Annelik Zor Zanaat 1: Güneşi Gördüm
Annelik
zor zanaat. Hem de en zor. Hep diyorum ya; 7/24 çalışan en ağır
işçileriz. Neden mi, basit ve çok sıradan bir günde yaptıklarımla bunun
cevabını vereyim.
Bugün
hergünkü gibi ağrılarla uyandım. Eşyalarımızı, yatak, yorganlarımızı
hala getirmeyen ve yalandan kırk takla atan Bergen Nakliyat sayesinde
uyduruk kaydırık yerlerde yatmaktan doğrultamıyorum ne kendimi ve ne de
zaten ağrımaya yer arayan belimi. Eşyalar olmadığı için Kerim de uyuyor
bizimle. Bir de onunla uyumanın getirdiği diken üstünde uyuma hali
ekleniyor bu hale. Sabaha doğru Selim de atladı yatağa. Lakin uyku hali
yok, hatta uyuklama dahi yok. Kerim’in uzanan koluna Selim takıyor,
Selim’e takılan Kerim çığlıklar atıyor, o onu itiyor, öbürü berikini
hasılı rezillik yatakta fink atıyor. O sefilliği çekerek uyumanın daha
da sefilce olduğuna kanaat getirerek doğruluyorum yataktan.
Çocuklar
yavru ördekler gibi hemen takılıyorlar peşime. Sanırsın eteğimde bir
çıngırak var, ben nereye gidersem geliyorlar sesime. Hiç ama hiç vakit
kaybetmeden hem de. Merdivenleri iniyorum lakin inmek ne kelime, adeta
Quasimodo gibi kamburumla, inleye inleye adım atıyorum basamaklara,
ağrıdan düzelemiyorum zira. Bu sırada Kerim mızmızlanıyor, beni kucağına
al, diyor. Sızlayan kemiklerimle ben de ağlayacağım bu istek karşısında
neredeyse. Gene de direnç gösteremiyorum Kerim’e, zira biliyorum ki
ağlamaya bahane arayan bu çocuk bir başladı mı saatleri buluyor susması.
Aşağıya
indiğim an Tiroid ilacımı almaya yöneliyorum, ancak o da ne? Açlığa asla
ve kat’a gelemeyen Kerim başlıyor mızmızlanmaya gene. Üstelik çikolata
istiyorum, diye. Panikle buzdolabına yöneliyor, tez elden yiyecek
birşeyler hazırlama girişiyorum. Ancak Kerim susmuyor, hatta değil
susmak, en acılı ağıttan, en canhıraş çığlıklara geçiyor. Eline
birşeyler tutuştursam, bir daha makul bir kalvaltıya yanaşmayacak onu da
biliyorum, bu yüzden sese ve tarruzlara direnç göstererek olabildiğince
hızlanıyorum. Yumurta haşlıyorum, süt ısıtıyorum, yulaf koyuyorum, bir
tereyağlı ekmek, bir kaplanlı gevrek isteyen Selim’le boğuşuyorum ve
sıklıkla dağılıyorum. Kerim’in çikolata sesi kulaklarımı tırmalıyor,
beynimi kemiriyor ve ben ortaya karışık birşeyler koyup masaya
oturuyorum. Neyse ki ağzına aldığı ilk kaşıkla susuyor Kerim, Selim’se
ağır mı ağır hareketlerle gene mızmızlanıyor. Telefondan çizgi film
vesaire açıyorum, bu sevimsiz zamanı, uzayan fasılları, mızmızlanmaları
bir nebze dindirmeyi umuyorum ve bu sabah bunu başarıyorum.
Anlaşıldığı
üzere ben birşey yemiyorum. Şanslıysam kendime bir kahve koyabiliyorum
ama bu sabah mesela ona fırsat bulamıyorum. Yemek bitiyor. Kahve
hazırlamak istiyorum ama zamanlamam berbat olacak büyük ihtimalle
biliyorum. O yüzden her günkü- şimdi mi, sonra mı- paradoksunu
yaşıyorum. Zira çocukların tuvalet fasılları başladı, başlayacak
biliyorum. Derken paradoksa noktayı koyuyor çocuklar. Kerim kakasını
yapıyor, Selim de tuvaletim var ama yukarıya çıkmaya korkuyorum diyor.
Alıp çocukları yukarıya çıkıyorum. Şanslıysam 10 dakika değilsem yarım
saati buluyor temizlenme faslı. Bazen iş banyo yaptırmaya kadar
varabiliyor zira.Bugün şanslı günüm, iş kısa sürüyor. Çocuklar kısa bir
süre oyuncak kavgasına düşüyor, derken gittiğimi farkediyorlar ve derhal
kavgayı kesip peşime takılıyorlar.
Ben
nihayet en muzaffer komutan gibi muftağa kahve yapmaya gidiyorum.
Kahvemi hazırlayıp, bilgisayar başına oturuyorum. Şanslıysam telefondan
interneti alıp günlük rutinimi ve internet devinimimi; gazeteler,
delianne, twitter, facebook ve mail, tamamlıyorum, değilsem başka
şeylerle ilgileniyorum; arşizleme, fotoğraf düzenleme vesaire. Bugün
şanslı günüm ve internet kısmen çalışıyor.
Derken güneşi görüyorum →
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder