10 Nisan 2012 Salı

Olmuyor İstesem de!



Doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor. Son günlerdeki durumumu en iyi bu söz anlatıyor. Bir iki gün ittirip kaktırıyorum kendimi, sanırsın bir dağın zirvesine tırmanıyorum; etrafımda her yer buz, her yer kar, kendi sesimi bile ağzımdan çıktığı anda benden uzaklaştıran, karları zerrecikler halinde uçuşturan soğuk ve sert rüzgar altında; -hadi dayan, dayanmalısın!- diyor ve gene kendi kendime el veriyorum. Dağ benden çoktan vazgeçiyor ama ben katır inadıyla ve güç bela tutunuyorum ona ısrarla. Bazen şaşılacak derecede iyi dayanıyorum ve -he heyt be, yıkılmadın gene, ayaktasın!- diyorum, bazen de bir minik esintide beklenmedik şekilde yere yapışıyorum.
Bazen en ala anne oluyorum. Hem çok anlayışlı ve ılımlı bir anne, aynı zamanda evde olmayan baba, aynı zamanda evde olan ama mekanda olmayan baba, aynı zamanda babaanne, aynı zamanda dede, anneanne, hala, teyze, amca, arkadaş, yoldaş neyi eksikse çocukların hepsi birden oluyorum. Beyhude bir çaba biliyorum ama sözümona eksikliklerini örtpas ediyorum. Hele ki İ. yoksa evde, beşi bir yerde değil, bini bir yerde oluyorum. Böyle günler gecelerce giderim sanıyorum. Hatta yoğun hastalıklarda, sıkıntılı anlarda bile dirayetli ve pek maharetli anneliğime dair istifimi hiç bozmuyorum. Ancak birden minik ve beklenmedik bir olayda büyük bir arıza veriyor ve az önceki makul kadın ben değilmişim gibi tümden zıvanadan çıkıyorum. Bu sırada önüme geleni sövmek, uzaktan laf edenleri hayatımdan temizlemek, var ama yok olanları bir güzel dövmek, ama en çok da çocuklarıma -sizi seviyoruz- diyen riyakarlıkları yerle bir etmek istiyorum. Hiçbirini yapmıyorum elbette, zira hakkım var mı buna emin olamıyorum. Ama emin olduğum birini buluyorum derhal ve anında tüm savaş oklarımı ona çeviriyorum. Farkediyorum ki son zamanlarda ferdiliğinin katmerlenmesinden ve buna paralel ilgisizliğinden ötürü en çok ona içerlemişim ve ona kızıyorum. Olmadığı zamanlarda yapacak birşeyi yok, tamam bunu anlıyorum, ama olduğu zamanlarda dahi YOKSA buna dayanamıyorum. Sanırım tüm direncimi ve inancımı kıran, rutinimi böğrüme oturmuş öküz gibi ağırlaştıran, -gündüz gece gider it halime- noktayı koyan ve düşüşüme sebep olacak altın vuruşu yapan hissettiğim bu duygu oluyor.
İstanbul’da bir ay boyunca tıkılıp iki göz odalı bir eve, kucağımda baygın yatacak denli hasta biri bebek, biri çocukla üstelik kendim de hasta ve çaresiz kalınca bir başıma, çok net diyebiliyorum ki: ömrümün en zor zamanlarını yaşadım. (Allah bir daha yaşatmasın ve beterinden saklasın) Bu süre zarfında bir çocuğun şahit olmaması gerektiğini düşündüğüm nice zırvanın müsebbibi de gene ben oldum. Berbat şeyler söyledim: kapıyı çekip gidebileceğimi, ya da hemen o an orada ölebileceğimi ya da delirebileceğimi vesaire vesaire… Ardından İstanbul’da kalmanın akıldışı olduğuna ikna edip kendimi ve sözümona makul bulduğum yöntemle; alıp çocukları İzmir’e geldim. Emin değildim kararımdan zira ben bu filmi daha önce görmüştüm, bir otel odasında iki çocukla kalmayı yani. Filmin detayları ürkütücü olarak aklımda kalmış olsa da gene de iyi tarafından bakmaya zorladım kendimi ve hep iyi olacak dedim. Yanısıra gelmeye razı olurken İ.den sözler de aldım; elini taşın altına koyması gerektiği, yükümü hafifletmesi, çocuklar için fedakarlıkta bulunması gerektiği vesaire gibi.
Geldim. Geldik. Pek çok şey iyi gitti şükürler olsun. Çocuklar dışarılarda sakin ve çoğunlukla uyumlulardı. Lakin bilhassa hava açmayıp, yağışlı olunca ve biz otel odasına saplanıp kalınca ve üstelik çocuklar büyümüş; daha atak, daha çılgın ve daha zor olunca benim külfetim bin kat arttı. Okuldaki hızlı tempoya alışmış Selim bu durağanlıktan elbette çok sıkılıyor, uyandığı andan uykuya geçtiği ana dek devamlı surette konuşuyor, konuşmak bir yana bir de sürekli onunla ilgilenmemi istiyor, misal içtiği suyun her damlasına bakmamı ve her anında yanında olmamı istiyor, nefes alışında dahi -BAK ANNE- cümleleri ile beni kendine çekiyor, bakmazsam asla ve kat’a rahat vermiyor, yanısıra -BAK ANNE- repliği taklitçi Kerim’le iki katına çıkıyor, etrafımda devamlı surette minik ördekler gibi -bak anne, bak bak- sesleri yükseliyor ve bir süre sonra beynim bu sesle didikleniyor, yanısıra Kerim bir türlü aklıma getirmek istemediğim ve -düşünmezsem başıma gelmez- diye kulak arkası ettiğim 2 yaş sendromu ile delirtiyor, hem de son kalan dişini çıkartıyor, bu sırada kardeş kavgaları gelişip serpiliyor zira ikisi boyuna kapışıyor, Selim kardeşine şaplağı indiriyor, Kerim yer cücesi haline bakmadan abisiyle kapışıyor, kah vuruyor, kah -O BENNİM!- diyerek abinin eşyalarını alıp onu çileden çıkartıyor, olmadı elinde ne varsa abinin kafasına indirip -GİT Burdan!- diyor, ardından abi tüm gücüyle onu yere yapıştırıyor, birşeyden tek de alsan, çift de alsan muhakkak sonu kavgayla bitiyor, neşeli oyunlarda dahi elim böğrümde oluyor zira gülmeleri her an ağlamaya dönüşebiliyor, inatlaşan ama sonunda illa ki kaybeden Kerim salya sümük yanıma gelip teselliyi bende bulmaya çalışıyor, bu sırada Selim azarı işitiyor, yanısıra otelde ve her yerde Kerim popülaritesini arttırıyor ama Selim hızla irtifa kaybediyor ve gözden düşüyor ve haliyle daha da hırçın ve çekilmez oluyor ve bu sevimsiz bir kısır döngüye neden oluyor, zira Selim her an daha hırçın ve daha sevimsiz oluyor, öyle ki annesi olarak ben dahi itici buluyorum bu halini,- ve bu gergin hal hepimize yansıyor, İ. ile ben kedi köpek gibi devamlı didişiyoruz, hasılı bu plan da tutmuyor ve şarkıda dediği gibi: yani olmuyor, olmuyor istesem de.

Hiç yorum yok: