→ Şu
kısacık zaman diliminde anladım ki, İskoçya’da güneş demek; ekmek
demek, su demek. Ve kesinlikle böylesi havaları kaçırmamak gerek.
Derhal
dışarı çıkma çalışmalarına başlıyorum. Çocukları durumdan haberdar
etmiyorum zira çıkma lafını duydukları an, açma düğmesine basılmış en
berbat çamaşır makinası gibi çıldırıyorlar ve birden hayduttan da öteye
geçiyorlar. Bu yüzden, bir an önce, güneşi kaçırmadan dışarı çıkmak için
kendi içimde coşkun bir heyecan dalgası yaşıyorum. Çantayı
hazırlıyorum; su, acil durumlar için bisküvi, çikolata, ıslak mendil,
yedek giysiler vesaire. Kendim giyiniyorum, çocukların giysilerini
hazırlıyorum. Bu hazırlık çocukların gözünden kaçmıyor tabii, sorular
başlıyor ve ben gerçeği söylüyorum. Coşuyorlar, taşıyorlar. Hem bir an
önce dışarıya çıkmak istiyorlar ama hem de dışarı çıkmak için hiçbir
çaba göstermiyorlar. Hatta bırakın çaba göstermeyi sıklıkla yoluma taş
koyuyorlar. Ben her zamanki gibi bu yaman ve illet çelişkiyi
çözemiyorum. Kerim üstünü çıkardığım an kaçışmaya başlıyor, zorlukla
yakalayıp tişörtü kafasından geçiriyorum, kolları geçiremeden gene
kaçıyor, üstelik giydirdiğim kısmı da başından atıyor, Selim sürekli
konuşuyor; bak anne çok kolay giyinip, çıkardıklarımı da toplayacağım ve
senden puan alacağım, diyor ama o dediklerini bir türlü yapmıyor,
sadece anlatıyor da anlatıyor. Kerim’i kolundan yakalıyorum, tiptiz ve
tipsiz bir sesle çığlık atıyor, kulaklarım tırmalanıyor ve.. ve.. ve..
Zihnimde kısa devre hali yaşıyorum. Şalterler atıyor hatta yetmiyor atom
bombası atılmış gibi zıvanadan çıkıyorum. Önce bağırıp, ardından haklı
haksız, yerli yersiz söylenmelere girişiyorum. Çocuklar eşiği
geçtiklerini anlayıp toparlanıyorlar; bir nebze ve bir süre elbette. Ve
kapıya yöneliyoruz nihayet.
Çok
şanslıysam kapıdan tek seferde çıkıyoruz, değilsem çocukların
tekrarlanan çişi, kakası yahut kapı önünde dökülen bir su vakası ile
ikinci seferde belki çıkabiliyoruz. Bu sırada bende keyif namına birşey
kalmıyor, bir karış suratla kapıda beliriyorum. Yanısıra ayakkabı
mücadelesi başlıyor. Bir an önce dışarıya çıkmak isteyen Kerim gene
sürekli ve tacizkar ve delirtici mızmızlanmalarına başlıyor. Selim’se
çok konuşmaya ve ağırdan almaya devam ediyor. Birinin tezcanlılığı, bir
diğerinin ağırkanlılığı bende ikinci bir kısa devreye sebep oluyor ve
bir kez daha zıvanadan çıkıyorum. Lakin bu kez içerdeki gibi rahat
olamıyorum, zira kapıda vahşi ve barbar Türkler profili çizmek
istemiyorum. Malum buradaki tek Türk aile biziz ve bu numuneliği berbat
etmek istemiyorum. Dolayısıyla kısa devremi içimde patlatarak, olmadı
sessizce çığlıklar atarak işimi görüyorum. Beri yandan komşularımızı
görüyor ve gerilmiş yüz kaslarımı anında gevşetip, yüzüme de son derece
sahte ve zoraki bir gülümseme yerleştirip selamlıyorum, hatta sohbet
bile etmeye çalışıyorum. Evet, ben Deli Anne bunu yapıyorum. Hem bu
halde, hem de kıt kanaat ve korkak İngilizcemle.
Kerim’i
pusetine oturtuyorum ve başarıyorum: yola çıkıyoruz. Selim mütemadiyen
konuşuyor gene. Neyse ki yola çıkınca gevşeme oluyor bende de. Herkesin
keyfi geliyor yerine. Ağaçlardan, kuşlardan, çiçeklerden, enfes
kokulardan bahsediyoruz birlikte. Yürüyoruz, yürüyoruz alabildiğine.
Parka gitmeye karar veriyoruz Selim’le ve bakıyoruz ki uyumuş Kerim
pusetinde.
Selim;
yoruldum, ah, vah derken varıyoruz parka. O yorulan çocuk kendisi
değilmiş gibi başlıyor koşturmaya. Bir arkadaş bile buluyor kendine.
Oynuyorlar bir süre. Ve benim için şükür ve saadet dakikaları başlıyor.
Kitaplarım gelseydi de, yanıma alıp okusaydım keşke diyorum ve telefona
yöneliyorum. Kısa sürüyor saadetim elbette, nitekim -arkadaşım köpeğiyle
oynamaya gitti, Frizbi oynayamadık, diyerek suratını asarak geliyor
Selim. Annelik zor zanaat ya işte, burada da iş başa düşüyor gene.
Durumu anlatmaya, evladımı rahatlatmaya çalışıyorum bu kez de. Hadi gel
beraber oynayalım, deyip hiç istemediğim halde Frizbi oynuyorum
Selim’le. Neyse ki giderek oyun isteğim artıyor benim de. Aman ne iyi
oldu, eğleniyoruz ikimiz de derken hiç beklemediğim bir durumun içine
düşüyorum birden.
Ben tam
frizbiyi Selim’e doğru atacakken, karşıdan coşkuyla ve bence korkunç bir
şekilde üstümüze gelen koca bir köpek beliriyor önümde. Elimdekini
fırlatıp, onunla yakalamaca oynayacağımı sanıyor, neticede hayvan işte,
bense kıvranıyorum; Selim’e çaktırmadan bunca korkuyu ne yapmalı diye.
Bir akıllılık edip frizbiyi fırlatıyorum çooook öteye, ki; gitsin köpek
benden de, kurtulayım diye. Çok zekice bulduğum bu çözümün ötesini
berisini düşünmüyorum elbette. Nitekim frizbiyi kapan köpek, bu kez
teslim etmek için eskisinden de coşkun ve çooook korkunç hatta canavarca
bence, geliyor üstüme. Ödüm kopuyor tek kelimeyle, ben ki mümkün değil
hiçbir hayvana temas edemem, bu köpeğin iki ayağı üstünde yükselerek
bana tırmanması ve hele ki ağzındaki frizbiyi illa bana ulaştırmaya
çalışması fikri aklımı alıyor yerinden ve sahibine koşuyorum köpeğin
aceleyle. Buralarda köpekten korkma çok yabancı bir eylem olduğundan pek
anlaşılmıyor bu deli danalar gibi koşma halim. Köpek kaçtığımı görünce
benden de beter zırvalıyor, yanıma gelemiyor ama sürekli etrafımda
dönerek anlayamadığım bir hale giriyor. Kendisine seslenen sahibini dahi
takmıyor. Bu noktadan sonra analık da, kadınlık da rüsvay oluyor, şanım
sürünüyor yerlerde.
Atlatıyoruz
bu vakayı bir şekilde. Selim’e dönelim diyorum, tam iki adım atıyorum,
uyanıyor Kerim de. Derken, arkamdan peşisıra gelen Selim’den tuhaf
sesler çıkıyor birden bire. Ayğhhh, vayhğğğğ, igğğhh, annnnneeee… diye..
Arkama bakmaya korkuyorum ve dönüyorum →
(Arkası yarın merak edene)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder