ya da modern zamanlar yerine, doğal yaşam var. Zira insanlar şehrin içinde direkt düşüyor doğanın içine bu park vesilesiyle.Tırmanıcılar, bisikletliler, koşucular ne ararsan var.
.
.
.
Tepeden baktığınızda Edinburgh’u masal şehri sanmak olası. Düzenli, tertipli, hem koyu, hem renkli, hem eski, ama hem de yeni gibi özenli. Üstelik bu kadar değil. Bu şehrin kültürle birleşen kuvvetli bir yanı var. Modern zamanların bu eski şehre uygun düşen izdüşümleri var. Öyle ki bu şehre Kültür Şehri, Festival Şehri, Edebiyat Şehri demek var. (Daha önceki Edinburgh ve Festival yazıları için tık ve tık)
.
.
.
Bu şehirde iyi yemek yapan yerler var. Vintage Inn diye geçen sıcak ortamlar. Ayrıca Türk, Kürt, İran ve Arap mutfağından örnekler var. Mesela Edinburgh Castle’in tam karşısında helal bir restaurant var. (Hannam’s)
.
.
.
Yanısıra müzeler, galeriler var. Butterfly & Insect World adında içinde gerçek tropik kelebeklerinin uçtuğu harika bir dünya var. Öyle ki koca koca kelebekler gelip üstünüze başınıza konuyorlar. Deep Sea World var. İçlerine girip kendi ellerinizle toplayacağınız çilek ve -berry- tarlaları var. Dahası vardır da benden bu kadar:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder