17 Temmuz 2012 Salı

Annelik Zor Zanaat 2: Bittim



→ Şu kısacık zaman diliminde anladım ki, İskoçya’da güneş demek; ekmek demek, su demek. Ve kesinlikle böylesi havaları kaçırmamak gerek.
Derhal dışarı çıkma çalışmalarına başlıyorum. Çocukları durumdan haberdar etmiyorum zira çıkma lafını duydukları an, açma düğmesine basılmış en berbat çamaşır makinası gibi çıldırıyorlar ve birden hayduttan da öteye geçiyorlar. Bu yüzden, bir an önce, güneşi kaçırmadan dışarı çıkmak için kendi içimde coşkun bir heyecan dalgası yaşıyorum. Çantayı hazırlıyorum; su, acil durumlar için bisküvi, çikolata, ıslak mendil, yedek giysiler vesaire. Kendim giyiniyorum, çocukların giysilerini hazırlıyorum. Bu hazırlık çocukların gözünden kaçmıyor tabii, sorular başlıyor ve ben gerçeği söylüyorum. Coşuyorlar, taşıyorlar. Hem bir an önce dışarıya çıkmak istiyorlar ama hem de dışarı çıkmak için hiçbir çaba göstermiyorlar. Hatta bırakın çaba göstermeyi sıklıkla yoluma taş koyuyorlar. Ben her zamanki gibi bu yaman ve illet çelişkiyi çözemiyorum. Kerim üstünü çıkardığım an kaçışmaya başlıyor, zorlukla yakalayıp tişörtü kafasından geçiriyorum, kolları geçiremeden gene kaçıyor, üstelik giydirdiğim kısmı da başından atıyor, Selim sürekli konuşuyor; bak anne çok kolay giyinip, çıkardıklarımı da toplayacağım ve senden puan alacağım, diyor ama o dediklerini bir türlü yapmıyor, sadece anlatıyor da anlatıyor. Kerim’i kolundan yakalıyorum, tiptiz ve tipsiz bir sesle çığlık atıyor, kulaklarım tırmalanıyor ve.. ve.. ve.. Zihnimde kısa devre hali yaşıyorum. Şalterler atıyor hatta yetmiyor atom bombası atılmış gibi zıvanadan çıkıyorum. Önce bağırıp, ardından haklı haksız, yerli yersiz söylenmelere girişiyorum. Çocuklar eşiği geçtiklerini anlayıp toparlanıyorlar; bir nebze ve bir süre elbette. Ve kapıya yöneliyoruz nihayet.
Çok şanslıysam kapıdan tek seferde çıkıyoruz, değilsem çocukların tekrarlanan çişi, kakası yahut kapı önünde dökülen bir su vakası ile ikinci seferde belki çıkabiliyoruz. Bu sırada bende keyif namına birşey kalmıyor, bir karış suratla kapıda beliriyorum. Yanısıra ayakkabı mücadelesi başlıyor. Bir an önce dışarıya çıkmak isteyen Kerim gene sürekli ve tacizkar ve delirtici mızmızlanmalarına başlıyor. Selim’se çok konuşmaya ve ağırdan almaya devam ediyor. Birinin tezcanlılığı, bir diğerinin ağırkanlılığı bende ikinci bir kısa devreye sebep oluyor ve bir kez daha zıvanadan çıkıyorum. Lakin bu kez içerdeki gibi rahat olamıyorum, zira kapıda vahşi ve barbar Türkler profili çizmek istemiyorum. Malum buradaki tek Türk aile biziz ve bu numuneliği berbat etmek istemiyorum. Dolayısıyla kısa devremi içimde patlatarak, olmadı sessizce çığlıklar atarak işimi görüyorum. Beri yandan komşularımızı görüyor ve gerilmiş yüz kaslarımı anında gevşetip, yüzüme de son derece sahte ve zoraki  bir gülümseme yerleştirip selamlıyorum, hatta sohbet bile etmeye çalışıyorum. Evet, ben Deli Anne bunu yapıyorum. Hem bu halde, hem de kıt kanaat ve korkak İngilizcemle.
Kerim’i pusetine oturtuyorum ve başarıyorum: yola çıkıyoruz. Selim mütemadiyen konuşuyor gene. Neyse ki yola çıkınca gevşeme oluyor bende de. Herkesin keyfi geliyor yerine. Ağaçlardan, kuşlardan, çiçeklerden, enfes kokulardan bahsediyoruz birlikte. Yürüyoruz, yürüyoruz alabildiğine. Parka gitmeye karar veriyoruz Selim’le ve bakıyoruz ki uyumuş Kerim pusetinde.
Selim; yoruldum, ah, vah derken varıyoruz parka. O yorulan çocuk kendisi değilmiş gibi başlıyor koşturmaya. Bir arkadaş bile buluyor kendine. Oynuyorlar bir süre. Ve benim için şükür ve saadet dakikaları başlıyor. Kitaplarım gelseydi de, yanıma alıp okusaydım keşke diyorum ve telefona yöneliyorum. Kısa sürüyor saadetim elbette, nitekim -arkadaşım köpeğiyle oynamaya gitti, Frizbi oynayamadık, diyerek suratını asarak geliyor Selim. Annelik zor zanaat ya işte, burada da iş başa düşüyor gene. Durumu anlatmaya, evladımı rahatlatmaya çalışıyorum bu kez de. Hadi gel beraber oynayalım, deyip hiç istemediğim halde Frizbi oynuyorum Selim’le. Neyse ki giderek oyun isteğim artıyor benim de. Aman ne iyi oldu, eğleniyoruz ikimiz de derken hiç beklemediğim bir durumun içine düşüyorum birden.
Ben tam frizbiyi Selim’e doğru atacakken, karşıdan coşkuyla ve bence korkunç bir şekilde üstümüze gelen koca bir köpek beliriyor önümde. Elimdekini fırlatıp, onunla yakalamaca oynayacağımı sanıyor, neticede hayvan işte, bense kıvranıyorum; Selim’e çaktırmadan bunca korkuyu ne yapmalı diye. Bir akıllılık edip frizbiyi fırlatıyorum çooook öteye, ki; gitsin köpek benden de, kurtulayım diye. Çok zekice bulduğum bu çözümün ötesini berisini düşünmüyorum elbette. Nitekim frizbiyi kapan köpek, bu kez teslim etmek için eskisinden de coşkun ve çooook korkunç hatta canavarca bence, geliyor üstüme. Ödüm kopuyor tek kelimeyle, ben ki mümkün değil hiçbir hayvana temas edemem, bu köpeğin iki ayağı üstünde yükselerek bana tırmanması ve hele ki ağzındaki frizbiyi illa bana ulaştırmaya çalışması fikri aklımı alıyor yerinden ve sahibine koşuyorum köpeğin aceleyle. Buralarda köpekten korkma çok yabancı bir eylem olduğundan pek anlaşılmıyor bu deli danalar gibi koşma halim. Köpek kaçtığımı görünce benden de beter zırvalıyor, yanıma gelemiyor ama sürekli etrafımda dönerek anlayamadığım bir hale giriyor. Kendisine seslenen sahibini dahi takmıyor. Bu noktadan sonra analık da, kadınlık da rüsvay oluyor, şanım sürünüyor yerlerde.
Atlatıyoruz bu vakayı bir şekilde. Selim’e dönelim diyorum, tam iki adım atıyorum, uyanıyor Kerim de. Derken, arkamdan peşisıra gelen Selim’den tuhaf sesler çıkıyor birden bire. Ayğhhh, vayhğğğğ, igğğhh, annnnneeee… diye.. Arkama bakmaya korkuyorum ve dönüyorum →
(Arkası yarın merak edene)

Hiç yorum yok: