29 Ağustos 2012 Çarşamba

Festivaller Şehri Edinburgh’un Festival Kareleri



Festivaller şehri Edinburgh gördüğüm ilk andan beri kendine bağladı beni ve sanki o günden beri bırakmaz oldu peşimi. Neredeyse her hafta sonu ayaklarım oraya sürüyor beni. Hele ki şehrin bilumum sokaklarını karnavala çeviren Festival Fringe benim için öylesine cazip ki. Yıllardır hapsolduğum ev ve çocuklar düzleminden sonra sokağa hem de karnaval edasında geçen sokaklara düşmek benim için gökte arayıp da yerde bulduğum şeydi.
İşte geçen hafta da koparıp zincirlerimi, atladım trene ve Edinburgh’a gittim gene. Ürkektim epey, titrektim de. Ama serbesttim. Çocuklar babaları ile havuza gidecekti, onların eğleneceğini bilince, gönül rahatıyla gitmek hele pek güzeldi. Üstelik son bir kaç haftadır ne mutlu ki, her Cumartesi hava güneşli oluyordu tıpkı şimdiki gibi.
Tren tıka basa doluydu. Ayakta gittim. Hemen karşımda çocuğuyla oturan kadınlar vardı. Kadınlardan biri arada bir kafasını kaldırıyor ve masmavi gözleriyle bana bakıyordu. Gözgöze geldiğimiz anda ise başını yere eğiyor ve bu sırada sürekli sallanıyordu. Hani olur ya, ‘Rahatsız Bacak Sendromu’ yaşayanlar gibi sürekli oynatırsın bacaklarını ve dizlerini, işte öyle birşeydi. Çocukların önlerinde içinden oyuncak çıkan dergiler vardı, besbelli bu yolculuk için alınmıştı, zira bunca uyduruk oyuncakla bunca iştahla oynayan çocuklar bana bunu anımsatmıştı. Selim’den biliyordum, yeter ki içinden oyuncak çıksın ve yeter ki adı yeni ve içinde -almak- eylemi olsun, en uyduruk oyuncak için dahi o uyduruk dergileri almayı isterdi. Alınca da bir müddet iştahla onlarla oynar, ardından illa ki kırılan oyuncaklara kızar ve ne çok adiymiş derdi.
Tren her durakta daha da kalabalıklaşıyordu. Öyle ki trendeki içeçek-yiyecek servisi yapan hostes yerinden kımıldayamıyordu. Derken mavi gözlü kadına bir haller oldu. Yüzünü döndü, sırtını dayadığı koltuğa gömüldü ve kızının eline tutuşturmuş olduğu cips poşetini alıp boyuna nefes aldı, nefes verdi. Anlaşılan bir sıkıntısı vardı ve bu yolla; hani filmlerde olur ya, derhal bir kese kağıdı alıp gömülürler oraya, ve sanırım içlerine çektikleri karbondioksit gazıyla sakinleşirler ardından, işte öyle yapıyordu. İçim bir tuhaf oldu. Hem bakmak istemiyordum, zira kadın yüzünü yolculardan saklıyordu, ama hem de kendimi bakmaktan alıkoyamıyordum. Ya kadına birşey olursa diye de çok korkuyordum. Ve zihnimden sözümona o kadınla konuşuyor, ona yardım ediyordum. Bu sırada hostes midesi bulanıyor zannedip kadına bir poşet verdi. Ancak kadının sıkıntısı başkaydı, belki panik atak, belki başka psikolojik bir sebebi vardı. Kızına baktım derhal, kimbilir ne çok korkuyordu. Önce aldırmadı küçük kız, bilmiyorum belki bu duruma alışkın olduğundandı, sonra annesiyle konuşmaya çalıştı, bazen oyununa döndü ama aklı hep oradaydı. Gözleri sık sık annesini yokluyordu ve o kadın o haliyle onunla ilgilenmeye de çalışıyordu. Derken gerginlik anında sapıtan her çocuk gibi, üstelik bunca zaman usul usul oturan kendi değilmiş gibi sapıtmaya başladı küçük kız. Masaya vurdu, kitaplarını saçtı, bir sürü zırva hereket yaptı. Anlaşılan endişe ediyordu. Kadınınsa durumu hiç iyi görünmüyordu. Zangır zangır titriyordu. Gencecik bir kadındı, epeyce güzeldi, üstelik bakımlı ve özenliydi. Acaba neyi vardı; merak ediyor ve kendimce hikayeler uyduruyordum. Tabii bu hikayeler benim yaşantıma uygun düşüyordu. Nitekim aklıma ilk gelen; annelik yapmakta zorlandığı oluyordu. Baskı hissediyordu belki, belki taşıyamıyordu, bilmiyordum. Ben düşüncelere dalmışken hostes kadına gitti; nasıl olduğunu sordu, kadın yüzünü dönmeden eliyle iyiyim, işareti yaptı ve bir süre sonra da normal oturuş biçimini aldı. Anlaşılan o atak neyse geçmişti. Yanısıra düşünüyordum tabii, yeryüzünde bir yaprağın kımıldaması bile sebepsiz değilken, bir yaprağın kıpırdaması ötelerde bir fırtınaya bile sebep olabilecekken hasıl bence Kelebek Etkisi fazlasıyla mevcutken, benim bu kadına denk getirilmemin hikmeti acaba neydi? Keşke bilseydimdi.
Derken iniş vakti geldi ve düşüncelerim yarıda kesildi. Dikkatimi inişe ve yollara verdim. Tren garından aydınlığa bakan yokuşunu tırmandım ve bir anda Edinburgh’un tam ortasına ulaştım. Tam karşımda içiçe geçmiş çatıları ile siyah taşlı Edinburgh binaları duruyordu. Şöyle bir etrafıma baktım, bu masalsı kentle selamlaştım ve yoluma odaklandım. Princess Street boyunca ilerledim ve Royal Mile mevzisine yerleştim ardından sağa dönerek, Fringe Festivali’n canım gözdesi High Street’e girdim. Bunları tek tek neden mi dedim, çünkü bu yolları ezberlemiş ve şehrin bu kısmını son derece bilmişçe geçmiştim. Sanırsınız ezelden beri burada gezen biriydim. Öyle haritaya falan da meyletmemiştim. Hasılı bu kez, önceki gezmelerimin aksine şehirde yabancı olmaktan ziyade yerlisi olmaya  heves etmiş ve pis bir özenti gibi biraz itici bir şekilde ilerlemiştim.
Sonrası bol gezi, bol enerji.
.

Bu adam bu festivalde gördüğüm birçok şovmen gibi ta Californiya’dan gelmişti. Ve bu tip gösterilerin hemen hepsinde olduğu gibi en sadık izleyicileri meraklı gözlerle bakan çocuklar idi.
.
Unutmazsam bir hikaye yazacağım, içinde bu kadının geçtiği. Gerçekten çok masalsı değil mi? Hem de ‘In the Mood For Love’ filmindeki gibi dokunaklı geldi bana hikayesi.
.
Marc Reydams’ın yerini tutmaz ama Tom Ward adlı bu gitarist de kesinlikle festivalin ‘En’lerindendi.
.
Herşeyiyle ortama sıcacık bir hava katan, gelenin geçenin yüzüne bulaştırdığı sıcak bir tebessüm bulaştıran, etrafını sıcacık kuşatan bu gösterici, sanki Amelié filmindeki Amelié idi ve muhtemeldir ki Fransa’dan gelmişti. Detayları yakalamak çok güzeldi. Devamlı mütebessim şekilde kuklalarını oynatması, nostaljik şarkısı, gelen geçen çocuklara sımsıcak bakışı, hele ki o Panasonic teyp, giysisi, duruşu çok tatlıydı. Burada çok uzun süre vakit geçirdim ve onunla eğlenen çocukları da bol bol çektim. Bu da bir başka yazının hikayesi olur dilerim.
.
Bir tiyatro oyununun tanıtımının sokak ortasında böylesine güzel oynanması mest etti beni. İlgisiz katipler, kadına aldırmaksızın işlerini yapan taş kalpli görevliler hepsi iyiydi hoştu ama idama mahkum ediliyormuş gibi izlenim veren bu suçlu, ama sanki suçu ispat edilememiş bir masum suçlu bana çok başarılı geldi. Sokak ortasında, onca kalabalıkta, her yanda bir başka oyunun, şovun, performansın ve konserin sergilendiği bu ortamda rolüne bunca kaptırmak herhalde hiç kolay değildi. Yüzüne yerleştirdiği o korku ifadesi, omuzların ürkekçe kendine çekilmiş hali, bacakların titrek dizilişi ve gözler, göz pınarlarında biriken ama akmayan yaşlar çok güzeldi. Uzunca süre seyrettim ben bu gösteriyi.
.
Bu çocuklar öyle iyi, enerjileri öyle yüksek ve öyle sempatiklerdi ki. Gruptaki herkes keyifle söylüyordu şarkıları, hele ki nakaratlara herkes neşeyle eşlik ediyordu, bilhassa kızın yüzüne bakmak dahi insanın içini ısıtıyordu. Siyahi olanla kızın neşeli kovboy dansı pek güzeldi. Ne yazık ki fotoğraf çekmekten en güzel şarkıları kameraya unutmayı ihmal ettim. Ama az biraz çekmeyi akıl etmişim neyse ki.


Festivaller Şehri Edinburgh’un Festival Kareleri

by Deli Anne on 29/08/2012
Festivaller şehri Edinburgh gördüğüm ilk andan beri kendine bağladı beni ve sanki o günden beri bırakmaz oldu peşimi. Neredeyse her hafta sonu ayaklarım oraya sürüyor beni. Hele ki şehrin bilumum sokaklarını karnavala çeviren Festival Fringe benim için öylesine cazip ki. Yıllardır hapsolduğum ev ve çocuklar düzleminden sonra sokağa hem de karnaval edasında geçen sokaklara düşmek benim için gökte arayıp da yerde bulduğum şeydi.
İşte geçen hafta da koparıp zincirlerimi, atladım trene ve Edinburgh’a gittim gene. Ürkektim epey, titrektim de. Ama serbesttim. Çocuklar babaları ile havuza gidecekti, onların eğleneceğini bilince, gönül rahatıyla gitmek hele pek güzeldi. Üstelik son bir kaç haftadır ne mutlu ki, her Cumartesi hava güneşli oluyordu tıpkı şimdiki gibi.
Tren tıka basa doluydu. Ayakta gittim. Hemen karşımda çocuğuyla oturan kadınlar vardı. Kadınlardan biri arada bir kafasını kaldırıyor ve masmavi gözleriyle bana bakıyordu. Gözgöze geldiğimiz anda ise başını yere eğiyor ve bu sırada sürekli sallanıyordu. Hani olur ya, ‘Rahatsız Bacak Sendromu’ yaşayanlar gibi sürekli oynatırsın bacaklarını ve dizlerini, işte öyle birşeydi. Çocukların önlerinde içinden oyuncak çıkan dergiler vardı, besbelli bu yolculuk için alınmıştı, zira bunca uyduruk oyuncakla bunca iştahla oynayan çocuklar bana bunu anımsatmıştı. Selim’den biliyordum, yeter ki içinden oyuncak çıksın ve yeter ki adı yeni ve içinde -almak- eylemi olsun, en uyduruk oyuncak için dahi o uyduruk dergileri almayı isterdi. Alınca da bir müddet iştahla onlarla oynar, ardından illa ki kırılan oyuncaklara kızar ve ne çok adiymiş derdi.
Tren her durakta daha da kalabalıklaşıyordu. Öyle ki trendeki içeçek-yiyecek servisi yapan hostes yerinden kımıldayamıyordu. Derken mavi gözlü kadına bir haller oldu. Yüzünü döndü, sırtını dayadığı koltuğa gömüldü ve kızının eline tutuşturmuş olduğu cips poşetini alıp boyuna nefes aldı, nefes verdi. Anlaşılan bir sıkıntısı vardı ve bu yolla; hani filmlerde olur ya, derhal bir kese kağıdı alıp gömülürler oraya, ve sanırım içlerine çektikleri karbondioksit gazıyla sakinleşirler ardından, işte öyle yapıyordu. İçim bir tuhaf oldu. Hem bakmak istemiyordum, zira kadın yüzünü yolculardan saklıyordu, ama hem de kendimi bakmaktan alıkoyamıyordum. Ya kadına birşey olursa diye de çok korkuyordum. Ve zihnimden sözümona o kadınla konuşuyor, ona yardım ediyordum. Bu sırada hostes midesi bulanıyor zannedip kadına bir poşet verdi. Ancak kadının sıkıntısı başkaydı, belki panik atak, belki başka psikolojik bir sebebi vardı. Kızına baktım derhal, kimbilir ne çok korkuyordu. Önce aldırmadı küçük kız, bilmiyorum belki bu duruma alışkın olduğundandı, sonra annesiyle konuşmaya çalıştı, bazen oyununa döndü ama aklı hep oradaydı. Gözleri sık sık annesini yokluyordu ve o kadın o haliyle onunla ilgilenmeye de çalışıyordu. Derken gerginlik anında sapıtan her çocuk gibi, üstelik bunca zaman usul usul oturan kendi değilmiş gibi sapıtmaya başladı küçük kız. Masaya vurdu, kitaplarını saçtı, bir sürü zırva hereket yaptı. Anlaşılan endişe ediyordu. Kadınınsa durumu hiç iyi görünmüyordu. Zangır zangır titriyordu. Gencecik bir kadındı, epeyce güzeldi, üstelik bakımlı ve özenliydi. Acaba neyi vardı; merak ediyor ve kendimce hikayeler uyduruyordum. Tabii bu hikayeler benim yaşantıma uygun düşüyordu. Nitekim aklıma ilk gelen; annelik yapmakta zorlandığı oluyordu. Baskı hissediyordu belki, belki taşıyamıyordu, bilmiyordum. Ben düşüncelere dalmışken hostes kadına gitti; nasıl olduğunu sordu, kadın yüzünü dönmeden eliyle iyiyim, işareti yaptı ve bir süre sonra da normal oturuş biçimini aldı. Anlaşılan o atak neyse geçmişti. Yanısıra düşünüyordum tabii, yeryüzünde bir yaprağın kımıldaması bile sebepsiz değilken, bir yaprağın kıpırdaması ötelerde bir fırtınaya bile sebep olabilecekken hasıl bence Kelebek Etkisi fazlasıyla mevcutken, benim bu kadına denk getirilmemin hikmeti acaba neydi? Keşke bilseydimdi.
Derken iniş vakti geldi ve düşüncelerim yarıda kesildi. Dikkatimi inişe ve yollara verdim. Tren garından aydınlığa bakan yokuşunu tırmandım ve bir anda Edinburgh’un tam ortasına ulaştım. Tam karşımda içiçe geçmiş çatıları ile siyah taşlı Edinburgh binaları duruyordu. Şöyle bir etrafıma baktım, bu masalsı kentle selamlaştım ve yoluma odaklandım. Princess Street boyunca ilerledim ve Royal Mile mevzisine yerleştim ardından sağa dönerek, Fringe Festivali’n canım gözdesi High Street’e girdim. Bunları tek tek neden mi dedim, çünkü bu yolları ezberlemiş ve şehrin bu kısmını son derece bilmişçe geçmiştim. Sanırsınız ezelden beri burada gezen biriydim. Öyle haritaya falan da meyletmemiştim. Hasılı bu kez, önceki gezmelerimin aksine şehirde yabancı olmaktan ziyade yerlisi olmaya  heves etmiş ve pis bir özenti gibi biraz itici bir şekilde ilerlemiştim.
Sonrası bol gezi, bol enerji.
.

Bu adam bu festivalde gördüğüm birçok şovmen gibi ta Californiya’dan gelmişti. Ve bu tip gösterilerin hemen hepsinde olduğu gibi en sadık izleyicileri meraklı gözlerle bakan çocuklar idi.
.
Unutmazsam bir hikaye yazacağım, içinde bu kadının geçtiği. Gerçekten çok masalsı değil mi? Hem de ‘In the Mood For Love’ filmindeki gibi dokunaklı geldi bana hikayesi.
.
Marc Reydams’ın yerini tutmaz ama Tom Ward adlı bu gitarist de kesinlikle festivalin ‘En’lerindendi.
.
Herşeyiyle ortama sıcacık bir hava katan, gelenin geçenin yüzüne bulaştırdığı sıcak bir tebessüm bulaştıran, etrafını sıcacık kuşatan bu gösterici, sanki Amelié filmindeki Amelié idi ve muhtemeldir ki Fransa’dan gelmişti. Detayları yakalamak çok güzeldi. Devamlı mütebessim şekilde kuklalarını oynatması, nostaljik şarkısı, gelen geçen çocuklara sımsıcak bakışı, hele ki o Panasonic teyp, giysisi, duruşu çok tatlıydı. Burada çok uzun süre vakit geçirdim ve onunla eğlenen çocukları da bol bol çektim. Bu da bir başka yazının hikayesi olur dilerim.
.
Bir tiyatro oyununun tanıtımının sokak ortasında böylesine güzel oynanması mest etti beni. İlgisiz katipler, kadına aldırmaksızın işlerini yapan taş kalpli görevliler hepsi iyiydi hoştu ama idama mahkum ediliyormuş gibi izlenim veren bu suçlu, ama sanki suçu ispat edilememiş bir masum suçlu bana çok başarılı geldi. Sokak ortasında, onca kalabalıkta, her yanda bir başka oyunun, şovun, performansın ve konserin sergilendiği bu ortamda rolüne bunca kaptırmak herhalde hiç kolay değildi. Yüzüne yerleştirdiği o korku ifadesi, omuzların ürkekçe kendine çekilmiş hali, bacakların titrek dizilişi ve gözler, göz pınarlarında biriken ama akmayan yaşlar çok güzeldi. Uzunca süre seyrettim ben bu gösteriyi.
.
Bu çocuklar öyle iyi, enerjileri öyle yüksek ve öyle sempatiklerdi ki. Gruptaki herkes keyifle söylüyordu şarkıları, hele ki nakaratlara herkes neşeyle eşlik ediyordu, bilhassa kızın yüzüne bakmak dahi insanın içini ısıtıyordu. Siyahi olanla kızın neşeli kovboy dansı pek güzeldi. Ne yazık ki fotoğraf çekmekten en güzel şarkıları kameraya unutmayı ihmal ettim. Ama az biraz çekmeyi akıl etmişim neyse ki.

.
Bu kızlar son derece nezih giyinmiş ve edeple şarkılarını söylemekteydi. Ama itiraf etmeliyim ben kızıl saçlara vermiştim tüm dikkatimi.
.
Bu şovmenin performansı da hem eğlenceli, hem de heyecanlı idi. Yanılmıyorsam bu şovmen de Californiya’dan gelmişti. Seyircisi son derece çoktu, çocuklar hayretle ve dehşetle her anı takip ediyordu. Şovmen elindeki binbir türlü bıçak, kasatura, balta vesaire ile dehşetengiz gösteriler yapıyor ve bunu da interaktif şekilde sunuyordu. Seyircilerle devamlı içiçe idi ve şovun enerjisi çok yüksekti.
.
Jen & The Gents adlı bu grubun performansı bizim üniversite gruplarına benzerdi. Ama solist kızın hali, tavrı, sempatikliği, kıyafetleri pek sevimliydi ve izlettiriyordu kendisini. Yetmedi bir de sahneye, garip giyimli bu dede çıktı ki konser tam şova dönüştü gitti.
.
Tam dönüş yolunda iken ve aslında ayaklarım bir türlü eve dönüş yolunu kabul etmiyorken, kalbim Edinburgh sokaklarında pek mesut ve oraya yerleşmek isterken, biraz hüzünlü ama mecbur eve dönerken sokağın köşesinde rastladım ona. Sesi tüm meydanı kaplamıştı. İçimdeki hüzne eşdeğer hüzünlü bir arya söylüyordu ve kesinlikle çok hoştu.
.
Bu deniz kızı çok ürperticiydi. Bildiğimiz sempatik, güzel, her denizcinin rüyası olmaktan ziyade herkesin kabusu olacak nitelikteydi.  Sanırım zombie denizkızıydı. Ben çok duramadım bu görüntü karşısında ve iyi ki şu sıralar korkusu tavan yapmış Selim iyi ki yok dedim yanımda. Kıpkırmızı gözleri, kömürleşmiş dişleri ve ağır ağır gel diyen elleri, ıyyy, yazarken bile ürperdim.
.

Bu sevimli kadınlara ilgi de epeyce yüksekti. Boydan bir pozlarını alamadım gitti.
.
Gayda çalan bir İskoç erkeği. Braveheart’tan aşina oldupum İskoç Marşı’nı çalıyordu ve dinlemek hoşuma gitti.
.

Fransız komedisine benzettiğim ve esprilerini pek de sevemediğim bu gösteriyi daha çok çocukları fotoğraflamak için seyrettim. Bu performansçı da Tel Aviv’den gelmişti.
.
.
Etrafıma aval aval bakarken yanıbaşımda, bir anda, küt diye bu kızın yere atması kendini bir tuhaf etti beni. Sonra budalalıklarımı anımsadım. Hani düğünlerde olur ya, oynamaya kalkarsınız ve ilk oyuna başlama hali vardır;  birden sakin yürürken eller kalkar ve oynarsınız. O an; kendimde en çekindiğim ama bir düğünde izlemesini en sevdiğim şeylerden biridir. İşte bu da öyle birşeydi. Az önce sapasağlam olan kızcağız şimdi bir anda yere sermişti kendini. Çünkü performans sırası kendindeydi ve öyle yapmak gerekti.
.
Bu teyzenin olayını çözemedim ne yazık ki. Ama öyle gösterişli ve öyle heybetliydi ki hali. Sanırım çocuğa vurma tekniklerini öğretiyordu. Yüzünü net çekmeyi çok istedim ama biraz çekindim. Gerçi bu festivalin en çok sevdiğim yanı, hiç çekinmeden hatta zevkle size poz veren insanları gönül rahatıyla çekebilmekti. Zaten ortalık fotoğrafçı cennetiydi. Ne yazık ki onları çekmeyi ihmal etmişim.
.
Bu performansçı canım Marc Reydams’ın çaldığı köşede çalıyordu. Müziğini yaparken de sağda gördüğünüz bilumum aleti kullanıyordu.. Lakin ne çok araya giriyor, ne çok konuşuyor ve ne çok sevimsiz oluyordu bilseniz. Derhal terkettim ortamı. Zaten sanatçı dediğin biraz az konuşmalı ki bir cazibesi olmalı. Misal Marc Reydams hiç konuşmadı, iyi de yaptı, zihnimde ağır bir havayla kaldı. Gerçi biraz abarttı Facebook’tan bu hafta da orada mısınız, diye sordum cevap dahi yazmadı ama olsun!
.
Bu baloncu amca balonla sanat eseri yapıyordu adeta. Önünde uzun uzun kuyruklar vardı ve bekleyenlerle sıcak sohbetler kurup sıkılmalarına da engel olmaktaydı. Selim de istedi bir tane, ne mi aldı, yo, dinozor değil, şu sıra onlardan uzaklaştı, yeni favorisi ejderhalar olduğundan ejderha aldı. (Tabii bu önceki hafta olmuştu)
.
Bu festivalin gördüğüm en aptal, en idiot ama en kendine baktıran ve bence keyifle izlenen gösterisi. Eminim göstericiler de bu sırada çok eğlenmişti. Öyle salak, öyle aptal, öyle gerzekçe idiydi hareketleri görmek gerekliydi. Ben çok severim zaten böyle şeyleri. Nitekim Lars Von Trier’in Idıots filmini de sevmiştim.
.
Mother Africa diye bir oyunun yahut müzikalin tanıtımıydı bilemiyorum detaylarını. İlginç olan sağdaki kıza fotoğrafçıların yoğun ilgisiydi. Daha da ilginç olan benim o fotoğrafçıları çekmeyi ihmal etmemdi. İş işten geçtiğinde çok üzülmüştüm o kareyi düşünemediğim için.
.
Bunlar benim tarzlarım. Janis Joplin’vari, John Lennon’vari tiplemeler, hele ki burada çeşit çeşit, desen desen gördüğüm ve iç geçirdiğim Dr Martens botlar hepsi pek ilgimi çekti tabii.
.
Bu grubun adı: Buffalo Skinners. Ne yazık ki canlı dinlemek kısmet olmadı, son anda kaçırmışım. Ama albümlerini dinledim gerçekten çok iyilerdi…
.

Hiç yorum yok: