2 Şubat 2012 Perşembe

Eşeğim Ben!



Birkaç zaman önceydi. İ. henüz gelmişti. Onun gelişi dahi içimdeki buhranı gidermeye yetmemişti. Evde dayanamadığım bir kasvet ve sıkıntı vardı ya da bana öyle geliyordu. Çıkmalıydım, zira boğuluyordum. Zaten bir süredir, yürüyüş yapamıyor, hatta evden dahi çıkamıyordum. Çocukların hastalığından dolayı en fazla doktora gidip gelmek üzere arabaya yürüyordum.
Çıktım. Yağmur yağıyordu. Kapişonu kafama geçirdim ve Kadıköy istikametine geçtim. Hala pek keyifsizdim. Ne kulaklığımı taktım, ne müzik dinlemeye koyuldum. Zira sadece üstüme düşen yağmur damlalarının pıtırtılarını dinlemek istiyordum. Öyle ki zihnimde pervasızca dolaşan; ne idüğü belirsiz, karamsar, karanlık cümlelere kulak kesmeyeyim. Hava temiz, sesler güzeldi. Varmak istediğim noktaya bir an önce varmam gerekliymiş gibi, hızlı hızlı geçiyordum her yeri.
Yağmurdan dolayı başım eğik, adımlarıma, ıslak kaldırımlara göz gezdirebiliyordum ancak. Bir de bazen sağımdan ve solumdan geçen insanlara. Hasılı eski günlerdeki gibi güle oynaya bir halim yoktu. Çoklukla  içimde fink atan zevzek düşüncelere dikkat kesiliyordum. Yağmur pıtırtıları, giderek çoğalan araba sesleri dahi onları susturmaya yetmiyordu. Çok arsızlardı hatta hayasızlardı.
Dalgınlığımın dip noktasında iken karşıma ansızın bir kadın çıktı. Kelimeleri tam anlaşılmıyordu, sanki kulağımda kulaklık vardı ve kadın boşuna konuşuyordu. Önce yol tarifi soruyor sandım. Kulak kabarttım.  “Ehe! Ben.. size sorayım../%& hastane &/=?! çıktım #+%&%? yol param ?&%!? yok! verir misiniz? +#$&/?’!” gibi toparlayamadığım bir cümle sarf etti.  İstanbul’da yediğim kazıkların, aldatılmışlığın, kandırılmışlığın ve bunlara bağlı ürkekliğin ve de zamanın getirdiği güvensizliğin etkisiyle, anlayamadığım bu cümleye, reddetmeye kilitlenmiş zihnimle, otomatikleşmiş şekilde, -a, yok- nevinden az duyulur bir sesle karşılık verdim. Ve yüzümü yoluma çevirdim. Daha saniyesinde derin bir pişmanlık hissettim. Zira kadının sarf ettiği kelimelerin, beynimde olması gereken yerlere oturması, şekil alması ve manalı bir cümle oluşturması o an başladı. Deminki arsız ve densiz düşünceler sustu. Şimdi sorgular havada uçuşuyordu. Öyle ki soruların hızına yetişemiyordum. Beri yandan kalbimle mantığım kapışıyordu. Kalbim ve vicdanım beni yerden yere vururken, mantığım kendimi iyi hissetmem adına oldukça soğuk yanıtlar veriyordu.
-Ah, sen n’aptın be kadın? Ya gerçekten parasız kalmışsa?…
-Yo, yo kesin kandırıyordur!
-Kılığı kıyafeti düzgündü, öyle soyguncu gibi de değildi, olabilirdi belki hastaneden acil çıkması gerekmiş ve parasını almayı ihmal etmişti.
-Belki de hastaneden kaçmış bir ruh hastasıydı ve uyduruyordu.
-Fazla film izlemişsin sen! Kadın besbelli muhtaçtı. Ah, üstelik büyük ablama da benziyordu.
-E, neden o kadar rahattı peki? İsterken hiç çekinmedi!
-Çok zordayken herşey olabilir, belki sadece bundandı. O kadın bu yağmurda nasıl evine gider şimdi?
-Bulur o yolunu bulur, belli ki bu işe aşinaydı. Dedim ya çok rahattı.
Birden sert adımlarla geriye döndüm ve susturdum içimde kavga eden zevzekleri. Yoktu, kadın yoktu! Uzun uzun yola baktım, yoktu! Çok pişmandım. Varsın bin kez ahmak olsaydım, varsın beni bin kez kandırsaydı, varsın cebimdeki üç beş kuruşun tamamını bıraksaydım da yeter ki içim böyle yanmasaydı. Hem kandırsa beni n’olurdu ki? Ne kaybederdim? Olsa olsa birkaç lira, bir kıymeti olabilir miydi ki Rıza-i Bari yanında.
Sıklıkla arkama dönüp bakarak, yoluma devam ettim. Karışmış, çok bulanık olmuştu içim. Düşündüm, önce dedim ki;
‘Ah bu insanları aldatanlar; ne çok kızıyorum size. Sizin yüzünüzden, kim sahici, kim yalancı bilemediğimizden, bizi septik manyaklara dönüştürdüğünüzden kim bilir sahiden muhtaç olan birini ıskalıyorduk!’
Sonra düşündüm, bunlar bahane değildi. Bana neymiş ki, kadın doğru mu söylemiş, yahut yalandan mı demiş? Benim muhatabım, beni aldatanlar değildi, o kadın da değildi, benim muhatabım o kişilerden çok öteydi.
Selim bazen arkadaşlarını şikayet ediyor. A. bana oyuncağını vermedi, görür o, bir dahakine ben de ona vermeyeceğim, diyor mesela. Gönlüm razı gelmiyor bu düşünce tarzına ve hemen giriyorum araya: Selim’cim sen doğru bildiğinden vazgeçme. Gene paylaş oyuncağını. Çünkü bizim davranışlarımızı başkalarının davranışları belirlememeli. Biz doğru olanı yapmalıyız, her zaman ve daima. Üstelik sen iyilik yaptıkça onun da davranışları değişebilir, o da iyileşmeye meyledebilir. Ama inatlaşırsan daha daha kötüleşebilir hareketleri ve birbirinize düşman kesilirsiniz. Oysa öbür türlü belki, iki iyi dost oluverirsiniz.
Şimdi bu dediklerimi kendime uyarladığımda çok utanıyor ve derinden yaralanıyorum. Benim davranışımın kaynağı belli: Rıza-i Bari. Yani ben hep bunu gözetmeli ve buna riayet etmeliyim. O insan beni kandırıyor mu, kandırmıyor mu gelgitinde kıvranırken kaybettim belki de güzel bir imtihanı, oysa fikrimi sabitleseydim, deseydim ki; benim davranışımı insanların davranışları belirlememeli, ben doğru, dosdoğru olmalıyım her daim Elif gibi.. O zaman ık-mık düşünceleri içinde kıvranmaz, kesin ve kati düşüncelerin etkisiyle, düşünmeden, süratle kararı verir ve geçerdim sınavımı. Olmadı. Çok pişmanım!
Kaldı ki, ben dünyada hiçbirşeyin sebepsiz olmadığına ve tesadüf diye de birşeyin bulunmadığına inananlardanım. Yürürken önüme düşen bir yaprağın bile bir sebebi olduğuna inanıyorken ve dakikalarca bu sebebin ne olduğuna kafa yorarken, karşıma çıkartılan bu kadının sebepsiz olduğuna bir türlü inanmıyorum ve hikmeti her neyse sanki onu kaçırmışım gibi hissediyorum. Kelebek Etkisi diye adlandırılan teoriyi dahi kendimce şöyle yorumlarım: dünyanın ucunda birine gösterdiğimiz bir tebessüm, dünyanın diğer ucunda büyük değişimlere ve iyileşmelere neden olabilir. Tabii tersi de geçerli. Şimdi düşünüyorum, ben o kadına yardım etmedim, ister ahmaklıktan, ister aymazlıktan ne olursa olsun, kimbilir dünyaya ne tür bir kötülük ettim?!! Hasılı ben bir eşeklik ettim, Allah affetsin!

Bunlar da ilginizi çekebilir:

Hiç yorum yok: