Çok
sancılı bir dönemden geçiyoruz. Gene içim alev alev, gene yüreğim kuş
gibi titrek. Gene okul mevzusu ve gene Selim’in direnci ve doğal olan
uyumsuzluğu. Ama bu kez diğerlerinden daha harlı yüreğim, bu kez
diğerleri gibi değil. Zira bu kez hiç bilmediğimiz bir ülkedeyiz. Hiç
dil bilmeyen bir çocuk ve biz. Kolay olmayacak biliyordum, açıkçası
gözüm de korkuyordu ama kendime hep iyiyi ve güzeli telkin ediyordum.
Çok iyi
bildiğim ama bir daha karşıma çıkmaz diye beklemediğim ve hiç aklıma
getirmediğim yerden geldi soru. Selim’in dil sorunu vardı bu çok
aşikardı ancak öve öve bitirilemeyen bir İngiliz (hatta daha da iyi
olduğu söylenen İskoç okulu, hatta bu okullar içinde çok iyi bir yer
edinen ilkokulumuz) okulunda ters köşeye yatmayı
beklemiyordum/beklemiyorduk. Üstelik herşey çok iyi gidiyor zannederken;
Selim güle oynaya okuluna giderken, her gün okuldan -bugün okul çok
iyiydi- diye gülerek çıkarken, hem İngilizcesi hem de sınıfı bizce iyi
giderken, öğretmenine büyük aşk besliyorken, okulda onunla özel bir
İngilizce öğretmeni ilgileniyorken, öğretmeni Türkçe-İngilizce kitaplar
dahi bulup buluşturacak denli ilgileniyorken, -üzerinde yeterince baskı
var bu yüzden onu başkaca bir aktiviteye sokup yormayalım- diyecek kadar
merhametli ve ilgili bir öğretmeni varken, okulda Selim’e yardımcı
olsun diye üst sınıflardan (9. sınıf) bir çocuğu abisi (Body) niyetiyle
yanında tutuyor ve her türlü işinde yardımcı olması amaçlanıyorken ve
haliyle biz de herzamanki saftirik gözlüklerimizi takmış ve alabildiğine
rehavete kapılmışken patladı balon. Hem ne patlayış! Patladığı günden
beri darmadağınığım.
Aslında
Selim’in alarmı uyandırmalıydı beni. Gene çok huysuz olmuştu, kesinlikle
ama kesinlikle siz karşısında ortadan yarılsanız ve hatta ölseniz bile o
dediğini yapıyor ve bizi asla ve kat’a dinlemiyordu. Kerim’i
hırpalıyor, vuruyor, tartaklıyor, Kerim baş etmek için tek silahını
kullanıyor; delice çığlıklar atıyor, evde her an bir kavga bir patlama
oluyordu. Uyanamadım ama. Öyle yumuşak bir geçişi var ki bu işin, uyanıp
da; a-aa neler oluyor diyemiyorum. Ki ben uyanık bir anne de değilim. Bu yüzden diyorum; ayakların yere basmasını gerektiriyor annelik diye. İçerliyorum kendime, neden zamanında yakalayamıyorum diye. Üstelik ilk kez değil; daha önce yaşadım benzerlerini hem de 2 kez. Bknz. Ehil Olmayan Annelik.
Öyle zor
günlerdi ki, sabah gözlerini açtıkları anda kavga ve çığlık başlıyor ve
gün bitip de uyudukları ana dek devam ediyordu. Onlar uyudukları anda
ben peltem çıkmış biçimde uyuyakalıyordum olduğum yerde. Çoğu zaman
sinir krizi geçiriyor, bazen karşılarında çaresizce ağlıyordum, ama
değişen birşey olmuyordu. Bazen sıkı kurallar ve cezalar devreye
giriyordu ama bu evdeki kaosun dozunu daha da artırıyordu zira Selim
cezaya uymamak için büyük direnç gösteriyor ve hatta kendini de bizi de
paralıyordu. 2 kez kapıdan çıktı gitti, 2 kez babasına dahi vurdu,
sizden nefret ediyorum dedi, hasılı çok kaotik bir haldi. İyi telkinler,
güzel konuşmalar ise cevapsız kalıyordu. Başta anlıyormuş gibi görünse
de olmuyordu düzelme olmuyordu. Bir gün yumuşak bir anında neden böyle
davrandığını sorduğumda; ben de neden böyle yaptığımı bilmiyorum, çok
üzgünüm, dedi. Öyle çaresizdi, çaresizdik.
Ve ben
olayların sıcaklığından ve sıkıntının devamlı olmasından ve bu ortamdan
hiç ayrılamadığımdan, şöyle bir adım geri çekilip başka tür bir gözle
bakamadım halimize. Günler bu kaotik haliyle deveran ediyordu. Bir çözüm
düşünmeyi dahi düşünemediğim zamanlar oldu. Öyle katlanıp o günlerin
içinde rulo gibi debeleniyorduk. Bir ara çocukları patakladığım bile
oldu :( Bir ara da nefes alamaz oldum, sanırım panik ataktı.
Derken bir
gün Selim birşeyden bahsetti. Nasıl geçti okul, sorusunun üzerine
-güzeldi- dediği bir gündü bugün üstelik. Anne, şu John, hani bana
yardımcı olan büyük çocuk, ona birşey oldu, artık onunla anlaşmıyoruz,
dedi. Neden dedim, bilmem değişti biraz, dedi. Nasıl değişti dedim,
eskiden iyiydi, benimle ilgileniyordu, benimle maç yapıyor oynuyordu ama
artık oynamıyor ve herşeyime no, no, no diyor, dedi. Bir de sürekli
-tellin teacher- diyor ve beni tehdit edip duruyor, dedi. Neden öyle
diyor sence dedim, ya da o sırada sen ne yapıyor oluyorsun dedim, mesela
ders arasında kendimce oyunlar oynuyorum, gidip taşları diziyorum,
geliyor no, no, no diyor. Ben de aldırmayınca -tellin teacher- diyor
dedi. Öğretmen de bana kızıyor, dedi. Ben kendimi anlatamadığım için
öğretmenler onları dinliyor ve onları haklı buluyor, dedi. Zaten sınıfta
herkes tellin teacher, diyerek beni tehdit ediyor, dedi. Öğretmenin
kızmasına üzüldüğümü anlamışlar ve bunu hep yapıyorlar ama en çok John
yapıyo bunu dedi.
Mesela
bugün gene kendimce oyun kuruyordum, tek başıma, gittim taşları dizdim.
John da geldi gene no, dedi. Ben aldırmadım. O da taşlarımı tekmeledi.
Yani öyle çok sıkılıyorum ki ondan. Bir türlü kurtulamıyorum ondan.
Gidiyorum okulda büyük çocukların giremediği bir yere giriyorum ondan
kurtulmak için, ama bir bakıyorum gene gelmiş, sanırım Dino izlerimi
takip ederek buluyor beni (ah saftiriğim, ayakkabılarının altında
Dinozor baskısı var, onu anlatıyor) hemen geliyor arkadaşları da oluyor
ve ben çıkmayayım diye çıkışı kapatıyorlar. Yani ne yapsam nereye gitsem
kurtulamıyorum ondan. Görünmez olmak istiyorum bazen, John beni
göremesin istiyorum, dedi.
Beynimden
vurulmuşa döndüm bu cümlelerle. Hani uyuduruyor desem bunca uyduramaz
biliyorum. Dino izleri hayaldir ona birşey demiyorum ama çıkışı
kapatmaları, görünmez olmayı dilemesi gerçekti. İçim sızladı, kayadan
ağır bir kütle yüreğime oturdu, gözlerim ıslandı, boğazım düğümlendi,
konuşmam gerekti ama konuşamadım, yutkundum, yutkundum, sustum. Bir
parça kendime gelince biraz daha konuşturdum ve bunu babasıyla
konuşacağımı, bu sorunu inşallah halledeceğimizi, öğretmenleriyle
görüşeceğimizi ve rahat olmasını söyledim. Söyledim söylemesine de içime
yerleşen o alevle bir türlü baş edemedim. Çocukların ihtiyaçları ile
ilgilenirken aklım yerinde değildi, sorularını cevaplarken kim bilir
neler dedim.
Akşam İ.
geldi. Selim’den bir kez daha dinledik benzer cümleleri. Selim uyudu. İ.
ile boğazımız düğüm düğüm kendimizi yedik. İ. 2 sayfalık bir not yazdı
öğretmene ve görüşmek istediğini söyledi. Sabah derhal aramış okulun
müdüresi İ. yi. Hem bu olayı hem de Selim’in genel halini konuşmak
istediklerini söylemiş.
İ. Selim’i
de alıp görüşmeye gitti. Ben Kerim’le dışarıda bekledim. Zaten müdahale
edecek, hele ki dert anlatacak kadar konuşacak denli bir İngilizcem
olmadığından çekinik kalmayı yeğledim. Geldiklerinde konuştuk. Maalesef
şöyle bir hata yaptık. İ benle konuşulanları başbaşa konuşmadan Selim de
yanımızdayken konuştuk. Dolayısıyla sakince düşünüp Selim’e birlikte ve
uygun şekilde anlatma becerisini gösteremedik. Neyse!
Olay
bildiğimizden çok daha kötüymüş. John değil adı Josh olan bu çocuk
Selim’e abilik yapıyormuş sözümona. Ama çocuğa paye verince kendini de
şaşabiliyormuş işte. Şaşmış Josh da. Selim’in bahsettiği olay dün olmuş.
Yani aslında olayı tam gününde anlatmış. Selim okulun dolaplarından
birine girmiş. (ki sabah bana yerini göstermişti, bahçede oyun alet
edevatlarının olduğu bir dolap) Josh da çık demiş. Selim çıkmamış. Josh
öğretmeni haberdar etmeliyken olayı uzatmış. Selim inatlaşmış. Ve olay
uzamış. Josh da yaka paça Selim’i oradan çıkarmış. Hatta bahçede
herkesin gözü önünde onu bir müddet böyle çekiştirerek tutmuş. Müdüre
olayı görmüş ve derhal müdahale etmiş. (Yani müdürenin anlattığı bu)
Ardından Josh’a bundan böyle Selim’in yanına yaklaşmaması söylenmiş ve
birinci sınıfların oyun alanına girmesi yasaklanmış.
Olay
sırasında Selim gene mi oraya girmiş, yoksa iki farklı olay mı artık
bilmiyorum, emin de olamıyorum. Müdüre çık demiş Selim’e. Selim
çıkmamış. O da sorgulamış; bu çocuk anlamıyor da mı çıkmıyor, yoksa
anlıyor da inat mı ediyor? İlkiyse sorun yokmuş ama ikinciyse sözkonusu
olan vah vahmış.
Ve
sıralamaya başlamış Müdüre bundan sonra İ. ye: Selim çok haylazmış,
sınıftaki en sivri ve en yaramaz çocukmuş. Arkadaşlarının birşeyi
düştüğünde durmak bilmeyen bir gülme krizine tutuluyormuş (bunu daha
önce de duymuştum, sapıttığı zamanlarda bunu hep yapar) ve çocuklar
kendilerini çok kötü hissediyormuş zira büyük bir hata yaptıklarını
düşünüp burkuluyorlarmış. Yanısıra uyarıları dinlemiyormuş, dinlese de
dinlemiyormuş. Şöyle ki; diyelim masaya vuruyormuş, öğretmeni
yapmamasını arkadaşlarının rahatsız olduğunu söylüyormuş, Selim
duruyormuş, sözde öğretmenini dinliyormuş ama hemen ardından ayağıyla
zemine vuruyormuş, yani aslında dinlemiyormuş. Arkadaşlarına müdahale
ediyormuş. Buralarda pek önemli olan -Personal Space- uzak durma
mesafesi, kişisel alana girmeme ve dokunmama kısmını uygulayamıyor
Selim. Akdeniz insanı sıcaklığı ile yapışıyor çocuklara, ne kadar
tembihlesek de. Bir de İngilizce öğretmenini öpmüş ki bu çok fenaymış.
Sadece evde böyle birşey yapacağını tembihlemek gerekiyormuş. (Bunda
hemfikirim, lakin bizde sokakta yabancılar dönüp çocukları öpmez mi,
nasıl ayırd etsin bu çocuk hemencecik) Bunların yanında elinde kırmızı
bir kart vardı İ. nin, bundan böyle Selim’e ikaz bir kere yapılacakmış,
şayet ikazı dikkate almazsa kırmızı kart gösterilecekmiş ve defterine
işlenecekmiş, gene dikkate almazsa kart eve gönderilecekmiş, gene
dinlemezse kayıtlarına işlenecekmiş vesaire. Ben dinledim dinledim, içim
şişerek ve fenalıklar geçirerek.
Sonra
birden ah dedim. İ. ye neden bunları ilk önce bana anlatmadığı için
çemkirdim, giderek bu sistemin aptallığını farkettim ve daha çok
öfkelendim ve Müdüreye bilendim. Ve pek övülen İngiliz Eğitim sistemi
buysa üstü kalsın istemem dedim. Neden mi, söyleyeyim:
.
1. Bunca
çocuk psikolojisini dikkate alan Batılı eğitim anlayışı, bütün okulun
gözü önünde adeta tartaklanarak bahçede çekilen bir birinci sınıf
çocuğunu, hem dil bilmez hem kurallarını bilmez bir çocuğu saklandığı
yerden çıkmadığında nasıl olur da itaatsizlikle suçlar. Anlamıyorsa bu
başka, ama anlıyor da çıkmıyorsa ne demektir. Nasıl olur bu eğitimci
kadın bu çocuğun onurunun kırılmasını, korkmasını, belki utanmasını bir
diğer seçenek olarak görmez. Belki sadece korkusundan çıkmadı. Yahut
utandı. İlla inatlaşmak mı demeli?
2. Ehil
Olmayan Annelik yazımda, iş bilmez anaokulundaki öğretmenden en çok
şundan dolayı dert yandım. Ben ona bir problemden bahsettim o bunu
direkt bir saldırı olarak algıladı ve derhal suçlamalara başladı. Bu
yolla -bizden yana herşey harika, oğlunuz anormal- diyerek suçu üstünden
atmaya yanaştı. Şimdi geliyorum İngiltere’ye aynı tavır. Biz bir
problemden bahsediyoruz, ki şikayet bile değil, Müdüre sanki ona
saldırmışız gibi bir tomar anormallik sıralayıp koyuyor önümüze. Konumuz
neydi unutalım istiyorlar böylece herhalde. Ha Doğancılardaki anaokul,
Ha İngiltere’deki ilkokul! Bence tavır olarak hiçbir fark yok!
3. Aynı o
anaokulundaki gibi, biz birşey demesek gıkları çıkmıyor. Bu şekilde biz
de sanıyoruz ki herşey çok iyi gidiyor. Ama ne zamanki bir problemden
bahsediyoruz bir de bakıyoruz ki ohoo, meğerse ortalık savaş alanı.
Madem bunca kritik ve çok ciddi sorunları vardı Selim’in, neden bugüne
dek beklediniz, demez mi insan şimdi? Üstelik veli toplantısı da oldu.
Kimsenin sesi çıkmadı! İ. zorla ağızlarından laf aldı.
4. Bu çok,
çok önemli benim için: Ben eğitimci değilim ama bunu düşünebiliyorum,
bir eğitimci nasıl düşünmez bunu bilmiyorum. BU ÇOCUK YAŞADIĞI BİR
PROBLEMDEN BAHSETMİŞ, GELİP AİLESİNE ANLATMIŞ RAHATSIZLIĞINI, AİLE DE
DURUMA EL KOYMUŞ VE ÖĞRETMENLERİ İLE GÖRÜŞMÜŞ VE SONUÇ NE OLMUŞ: ÇOCUĞA
KIRMIZI KARTLAR ÇIKMIŞ, CEZA UYARILARI YAĞMIŞ! DEMEK Kİ NE DİYOR BU
SİSTEM: AMAN HA ÇOCUĞUM, SAKIN DERDİNİ ANLATMA, ANLATIRSAN HAKLI DA
OLSAN CEZAYI ALIRSIN, HEM DE TONLA! O yüzden iyiliğin için susmalısın!
Sineye çekmelisin her halükarda. E hani haklar vardı, kanunlar vardı. Bu
ülkede kimse kimseye sataşamazdı, hani Personal Space’iniz vardı,
dokunmak yoktu hele ki tartaklamak, o zaman Josh ne oluyordu?
İşte bu
beni çok rahatsız etti. Selim’e olayların karıştığını ve bağımsız
olduklarını açıkladık, o da anladı esasında ama anlamayabilirdi. Bu
nasıl bir densizliktir ben bilemedim.
5. Kurallar işletilmeli, disiplin sağlanmalı tamam ama bunların tolere edileceği, esnetilebileceği gerçeği var bir de. Neyse!
.
Ertesi gün
okula gitti Selim. Çıkışta almaya gittim. İ. evden çalışıyordu ve Kerim
uyuyordu. Selim’le gezmeye çıktık, yürüdük. Okul güzeldi, Josh yanıma
bile yaklaşmadı, rahattım dedi. Ne denli yumuşak olsam dinlemiyordu beni
gene. Çamurları yüzüne dek sıçratıyor, yerlerde emekliyor, tiz tiz
çığlıklar atıyor yani bizim akıllı Selim tümden akılsız biri
davranıyordu. Evet kesinlikle bir problemi vardı. Tam eve girecekken
anne biliyor musun aslında okulda üzücü birşeyler oldu dedi. Nedir
dedim, mahallede onun okuluna giden tek bir çocuk var ve maalesef o da
mahalledeki tem uyumsuz ve sinir bozucu bir çocuk. İşte o çocuk sataşmış
Selim’e. Yanlarından ayrılsaydın keşke dedim. Yanıma geldiler, bir
türlü kurtulamadım onlardan. Sınıfa kaçtım oraya bile geldiler. Ben
vurmadım onlara, sadece kurtulmak için ittim. Hatta bir ara etrafımı
sardılar ve kulağımın dibinde çığlıklar attılar. Ben de kulağıma elimi
götürürken çocuğun yüzüne bile geldi. O kadar yakınımdaydı yani. Sonra
birbirimizi iteklerken öğretmen bizi gördü ve kırmızı kart verdi, dedi.
Hayde, dedim. İ. hemen okula gitti, zaten dünden biriken şeyler de
vardı.
Bir süre
sonra elinde gülen yüzlü turuncu bir kartla geldi İ. Bugünkü olay
şuymuş: Gene Müdüre Selim’i sınıfta görmüş, herkes dışardayken o içerde
tek başına kaloriferi tekmeliyormuş (Sanırım o sıra çocuklardan
kaçıyormuş) Müdüre yapmamasını ve dışarı çıkmasını söylemiş. Çıkmış
Selim. Ve kapışmışlar. Müdüre de olayı görmediği için her iki tarafa da
kırmızı kart göstermiş.
İ.
içimizde kalanları anlatmış. Tutumunuzu doğru bulmadım, oğlum bize bir
sorununu anlattı biz de sizinle konuşmaya ve çözümlemeye geldik ama siz
bizi kucağımıza koyduğunuz bir tomar problemle gönderdiniz. Sizce bu
durumda bu çocuk bir daha problemini anlatmak ister mi? Ki kolay
anlatmıyor başına gelenleri. Haklısınız demiş müdüre, ben böyle
düşünemedim. Bravo! Eğitimci olan biziz!
Ama zaten
uzun zamandır bizimle görüşmek istemişmiş de, şimdi hazır karşılaşmışken
dökmüş içindekileri. Harika bir işleyiş. Bu kadar ciddi sorunlar varken
neden bizi haberdar etmediniz, biz sizden bir bilgi gelmeyince herşey
yolunda zannediyorduk oysa şimdi onlarca sorundan bahsettiniz demiş. Bla
bla bla.
İkincisi,
Selim Türkiye’de Üstün Potansiyelliler sınıfındaydı. Yaşıtlarından
genellikle ilerdedir. Şimdi kendinden küçüklerle aynı sınıfta ve
İngilizce dışında anlatılanların hepsini bildiğinden sıkılıyor
muhtemelen ve sapıtmasının en büyük kaynağı bence bu demiş İ. Sizin
verdiğiniz ödevlerin sorusunu bile okumaya gerek duymadan kendi kendine
yapıyor demiş. Ben sizin için o raporları edineyim belki siz de farklı
bir değerlendirme yapabilir ve uygun yaklaşımda bulunabilirsiniz demiş.
Müdüre çok sevinmiş. Tabii tabii demiş.
.
Ben
sapıtmasının iki nedeni olduğunu düşünüyorum: Kültür sorunu var tamam.
Yabancı bir ortama ayak uyduramama sorunu da tamam. Ama en baş sorun
kendini ifade etmeyi ve konuşmayı pek çok seven bu çocuk kendini
anlatamadığından çıldırıyor bu bir! İkincisi etrafındaki çocuklar
Selim’e göre bebek gibi. Öyle küçükler var ki boyları Kerim gibi.
Halleri de. Selim mahallede 3. sınıfa giden bir çocuk var en çok
anlaşıyor mesela. 2. sınıfa giden bir çocukla da ha keza. Sanırım dili
söker sökmez üst sınıflara alınması gerek. Sıkılıyor ve kesinlikle
sapıtıyor, bundan eminim! Evde de öyledir çünkü, bir saniye sıkılsın
direkt saçmalar.
.
Selim’i
Üstün Potansiyelliler sınıfına almak istediklerinde (tabii yapılan
profesyonel değerlendirmeler ve testler sonucunda oldu bu) ben de, İ. de
karşı çıktık. Genelden kopuk olmasın, üzerine çok fazla ders
yığılmasın, bunun baskısı olmasın istedik. Ama oradaki Eğitim Müdürü
beni şöyle ikna etti. Ki onun oğlu da öyleymiş, işin içinde olan bir
anneydi. Bu çocukların bilgi açlığı çok fazla. Şayet o bilgi sağlıklı
şeylerle doldurulmazsa, önlerine ilk gelenle dolduruyorlar zihinlerini
adeta. Küçükken basit şeyler oluyor; televizyonla dolduruyorlar mesela
ama giderek daha tehlikeli ve sapkın ya da boş şeylere yönelebiliyorlar.
Kötü arkadaşlar vesaire edinebiliyorlar, kötü alışkanlıklar. Gözümün
önüne böylesi tipler geldiğinde tamam demiştim ben. Çok zeki ama perişan
olmuş ve harcanmış tipler. Ve Selim’in en mutlu olduğu dönem o sınıfta
olduğu dönemdi işte. Oysa baksan sabahtan akşama dek öyle yoğun bir
programın içindeydiler ki. Sürekli ve sıkı bir programdı gördükleri.
Elbette keyifliydi yaptıkları aktiviteler ama boş vakit neredeyse yoktu.
Ve Selim aksine çok mutluydu. Çünkü doyuruluyordu. Bunu yaşadım. Bir
ara hep ders, hep ders dediği de oldu ama okula hep keyifle gittiği de
doğruydu. Neyse bunu yazmam gerek ayrıca. Şimdi yetmemiş kendinden
küçüklerle tek tek çizgi, harf, sayı öğrenince bunaldı haliyle. Ve her
zaman olduğu gibi sıkıldığı an zırvaladı, saçmaladı. Sıkıldığı zaman
Selim’i görseniz kesinlikle bu çocuk akıllı demezsiniz, görüp
göreceğiniz en aptal çocuk gibi davranır. Hatta kaçmak istersiniz.
Diyorum ya çamurda emeklediği bile oldu.
Şimdi
10 günlük bir tatilin içindeyiz. İçimiz yanarken ve Selim bazen bizi
çıldırtıyorken dahi belki de ömrümde ilk kez sahte de olsa gülüyorum
Selim’e, yumuşak konuşmaya çalışıyorum. İ. Selim’le daha çok vakit
geçiriyor, ben birşeyler yapmaya çalışıyorum. Selim epeyce yumuşadı bu
yaklaşımla. Ama kırılganlığı ve hassaslığı had safhada. Sokağı ve
çocukları çok sevmesine rağmen, sataşan o çocuk vardır diye, arkadaşları
gün boyu kapıya gelmesine rağmen çıkmadı sokağa. Neden çıkmıyorsun
dediğimde, bilmem belki sonra çıkarım dedi durdu akşama dek. Çocuklar,
geliyor musun, dediklerinde her seferinde -i dont know- dedi garibanım.
Ertesi gün ise şunu dedi bana: yaaa gördün mü anne, bir tam gün o çocuk
yüzünden sokağa çıkmadım. Ertesi gün çıktı, o çocuk gelince geri geldi.
Bir sonraki gün o çocuk hiç yoktu, hemen hemen tüm gün sokakta kaldı.
Dün o çocuk geldi, Selim suratını asıp geri geldi. Bir ara çocuk
peşinden bizim eve doğru geldi. Ben de selam verip nasıl olduğunu sordum
çocuğun; aa anne bu çocuk o pis çocuk dedi. Yani selam verme demeye
çalıştı tahminim. Olsun Selim’cim ne olursa olsun selam verip, halini
sorabiliriz, biz her şekilde bildiğimiz gibi davranmalıyız dedim. Ve
farkettim ki o çocuk biraz diyalogla daha yumuşak bir havaya girdi. Ve
Selim de birden hi David, how are you, dedi. Hoşuma gitti. Zaten
nispeten daha iyi oldu halleri. (Bu arada çocuk Selim2den büyük ama
cüsse olarak epeyce küçük)
.
.
Bu arada
tatilin ilk gününde sokağa çıkmıştı Selim. Görmeliydiniz ya da
görmeyiniz bence. Ben pencereden izledim, neler yapmadı ki. Diğer tüm
çocuklar edeple koşturmaca vesaire oynarken, bizimki onlar gibi çevik
değil hem de astımdan kaynaklanan zayıf ciğerle yolda kalıyor,
öksürükler içinde, onlara yetişemiyor ve tümden sapıtıyor, ıslak yollara
yatıyor, bebek taklidi ile sokağı çınlatıyor, çamurlara batıyor, çok
acıklı bir manzaraydı hasılı. Yaptıklarına aldırmıyordum ama neden bu
hale geldiğini düşününce çok acı çekiyordum. Böyledir Selim. Bir yerde
problem olunca ağlamaz, zırlamaz diğer çocuklar gibi, bazı çocuklar
vardır okuldan içeri girmez, yırtınır çıldırır, yapmaz Selim olgunlukla
kabullenir yapacaklarını, bazen yapmasa keşke haberdar etse bizi derim,
hem belki dikkate de alınır daha çok, girer ama böyle yansıtır işte
içindekileri de..
.
.
Şimdi
tatil bitip de okula dönme vakti gelince n’etmeli? Selim’in sınıf
öğretmeni iyi biri. Selim sık sık -anne Miss Stoneman böyle bizim
annemiz gibi, tatlı ve sıcak- diyor kendiliğinden mesela. Ve o kadının
Selim’i tolere ettiğinden hiç şüphem yok. Ama Müdüre ı-ıh! Emin değilim
onun ehilliğinden! Disiplini tutturacağım diye Ortaçağ sertliğini
uyguluyor sanki. Her koşulda ilkin disiplin diyor gibi, zorla da olsa,
bir şekilde onu birincil sıraya alıyor.
Elim
yüreğimde bekliyorum şimdi ne olacak diye. Okul açıldığında gene aynı
sorunlar olacak mı diye beklemek mi gerek, yoksa başka türden
müdahaleler mi gerek bilmiyorum. Özellikle İngiltere için fikri olan
varsa lütfen yazsın, ne yapmalıyız? Okul mu değiştirmeli, Selim
İngilizce konusunda epeyce ilerledi ama üst sınıfa geçmeye yeterli
değil, kaldı ki biz geçsin deyince de geçirmeyebilir Müdüre, ya da baskı
mı yapmalı bilmiyorum. Fikri olan, tecrübesi olan ne olur bir fikir
versin.
Bu
yazıyı ikinci kez okuyamadan gönderiyorum, hataları boldur tahminim. Ama
içim elvermiyor okumaya. Olaylar henüz taze ve sıcakken yazamadım, hem
objektif olamam hem de dayanamam diye. O yüzden şimdi aklıma geldikçe ve
elimden geldiğince objektif yazmaya çalıştım.
.
Bu da Selim’in dün çizdiği okul resmi.
Birkaç gündür sürekli çok mutlu resimler çiziyordu. Okulunu da çöizer
misin dedim. Hem sınıfını, hem de bahçeyi dedim. Soldaki sınıfı. Dörtlü
grup halinde oluyorlar sınıfta. İkincisi de bahçe. Siyahla çizdiği için
çok ürperdim, neden diye sordum, siyahı seviyorum dedi. Ki genelde
siyahla çizer ama bana koyu geldi. İçinizde okuyup da anlayan varsa
lütfen bakıp ne düşünüyor söylesin.
.
-Bugünlerde eğitim denen şeyin; beyinleri ezerek körleştirme ve safsata olduğuna dair inancım kabarıyor gene!-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder