Günlerin
hatta ayların sıkıntısı var üzerimde. Hep diyorum ya, mesele eşya
meselesi olmaktan çıktı da sanki bambaşka birşey oldu. Ve bu bambaşka
şeyin ağır sıkıntısı içime boyuna doldu, durdu.
Evet bu
şekilde yaşamak zor; belirsizlik zor, bir bilinmezde debelenmek ve
çaresizlik hissi zor, elimizin kolumuzun ulaşmadığı adamlarla uğraşmak
zor, -a, eşyalar gelmemiş mi, etrafına bir daha bak abi- diyecek kadar
şuurunu kaybetmiş, küstah ve edepsiz bir adamla uğraşmak zor, ne kuldan
utanan, ne de Allah’tan korkan ve sanki kaybedecek hiçbirşeyi kalmamış,
eceli gelmiş kedi gibi davranan bir adamla uğraşmak zor, doğrudan korkup
ilk fırsatta yalana sarılan korkaklarla uğraşmak zor, ne atabilmek
aklından ama ne de kurtulamamak çok zor, her ne kadar aman eşyasız da
olur desek de yaşamak zorundayız eşyayla bir kere; asgaride olsa bile,
asgarinin dahi olmaması elbette zor, hatıralarımızın çalınması çok ama
çok zor, Selim’den kalma onlarca ayakkabı kayıp eşyalar içinde orada
beklerken, Kerim’e ayakkabı almak ve bu sırada bu adamları hatırlamamak
zor, nasılsa 1 ay içinde gelecek diyerek Kerim için yanıma almadığım
onlarca giysinin ve ayakkabının 4 aya yakın sürede küçüldüğünü ve artık
gelse de işe yaramayacağını bilmek zor, ikinci kez almaya mecbur
bırakıldığımız eşyalar için, bunun getirdiği masraftan ziyade bu işi
yapmanın verdiği ağırlık hissi için, ikinci kez alınan her bir eşyanın
hatırlattığı bu pis düzenbazlığın içinde olduğumuz için, bunca
aldatıldığımız için, hayvani bir muameleye maruz bırakıldığımız için
içimizin yanmasını dindirmek zor, biz edebimizi korudukça karşıdakinin
bundan aldığı cesaretle daha daha rahatladığını, küstahlığının ve
hadsizliğinin derecesini kat be kat artırdığını görmek ve hala susmaya
çalışmak zor, ağza dolu dolu gelen bedduayı Allah’tan korkundan tutmaya
çalışmak zor, içine atmak zor, eşimin yaptığı binbir abuk görüşmeyi ve
dahası görüş-e-memeyi sırf üzülmeyeyim diye benden sakladığını bilmek
zor, sırf eşim üzülmesin diye sormamak zor, bir yerden sonra dayanamayıp
sormak zor, aldığın cevapla keşke sormasaydım demek zor, bazen
yalanlarla umutlanıp ama hemen ardından ortadan kaybolan adamlarla gene
bilinmezliğe, karanlığa ve aldatılmanın o kesif kokusunu hissederek
bayılma noktasına gelmek zor ama buna rağmen ayakta durmaya çalışmak çok
daha zor, yalandan umut veren ama söz verdikleri günde ne hikmetse
cehennemin dibine giren ve telefonları kesilen, ortadan kaybolan ve
sessizliğe gömülen adamlarla uğraşmak çok zor, bu sırada başıma üşüşen
uğultu ve ardından ölüm sessizliği gibi bir sessizliğe ve dipsiz
kuyulara düşmek gibi bir hisse kapılmak zor, ALDATILMAK ÇOK ZOR, için
yanarken ve o an seni rahatlatacak tek şey içinden kopacak bir ah iken
gömüp o ahları içine, yutkunup derince, şükürler olsun halime deyip,
Allah’ım sana havale ediyorum demeye çalışmak çok zor, aldatılmak çok
pis ve çok zor,
“Edebin aşağılandığı, doğrunun kaçırıldığı, yalanın ve hayasızlığın alkışlandığı bir dünyada yaşamayı yakinen tecrübe etmek zor, hele ki bu hikayede başrolde olmak çok ağır ve çok zor!”
En çok da
başına gelenleri düşünmek ve ne yaptım ki böyle oldu demek ve hikmetini
çözmek istemek ama çözememek zor, bugünlerde yaşamayı hepten ağır bulmak
zor, yaşamın bıçak sırtı olduğunu izlemek zor, eşyadan başlayıp da
yaşama vardığım ve durduğum noktada içimde hissettiğim derin sıkıntı
zor, zor, çok zor!
-A,
eşyalar gelmemiş mi, etrafına bir daha bak abi- şuursuzluğundan sonra,
cümle hatıralarımı yakmayı göze alacak kadar tüm eşyadan vazgeçmek ve
yazmak zor! Çocuklarım dolanırken eteklerime, öfkemi tutmak ve yazmaya
çalışmak zor, hem annelik yaparken tam ve tüm gün hem de yazmak,
uğraşmak, laf yetiştirmek ve hala edebimi korumaya çalışmak çok zor ve
bu sıkıntı, üstüme çöken bu ağırlık ve basit gibi gözüken ama her anımı
etkileyen bu olayla birlikte yaşamın getirdiği ağırlığı her zamankinden
daha fazla hissetmek çok zor!
İşte
böylesi bir akşamdı bu akşam. Alt katta bulaşıkları yıkıyordum. Suyla
bir nevi terapi görüyordum. Ya da öyle zannediyordum. İşim bitince
yukarıda uyumakta olan çocuklarımın odasına çıktım. Uyuduktan sonra
durumlarına bakmak, gerekirse üstlerini kapamak, son dualarını okumak
istiyordum. Odaya yaklaşırken Evgeny Grinko’yu; hatta Vals’in en
sevdiğim tınılarını duyuyordum. Gene onu dinleyerek uykuya dalmıştı
Selim ve müzik açık kalmıştı. Odada az bir ışık vardı ve çocuklarımın
sıcaklıkları odayı doldurmuştu. Bir de buram buram rayihaları odaya
yayılmıştı. Huzurla uyuyorlardı, onların nefes alışları, o eşsiz
rayihaları ortamı daha da ısıtmıştı. Yanlarına kıvrılıp uyumak hissi
doldu gene içime. Önce Selim’i derledim topladım, bir güzel öpüp
kokladım, ardından Kerim’in mis gibi bebek kokusunun en yoğun olduğu
boynundan kokladım, tez uyanan Kerim’i öpmekten korktum ve odanın
ortasına geçip etrafı seyretmeye koyuldum; bir yandan da dua okuyordum.
Çocuklar uyuduktan sonra, uyanık olduklarındaki karmaşa yerini sükunete
bıraktığından, dünya berraklaştığından ve gözüm sahici bakışına
kavuştuğundan her detay ve her anı, günün yaşanmış en hassas kısımları
zihnimde dolanıyordu. Beri yandan kalan izleri takip ediyordum: Selim
henüz aldığı ejderha kostumünü yanına almıştı, başucunda kendi astığı
New York Doğal Müzesi’nden kalma afişler ve bu afişlere dair hayalleri
vardı, bir de Gecenin Öfkesi denen ejderhası. Kerim ise yalın uyuyordu,
bir ayıcığı vardı onu da merdivenlere atmıştı. Onun sadece uyku sesleri
vardı. Ve yanımızdaki tek Türkçe kitap, Pıtırcık vardı. Zaman zaman
Kerim’in eline alıp okuduğu: anne, babalar gelmişti diyerek uydurmalar
yaptığı.
.
Huzur
duydum. Evet, işte huzur bu diyordum. Evgeny Grinko ile yükselen
tınılarsa içime işliyor ve sanki piyano tuşlarının yerine, ayların
biriken sıkıntısına ve içime attıklarına vuruyordu. O vuruşlar o
sıkıntılara her temas ettiğinde hem huzur, hem hüzün duydum. Ve hem de
sonsuz şükran hissiyle doldum. Çocuklarım yanıbaşımdaydı, sıcaklıkları,
kokuları odayı doldurmuştu ve bu müzik beni benden alıyordu. Öyle ki
eşyalar ve aldatılmalar hep geride kalıyordu. Bu noktada dünyevi olan
herşey manasızlaşıyordu. Fakat ne yazık ki bu sükut ve huzur anını
yaşama mıhlamak, sabitlemek mümkün olmuyordu. Ve bu andan illa ki
dünyaya dönmek gerekiyordu. Maalesef çirkeflikler gene baş gösteriyordu.
Keşke sabitlemek ve o anın içinde kalmak mümkün olsaydı. O zaman ne
eşya derdi kalırdı, ne aldatılmalar, ne yitirilenler ve ne de kalanlar.
Ama işte olmuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder