Hep
iyi düşünmeye odakladım kendimi. Olumsuz düşüncelere, olumsuz
vericilere ve niye bilmem bir işe kalkıştığınızda olumsuz verileri büyük
hazla veren ve bunu iyi birşey sanıp söyleyenlere inat. Ne mutlu ki ve
çok şükür ki bunu büyük oranda başardım. Bazen bana verilen bu hal çok
iyi geliyor. Zaten ne zaman karşıma çıkarılana direnç göstermeden, hayat
nehrinin kendi akışına kollarımı açıp bıraksam kendimi, büyük bir
teslimiyetle akıntıya rağmen değil, akıntıyla birlikte hareket etsem ve
her gelene kabulüm desem hasılı verilene ram olsam hem de razı kalsam
sonsuz bir huzur ve mutluluk kaplıyor içimi. Öyleydim işte. Perişan
olacaksın/ız, uçakta iki çocukla ne yapacaksınız, söylemlerine rağmen,
hatta bu söylem bazen bizzat İ. den gelmesine rağmen ümitliydim işte.
İyi olacaktı.
Dilimde
türlü dualarla düştük yola. Çocuklar fena halde aksırıp öksürüyorlardı
ama dedim ya ümitliydim işte. Erkenden havaalanına vardık. Valizleri
teslim etme sürecinde biraz kıvrandık zira görevliler adres isteyince
adreslerin elimizde olmadığının farkına vardık. Bu sırada kendilerini
de, etraftakileri de paralayan çocuklara kriz anlarında kullanmak üzere
sakladığım oyuncaklardan birkaçını vermek zorunda kaldım. Derken oradaki
işimiz bitti. Korkulu rüyamız olan, adam başı 22,5 kg’lık valiz hakkını
da aşmamıştık.
Sabahtan
evden çıkana dek maratonda gibi koşturmacalarımız orada da bitmedi.
Yanımıza aldığımız bir tomar ilacın yanında hala eksik olanlar vardı,
onları da havaalanındaki eczaneden derleyip topladık. Yemek yemeye
koyulduk ardından. Bu sırada çocuklar gene şahlandı. Şişelerce sular,
kahveler döküldü, karmaşadan önce pasta sonra yemek yendi, bu sırada İ.
epeyce gerildi ve neden bilmem telaşı bir türlü bitmek bilmedi, pul
alacağım, son kez sigara alacağım, bilmem neye bakacağım deyip defalarca
yanımıza gitti, geldi. Ben de iki deli oğlanla başbaşa kaldım. Bu
sıralarda İ. de, ben de neredeyse aynı anda birşeye uyandık. Çocuklarla
beraber yola çıkmıştık ve mümkün olduğunca sakinleşip, telaştan ve
gerginlikten arındırıp kendimizi; Hem Yavaş Aile Hareketi ve hem de Mutlu Çocukluk Anısı Oluşturma Seremonisi‘ndeki
gibi ağırdan alıp yaşayacaklarımızı, mümkünse gülümseyerek ve
hissederek yapalım bu yolculuğu, dedik. Kısmen işe yaradı, kısmen işe
yaramadı ama denemek de bence bir marifetti. Ya da tek başına
farkındalık dahi zaman zaman bizi olumsuz haldeyken frenlemeye yetti.
Bir de bir telkin edindim; olumsuz konuşan ağzına yumruğu indirsin ve
sussun, dedim. Bilhassa İ. ye bunu tembihledim. (Bu fikri de yıllar
sonra bulduğum Leo Buscaglia kitabından edindim)
Uçak 1
saat rötar yaptı. Aldırmadım. Dedim ya gevşemiştim. Benim tek problemim
İ. nin fazla ağırdan almasıydı işleri. Salona gidiniz uyarılarını
dikkate almıyor, en son biz girelim de karmaşa olmasın diye kastıkça
kasıyordu. Ve bir de bitmeyen alacakları vardı. Gene gitti İ. Uzuuuun
upuzun bir süre de gelmedi. Bu sırada da geç kalacağız diye, içim içimi
yedi. Sonunda geldi ve salona gittik. Lakin bu kez de salon kalabalık
deyip dışarıda beklememizi istedi. İyi de herkes orada, hem ya
duymazsak, dedim, dinletemedim. En sonunda onu dinlemekten vazgeçip
salona gitmek üzere harekete geçtim ki, aklıma gelmeyen başıma geldi.
Sayın Aydın Ailesi, Tk bilmem ne New York uçağına gitmeniz için son
çağrıdır vesaire… Hiii, dedim ben hiç bu duruma düşmemiştim, bundan
sonra seni kesinlikle dinlemeyeceğim.
Uçağa
girdik. Ağır ağır 3 çanta, 1 bebek arabası, 1 poşet ve üst başla. Ne
kadar derli toplu olsun desem de, sırf bunun için kendim de ağır yükleri
yüklensem de niye bilmem sarkık dökük poşetlerden bertaraf edemedik
kendimizi. Üstelik görevli bahsettiği yerden çok daha berbat bir
sıralama yapmış ve tümden saçmalamıştı. İ. Hosteslere söylenip durdu,
homurdandı kudurdu. Bense bir türlü sinirlenemiyordum, en son İ. ye
istersen ben konuşayım ama içimde bir damla gerginlik yok, bu halde
ancak son derece kibar ama ama boş ve çok yetersiz bir konuşma
yapabilirim dedim ve bu açıklamadan sonra da boşverdim. Görevli ortadaki
üçlü koltuğu ve arkadaki tek koltuğu bize bahşetmişti ve kesinlikle
azarı haketmişti. Üstelik son anda değil, çok erken vakitte yapmıştık
check-inlerimizi yani bizi sonradan araya sıkıştırmış da değildi.
Dolayısıyla kabulü zordu bu sefilliği ama İ. nin yanındaki koltuğun boş
kalması doğrusu beni kesmişti. (Kararlıyım bundan böyle çok ayık
geçirmeye gayret edeceğim check-in lerimizi. Zira çocuklu insanların ön
sıraları ve cam kenarını isteme hakkı varmış ve uçak dolu değilse
yanlarını boş bırakmak da insiyatiflerine ve insaflarına kalmışmış)
Uçak hızla
harekete geçti. Çocuklar şendi. Hemen uçakta oyalamak üzere aldığım
oyuncaklardan birkaçını aldılar ve bir süre oyalandılar. Elbette bu süre
10 saatlik yolculuk için devede kulak demekti. Olsun kaçırmadım
keyfimi. Hem ben çocuklara uyku yapıcı bir damla da vermiştim,
uyuyacaklardı besbelli. (Bu damla Kerim’i emzirmeden kesmek için
doktorun bana verdiği tamamen bitkisel bir karışımdan ibaretti. O yüzden
rahattı içim)
Derken
Kerim uyudu. Selim’se her koltuğun kendine ait televizyonunda bulunan
nice filmin arasında kaybolmuş vaziyette keyfediyordu. Sıkıldıkça
oyunlara geçiyor ya da aldığım 3 boyutlu çizim tablasında vakit
geçiriyordu. Bir ara ortam muazzam bir huzurla doldu: 3 kişilik koltukta
Kerim derin uykuda, Selim arka koltukta babasıyla oyunda, THY’nin
güzelim yemekleri gelmiş, bense kulağımda kulaklık afişlerinden
beğendiğim ve izlemek üzere not ettiğim ve burada karşıma çıkartılan ve
ne tevafuktur ki bir New York uçağında, New York hikayesi olan filmi
izlemekteyim. Üstelik yemek sonrası kahvem de geldi.Harika hissettim bu
anlarda kendimi.
Saadetim
pek uzun sürmedi, çoklukla da İ. nin telaşı ve huzursuzluğu buna
sebepti. Kerim uyanacak ve mahvolacağız, Selim’i yanına almazsan pişman
olacağız vesaire gibi düşüncelerle boyuna dürttü beni. Derken Kerim
mızmızlanarak uyandı, ayaklarımı uzatıp salladım tekrar uyudu. Bu
sırada uçakta pencereler ve ışıklar kapatıldı. Selim hala uyuyamıyordu.
İ. ise artık kesinlikle uyumak istiyordu. Kerim nöbetini ona devrettim
ve Selim’in yanına geçip sarılarak ona uyumasını telkin ettim. Uyudu.
Uyudum. Uyuduk. Bu sırada yolculuğumuzun bitmesine tam 7 saat vardı.
4 saat
kadar uyumuşuz hepimiz. Kerim uyandı mızmızlandı, İ. onu uyuttu. Derken
Selim’in gece bağırmaları başladı. Yanımızda uyuyan birini sıklıkla
tekmeledi. Eminim başka ırktan biri olsa ve hele ki bir Türk olsa asla
tahammül etmez, çoktan Selim’e girişirdi ama şükürler olsun ki
yanımızdaki bir Japon turistti. Selim’in ayağını elini ve sesini
kısamayınca yeniden değiştik bebeleri. Selim 3′lü koltuğa yattı.
Kerim’se hep ayağımda sallandı.. Bu saatten sonra neredeyse dakikaları
saydım. Zira ortam çok fenaydı.
Uçağa
bindiğimizde uçak sıcaktı. Motorlar çalıştıktan sonra klima açıldı ve
ortam çok, çok soğudu. Öyle ki çocukları kalın kalın giydirdim. Hem de
diyorum ya aksırıp, öksürüyorlardı. Bu sırada tiril tiril giyinen bense
dondum. Başıma ağrılar girdi, sert bir boğaz ağrısı ve öksürüğe
tutuldum, durumum vahim gibiydi. Gece olunca yeniden ortam ısındı. O
soğuktan sonra iyi gelen sıcaklık bir yerden sonra çok bunaltıcı oldu.
Ve ben nefes almakta zorlandım. Işıklar kapatılmıştı ya, içim de
sıkılmıştı. Kerim boyuna uyanıyor, ben ayaklarım ve bacaklarım kopacak
halde onu sallıyorum, Selim boyuna bağırıyor bu da beni deli ediyor,
sıcaklık tüm mekanizmamı bozuyor ve olumlu halim Zincirlenmiş Hayvana
kayıyor, kendime telkinlerim işe yaramıyor, neredeyse infilak
ediyordum. Hani azıcık bıraksam kendimi panik atağın feci bir atağına
yakalanabilirdim. Hoş belki işe yarardı da, düzeltirlerdi halimizi.
Üstelik
cam kenarında da değildim. Olsaydım eminim bunca fena olmazdım. Zira
açık kalmış pencerelerden birinde şu an izlemekte olduğum uçuş ve rota
bilgilerinden edindiğim Kanada semalarında güneş batıyordu. Ve ben bunu
kıyısından köşesinden görüyordum. Önümdeki ekranı an be an takip ettim.
Kanada git git bitmiyordu. Ben semalarında uçtuğum misal Goose Bay
isimli yeri çok merak ediyordum. Ve burada gündoğumlarına ait hayaller
kuruyordum. Öyle öyle saatler geçiriyordum. Saatler an be an azalıyordu.
Ben arada sırada uyuyor ve azalmayı hızlandırıyordum. Bu sırada önüme
gelen her türlü yiyeceğe de evet diyor ve boyuna birşeyler yiyordum.
Zaten artık diyet lafını dahi etmiyordum. Anladım ki seyahat ve diyet
taban tabana zıt oluyordu. O yüzden her zamanki gibi ve ne yazıktır ki;
bir koyveriyor, PİR koyveriyordum.
Geriye 2
saat kaldı. Çocuklar tümden uyandı. Yemeklerini yedirmeye uğraştım ancak
bu ne kolay ve ne de zevkli olmadı. Aç bilac uyuyan Kerim hala çok
isteksizdi tıpkı Selim gibi. Ben de direnç gösteremedim ve düşünerek
onları kaderine terkettim. Bu sırada boyuna mızmızlanan ve en sonunda
bangır bangır ağlayan Kerim şükürler olsun ki Cars – Arabalar filmine
daldı. Selimse oyuna. Sonra Kerim sıkıldı tabii. Uçak tam inişe
geçiyorken ve Kemer ikaz ışıkları kesintisiz yanıyor ve anonslar
yapılıyorken Kerim koltuktan inmek istedi. Onu zaptetmekse hiç kolay
değildi. Elbette bu durumu düzeltecek kişi İ. değildi. Zaten ne zaman
sütliman olmuş ortalık çığrından çıksa, İ. derhal beni karmaşaya davet
ediyor ve kendi sütliman tarafa çekiliyordu. Ben anladım ki İ. krizi
yönetmekte hiç de başarılı değildi ya da aslında başarısızlık
kelimesinden pek hazzetmeyen İ. kullanıyordu bu durumu ve bu kelimeyi.
Ve
sonunda, New York JFK Havalimanına inmiş bulunuyoruz, anonsu ile binbir
türlü alkışı içimde çaldırarak bitirdim bu seyahati. Pasaport kontrol
vesaireler başladı şimdi. İ. yan tarafa kıvrıldığında bir görevli taaa
uzaktan ve ısrarla çağırıyordu beni. Ben de her zamanki gibi yanlış
birşey yapıyormuşum gibi telaşla ve elim ayağım birbirine dolanarak
kıvrıldım o yana. Bir de farkettim ki, çocuklu olduğum için direkt ön
sıraya alıyormuş beni. Bu hareket beni pek mesut etti. Bu sırada baktım
yük taşıyanların ve çalışanların bir çoğu siyahi idi. Ve hepsi de
sempatikti. Çocuklarla sohbet ettiler, sırada bekleyenlerle illa ki
muhabbet ettiler hasılı güzeldi. Pasaport kontrolörü çok ciddiydi tabii.
Ama o bile uzun tutmadı bizi ve hemen gümrük kontrolüne yönlendirdi. Bu
sırada İ. söylendi, bütün eşyalarımızı didik didik edecekler şimdi,
dedi. Bense uçaktan indikten sonra gene rehavetin kollarına bırakmıştım
kendimi. Hemen olumsuz düşünme, ne biliyorsun öyle olacağını dedim. Ve
Selim’le dilimize pelesenk ettiğimiz, yol boyunca hatırladıkça dile
getirdiğimiz: Allah’ım zorlaştırma kolaylaştır, hayırla tamamla, duamızı
ettim, ettik. Gittik, görevli sadece valizlere dokundu ve sordu: Bebek
maması var mı? VAR. İlaç var mı? VAR. Sucuk, Mantı var mı? YOK! O halde
iyi seyahatler, dedi. Bak dedim İ. ye, boşuna söylendin.
Çıktık.
Saat 23. Taksiye bindik. Taksici bir Hintli idi. Sohbet ettiler boyuna
İ. ile. Derken sözü otele getirdi. Önceki akşam Rus adamlar, gansgterler
gideceğiniz otelde büyük olay çıkardılar. Silahlı çatışma vesaire dedi.
Eyvah dedim, filmlerden tanıdığım New York, sahiden filmlerdeki gibi mi
karşılayacaktı beni?
.
Bir de:
yaklaşık bir haftadır mail kutuma dahi bakamadım. Ara sıra ufak bir göz
attım ama hepsi bu. Soranlara selam olsun. Epostaları uzunca süre
yanıtlayamayabilirim. Yorumları da ne yazık ki:(
Ve hayırlı kandiller herkese!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder