Üniversiteyi
kazandığımda İstanbul’a geldim. Önce bir öğrenci yurdunda, ardında o
yurttan edindiğim dört kız arkadaşla tuttuğumuz evde kaldım. Evden
çıktığımızda eşyalarımın hepsini dağıttım. Sonra gene eve çıktım ve
yeniden eşya toparladım. Çalışmaya başladığım sıraydı, ilk kez evime
yeni eşyalar aldım. Sonra yeniden evi de, ev arkadaşımı da değiştirdim
ve gene eşyaları olduğu gibi bıraktım. Sonra bir başka arkadaşımın
yanına taşındım, gene tüm eşyaları olduğu gibi bıraktım. Sonra İ. ile
evlendik. İ. nin evindeki çoğu eşyayla eve devam ettik. Selim olmadan
mobilyaları değiştirdik, yeni makinalar aldık, derken Moskova’ya gitmeya
kalktık ve evi yenilenmiş eşyasıyla olduğu gibi kiracıya bıraktık.
Moskova’ya
birkaç valizle gittik. Orada 2 sene kaldık. Hiçbirşey almıyor gibi
görünsek de aslında alıyorduk. En başta da Selim’e yatak, kitaplar,
oyuncaklar, mutfak aletleri, küçük ev aletleri ve ancak böyle yaşayanın
anlayabileceği; bir sürü ıvır zıvır. Moskova’dan sonra St. Petersburg’a
taşındık. Gitmeden Selim’e bir heves aldığımız birbirinden güzel
oyuncakları, kitapları, küçülmüş giysileri bir valize koyduk ve
Türkiye’ye gönderilmek üzere yetkili birine bıraktık. (Çok sonradan
farkında vardık ki bu eşyaların en güzelleri valiz içinden alınmış) Bir
kısım eşyaları orada dağıttık. Kalanları da trenle; kolayca ve
sorunsuzca taşıdık. Buradaki ev de eşyalıydı ancak gene de bir sürü ıvır
zıvır aldık. Günü geldi İstanbul’a dönmeye karar verdik. Eşyaları
bırakacaktık. Bıraktık da. Hatta valizler fazla gelmesin diye, yepyeni
giysileri dahi yanıma almadım. Düşünüyordum, fazladan her kilo 100 Euro
gibi bir fiyata gelecekse elimdeki giysiler bu kadar etmiyorsa, ki
etmiyorlardı, bırakıyordum.
İstanbul’a,
kiracının bıraktığı eve yerleştik ilkin. Eşyalar fazlasıyla eskimişti.
Ev de minicikti. Alt kata, nispeten büyük olan daireye geçtik. Aslında
kocaman teraslı, Selimiye Camii, Selimiye Kışlası ve gepgeniş deniz
manzaralı, ferah ama pek minik bu evi bırakıp, pencereleri arka bahçeye
ve karşıdaki beton binalara bakan bu boğucu eve geçmeye gönlüm hiç razı
olmuyordu. Gene de daha geniş olsun diye geçmiştik işte. Buraya eski
eşyalardan bulaşık makinası dışında hiçbirşey almadık. Herşeyi yeniden
aldık. Ve birikimimizin tamamını bu evin tadilatına ve eşyalarına
yatırdık. Hatta uzunca süre mobilya taksitleriyle de uğraştık. Aslında
hem her an gitmeye meyilliyken hem de yerleşmek büyük tezattı ve belki
de saçmalıktı, ama yaptık.
Bu evde 2
yılı aşkın kaldık. Kerim dünyaya geldi. Derken İngiltere’ye taşınmak
gerekti. Tabii gene eşyalar mevzusu vardı. İngiltere’de eşyalı evler
çoktu, belki böyle birşey yapılabilirdi, yahut bırakıp taşıma masrafının
üzerine birşeyler ekleyip yenileri alınabilirdi, yahut konteynerla
taşınabilirdi, hasılı türlü türlü ihtimaller vardı. Bu sırada içimizde
eşyaları bırakmaya dair bir düşünce belirdi, hem bu şekilde eşyalar bir
arkadaşımıza da yarayabilirdi ve bıraktık gene eşyaları. Petersburg’da
bıraktığım onlarca yeni ve lazım şeyi İstanbul’da yeniden alınca; en
başta da Selim’in yatağı (ki 6 yaşına dek 4 yatak değiştirdi Selim)
yorganlar, yastıklar, nevresimleri, kitaplar, filmler, mutfak eşyaları
vesaire sözümona bu kez o durumdan ders alıp bu türden şeyleri yanımıza
almaya karar kıldık. Almaz olaydık!
Bilenler biliyor bu 4,5 aylık kötü serüveni, detaylara girmeyeyim. Ama size daha ilginç birşey söyleyeyim.
Biz alt
daireye geçtiğimizde üst daireyi gene eşyasıyla kiraya verdik. Ve biz
evden ayrıldığımız sırada ev satıldı. Eşyaları da ya satacak ya da bir
yerlere verecektik. Ama ne oldu biliyor musunuz, kiracı eşyaları alıp
gitmiş. Ve böylece o eşya da elimizden gitti. (Bu arada bu olayı da bir
ay kadar önce öğrendim, sormak aklıma ancak o zaman geldi)
Hasılı ben
şunu anladım ki; İ. ile ilk yıllarımızı saymazsak benim eşyayla aram
bir türlü iyi olmamış. Bir tek o dönem sıkı sıkıya tutunmuşum eşyalara.
Sanırım o da bunca zaman sefil öğrenci evlerinde kaldıktan sonra, bize
ait bir yere sahip olmak duygusuylaydı. Onun dışında hep -aldım verdim,
ben seni yendim- gibiymiş eşyayla muhabbettim. Bir dönem birçoğunu
sevmişim ama aslında çok çabuk vazgeçmişim. Ve de vazgeçirilmişim.
-Eşyadan Azade-
cümlem bu yüzden favorim. Eşyasızlığın getirdiği o eşsiz hafifliği, her
an bırakıp gitme serbestisi hep bana cazip geldi. Çok net söylüyorum,
aslında can alıcı olanlar dışında eşyaların birçoğu gözümde değildi. Ama
hep diyorum ya, alavare dalavere çok yordu bizi. Ve bu konunun bitmesi
hepimizin selameti için gerekliydi.
Şimdi bizim eşyalar geldiğinde size neler olduğunu anlatayım da siz karar verin, benim için eşya mı, eşyasızlık mı iyi?
-Eşyalar
geldiğinde; önce ortalığı süpürmek gibi olağan bir eylem saydım. Epeyce
süre İ. heyecanla kolileri açarken ben ıvır zıvır işlerle uğraştım ve
kolilere yanaşmadım.
-Eksikler
mi, değiller mi diye hiç düşünmedim, sadece çok fazla eşya vardı ve
bunlarla ne yapacaktım gerginliği beni sardı. Hatta bir ara; -bir sürü
ıvır zıvırı sırtımıza yük ettik, üstüne aylardır o adamların kahrını
çektik, şimdi nemize lazım bunca giysi, tabak, çanak, yatak diye epeyce
söylendim.
-Eşyalar
geldiğinde de, öncesinde de ümitli ve parlak yorumlar geliyordu.
Eşyaların gelecek; yahut geldi, haydi keyifle ser deniyordu ama ben bu
türden yorumları okurken kendimden utanıyordum. Çünkü asla o keyfi
hissetmiyordum, tam aksine çoğalan eşya fikri dahi beni korkutuyordu.
-4,5 aylık
süre zarfında gördüm ki; 4 tabak, 4 bardak, 6 çatal, 6 kaşık, 6 bıçak, 2
uyduruk tencere, 1 tava, birkaç kase, birkaç giysi, bir -iki ayakkabı
ile hayat idame ettirilebiliyordu. Hatta bu yoksunlukla misafir dahi
ağırlanabiliyordu. Evet zaman zaman zor oluyordu ama şu çok aşikardı;
mutfakları doldurduğumuz eşyaların çoğu lüzumsuz ve abartıydı,
ayakkabılar da, boy boy çarşaflar da ha keza.
-4 aylık
televizyonsuz hayatın bizden götürdüğü hiçbirşey olmadı. Son 1 ay
içinde, gelecek televizyonu beklemekten vazgeçip televizyon aldık
mesela. Ama alır almaz pişman oldum. Sadece çocuklar çok fazla
kudurduklarında zaptetmeye ve nefes alacak zaman kazanmaya yarıyordu.
Yani esasında çocukları eyliyor, belki de uyuşturuyordu ama her ne ise,
kendi başına 7/24 çocuklarla olan bir anne için bu kadarı sorumsuzluk
olmuyordu, hatta bağırış çağırıştan daha iyi oluyordu.
- İşin en güzel tarafı: aradığım en önemli şeyler neredeyse ilk açtığımız kolilerden çıktı. Sanırım bu büyük bir ikramdı.
-4,5 aydır
evi idareten aldığımız, el süpürgesi kıvamında bir süpürge ile
süpürüyordum. Eşyalar geldi gelecek dendiğinden doğru dürüst bir süpürge
almaya da yanaşmıyordum. Ve 2 katlı bu evi bu süpürgeyle süpürmekten
sağ kolumu oynatamıyordum. Ancak süpürgemiz geldiğinde ben hala eski
süpürgeyi kullandım. Çünkü demek ki içten içe eşyalar gelmemiş
sayıyordum ya da geldikleri gerçeğine ikna olmamıştım.
-Evet eşya dediğimiz anıyla özdeş; hele hediyeler; misalen bir kutuyu açtım ve Ayda’nın hediyesine ulaştım. Çok hislendim.
-Evet eşya
dediğimiz anıyla özdeş, anısıyla güzel, ama herşey için geçerli
gelmiyor bana bu cümle. Bence eşya demek yük demek hala büyük oranda!
Kesin kanaat getirdim.
-Çocuklar
keyiflendi eşyalarını görünce tabii. Ancak akşamında kardeş kavgası
çoğalan eşyayla zirve yaptı ve beni deli etti. Bir ara toplayıp garaja
attım hepsini geri. Sonra içim elvermedi geri getirdim ama hepsini değil
tabii, peyderpey.
-Eşyalarımızı
bekliyor olmak bizi sahici anlamında yerleşik olmaktan uzak tutmuş. Ne
zamanki eşyalar geldi, gördüm ki yerleşmeye başladık ve eve düzen geldi.
Ondan önce dolaplar 3-5 giysiye, 3-5 tabağa rağmen karman çormandı.
-Çocukların
oyuncaklarını kısa bir süre kaldırdığımda gördüm ki kitaplara atlıyor
çocuklar iştahla. Bu beni daha çok düşündürdü oyuncak almak konusunda.
Ve kesin kanaat getirdim, saçmalamayı kesip, oyuncak alımını kesecektim.
Oyuncaklar çocukları anlık mutlu ediyordu evet ama o kadar çok olunca
kesinlikle bu birşey ifade etmiyordu. Çocuklar hem oyuncaklarını
yeterince sahiplenmiyor hem de kesinlikle tatminsiz oluyordu. Ve hep
daha daha daha istiyorlardı. Birşeyi alırken daha, alamadığı diğer şey
için iç geçiriyordu. Buna engel olmak istiyordum.
-
Eşyalarımızın sanırım yarısı KAYIP! Battaniyeler, üstelik ikisi annemin
hediyesi ve elzemler burada, son anda İ. nin koşarak yetiştirdiği bir
tomar ilaç, hiçbir yedeği olmayan düğün fotoğraflarımız, çocukların
pasaport vesaire için çekilen fotoğrafları, Selim’in okul müsamere
kayıtları ve fotoları, tüm çatal-bıçak setimiz vesaire.
Geçen 4,5 aylık sürede aklımızda kalanlarla farkettiklerimiz tabii
bunlar. İşin ilginç tarafı, hala saflığımızı koruyoruz. Hiç ihtimal
vermiyoruz hele ki ben, demiyoruz ki bunca eğri işten düzgün bir sonuç
çıkar mı? Çıkmamış! İ. ile birbirimize baktık, n’apalım dedik; İ. diyor
ki adamlara sorsam ne farkedecek, gene yalan konuşacaklar. Zaten bu
adamların ne yaptıklarını, ne yapmaya çalıştıklarını anlamak mümkün
değil! Besbelli farklı işliyor beyinlerimiz. En kötü ihtimalle; Öztürk
Gayrıanal açıkça dolandırıcılık yapacaktı ama yapamadı bir şekilde
diyorum, en iyi ihtimalle de eşyaları muhafaza etmek için Yamen Akyüz
tahta bir kutuya koymuş (ya da koydurtmuş, aslını Allah bilir) ve
sığmayanları olduğu gibi bırakmışlar. Taşımacılık sektörümüzün iş
anlayışı beni her geçen gün daha da hayrete düşürüyor!
Annemle
konuştum, sinirlerinizi bozmayın artık, sadakanız olsun, dedi. Olsunlar!
Ama hep bir sızı olarak fotoğraflar kalıyor gene, demek ki zayıf noktam
onlar, demek ki onlardan kurtulmam gerek ya da Pratik Annem’im dediği
gibi bundan böyle göbeğime bağlamam gerek böylesi şeyleri:)
-Daha
ilginci, gelen eşyalardan kırılan bir tane bile yok. Hepsi sapasağlam.
bu bakımdan tebrik etmek gerek Fokustürk’ü. İ. ile şaştık işin bu
kısmına, ancak şunu da düşünmedik değil, ya çok iyi muhafaza ettiler
sahiden, ya da kırılanları attılar. Bunca ay sonra farketmek mümkün
değilken hele:) Zaten takip etmek de olası değil herşeyi, verilen
listeler zaten düzgün değil, olan da değiştirilmiş.
Hasılı bitmiyor bu marazi eşya meselesi; ben bitireyim zihnimden kalanları iyisi mi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder