Bilmem
neden İskoçya’daki evimize yerleştiğimizden beri çocukluğum çalıyor sık
sık kapımı. Ansızın burnuma değen bir koku, kulağıma ilişen basit bir
ses, uyduruk bir materyal, çocukluğumla bütünleşik bir görüntü karşıma
çıkarıyor gene o sessiz ve sakin kızı. Bazen havanın bana uzakları
çağrıştıran ve dahi beni uzaklara çağıran kendine has, berrak kokusu,
sokakta oynayan çocukların bir çoğalıp bir azalan neşeli sesleri ve kapı
gıcırtısı dahi, ya da çiçekli ve pazen kumaşlar, puantiyeli ve ekoseli
olanlar, emaye kaplar, evdeki ışık oyunları; odalarımı tastamam
dolduran, her yere merakla sokulan ve duvarlarımda gölge oyunları
oynayan canım Kış güneşi, gündoğumları, günbatımları, açık havaya
çamaşır asma faslı ve daha dahası boyuna geri getiriyor uzun sarı saçlı
kızın masum ve mahçup hallerini, hallenmelerini.
Hep
diyorum ya; çocukluğum geçtiği yerden fersah fersah uzakta iken, kendi
ülkemde dahi değilken çocukluğuma bunca yakın olmak oldukça afallatıyor
beni. Bu yüzden genellikle tepetaklağım, bazen bir an bulunduğum
ortamdayım, bazen de cismen hala oradayım ama ruhen kilometrelerce
uzakta o küçük kızın yanıbaşındayım. Onun için bir süredir Edip
Cansever’in: Gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor, sözü bir
çok canlı örnekle birlikte zihnimde döne döne raksediyor ve dilimden de
düşmüyor.
.
Bir kaç
zamandır gün doğarken karşıdaki evlerden bazılarına ama bilhassa
tepedeki bir eve vuran güneşin oluşturduğu manzarayla çocukluğumun
kapağı sıkı sıkıya kapalı sandığım tozlu hatıra sandığından, yeni
alınmış gibi tertemiz, berrak ve oldukça canlı bir anı çıktı karşıma
gene:
İlkokuldaydım.
Her konunun kısa bir hikayeyle başladığı Türkçe kitabım vardı. Severdim
o kitabı. Zira o minicik hikayelerin içinde çok sevdiklerim olurdu.
Hele iki tanesi favorimdi. Biri Portakal Bahçesi isimli bir hikayeydi,
Mayıs ayında portakal bahçesine giden çocukları yazıyordu, ki şu an bile
o hikayenin sıcaklığını hissediyorum, hatta -salt ismine meftun olup da
gerisine aldırmayan- tarafımla burada tanışmıştım, bir diğeri de Altın
Pencereli Ev hikayesiydi.
Bir çocuk
var; güneşli sabahlara uyanan ve uyanır uyanmaz karşı tepedeki Altın
Pencereli Ev’e bakan. Bu eve dair tatlı hayaller kuruyor çocuk; içinde
mutlu insanların, tatlı anların ve anıların olduğu, sıcacık bir yuvaya
dair. Evin diğer fertleri uyanırken, annesi kahvaltıya sıcak çorba
hazırlamaya koyulmuşken, -Altın Pencereli Ev-e gitme planları yapıyor bu
çocuk. Ve gidiyor bir gün. Altın Pencereli Ev’e doğru yolu çıkıyor bir
sabah. Heyecanlı, kurduğu hayaller eşlik ediyor ona sabahın seherinde
ve serininde. Ve varıyor o eve. Lakin o da ne; pencereleri altından
sandığı bu ev alelalede bir evmiş meğerse. Tahta çerçeveli, camları da
bildiğimiz cam işte. Sadece gündoğumunda üzerine düşen güneş ışığıyla
parlıyormuş bunca. Hayalkırıklığına uğruyor çocuk, belki de yanlış
geldim, diyor ve gözleriyle diğer tepeleri, evleri araştırıyor. Derken
karşı tepede bir başka altın pencereli ev buluyor. Üstünde dumanı tüten,
içinde sıcak aş pişen mutlu bir ev görüyor. Hah, tamam bu ev o ev
derken dikkatlice bakıyor ve görüyor ki; kendi eviymiş şimdi Altın
Pencereli Ev diye görünen. Annesinin hazırladığı çorbaymış üstelik
dumanı tüten.
.
İşte
şimdilerde, Altın Pencereli Ev hikayesini canlandıran bir ev var
karşımda benim de. Tam hikayedeki gibi gündoğumlarında aldığı yoğun
ışıkla penceleri altındanmış gibi pırıl pırıl parlayan ve bir tepeye
kurulmuş olan.
.
.
Altın
Pencereli Ev hikayesinin üstüne düşündüğümde; o yaşta bu hikayeden ne
çıkarmışım da bunca sevmişim diye kendime soruyorum. Ancak az sonra bu
kısacık hikayede benim yaradılışımın özüne dair mühim maddeler olduğunu
görüyorum. Misalen; uzaklara hevesim, ışığa delice meylim, sıcaklığa
özlemim, bir yere ulaşmak için illa yol katetmek istemelerim ve bu
sebeple kulağımı tersten göstermelerim, aslında özüme dönme niyetim ve
bu karmaşayla debelenmelerim, olduğum yerde kendime rahat vermeyip
yüzümü daima gitmelere çevirmelerim, hepsi hepsi var. DNA kodlanmam gibi
Altın Pencereli Ev. O zaman diyorum fıtrat dediğimiz şey bunca sabit de
biz yaşadıkça eklentiler mi yapıyoruz üstüne sadece. Süs püs niyetine.
Daha çok irdelenip, analiz edilebilir de. Neyse!…
.
Bu da Tan Kızıllığıının camlara vurmuş muazzam yansıması.
.
.
Bu da bu evin en bayıldığım hali. Şu sağ alt penceredeli ışık ve ağaç gölgeleri bitiriyor beni.
Ha bir de merak ediyorum; aranızda bu hikayeyi anımsayınız olacak mı?
————————————————————————————————————————————————————————-
Bu
hikayenin orjinal adı: The Golden Windows imiş. Yazarı da Laura E.
Richards’mış. Hikayenin çeşitli versiyonlarını okudum, benimki benim o
zamandan aklımda kalanlarla ve muhtemeldir ki içimde oluşturduklarıyla
kendimce yeniden yazılmış, çocuk dünyasıyla tabii. O yüzden nasıl
tutmuşsam içimde, aynen öyle aktardım. Doğrusuyla uğraşmadım.
1 yorum:
Beni de goturdun cocukluguma ve turkce kitabindaki metne. O zamanlar ne hayaller kurmustum altin pencereli evle ilgili. Tesekkurler
Yorum Gönder