12 Ocak 2012 Perşembe

Hayata Kısa Bir Mola



7 gün 24 saat, tam gün annelik yapınca, hatta çoğunlukla baba da evden uzakta olunca, e gelen giden de pek olmayınca, çoğu insan için çok vasat sayılan haller benim üzerimde Amerika’yı keşfetmek gibi büyük etki bırakabiliyor. Kendi kısır döngüm içinde devri daim yaparken, bildik rutinim içinde otomatikleşmiş biçimde debelenirken, haneme yahut üzerime sızan en küçük, en sıradan farklılık bile gözalıcı bir belirginliğe ve dikkat çekiciliğe ulaşıyor. Bilhassa çocuklardan azade isem bu farklılık sahiden hayatımda koca bir ayrışma, koca bir yarık gibi kendini gösteriyor.
Misalen önceki  hafta aksilikler, hastalıklar sebebiyle boyuna ertelenen bir görüşmem vardı. Hafta içi sıkışık bir zamana alınca görüşmeyi, istek ve hevesime paralel gitti endişem ve gerginliğim de. Ya İlter geç gelirse, ya Selim’in servisi erken gelirse, ya çocuklar gene hastalanırsa vesaire vesaire. Ki önceden olumsuzlukları düşünen endişeli tiplerden değilimdir ben, buna rağmen böyle vahimdi halim. Muhtemeldir ki, olumsuz düşüncelerin etkisiyle sahiden olumsuz gelişti olaylar da. Uzun zamandır uğramayan kronik bel ağrımın selamıyla uyandım güne, ardından halsizlik ve bitkinlik eklendi bu halin üstüne, derken İlter gecikti ve en berbatı Selim’in okulunu arayıp; -servisle göndermeyin, babası alacak- dediğim halde Selim servisle eve gelmekteydi ki, bu kısım beni tümden perişan etti. Hasılı tüm olumsuz gelişmelerin kabasını öyle ya da böyle bertaraf ederek attım kendimi evden dışarıya.
Çıkarken, zavallı yüreciğim, kuşlar gibi özgürlüğümün eteklerine dolanan, az önceki endişelerimin tesiriyle bir başka atıyordu. Hem çoşkun ama hem de şaşkın. Hem titrek hem de ürkek. Böyle zamanlarda derhal zihnimden silmeye çalışırım nedir, ne olacak, çocuklar ne yapacak kaygısını ve sırf bu yüzden elime geçen bu nadide, bu güzide anların büyüsünü bozmamak adına evle irtibatımı keserim. Yoksa kendimi yerim. Gene öyle yaptım; zorla da olsa zihnimden kaygı düşüncelerini attım ve kendimi yollara bıraktım. Geç kalmanın ağırlığı, özgürlüğümün enfes duygusuna bir parça ket vuruyordu ancak gene de iyi hissediyordum. Çok yorgundum, belim hala ağrıyordu ama kaçamak sevdamdan vazgeçemiyordum.
“Böyle zamanlarda, sanki, devri daim yapan, rutininde süregiden hayatımda büyük bir gedik açılır. Teşbihte hata olmaz ama ben o hataya bile bile düşeceğim; Kızıldeniz’in ikiye ayrılması gibi, bana geçecek ve aynı zamanda nefes alacak koca bir koridor oluşturulmuş gibi gelir. Ne dışarısını duyarım, ne de içeriye başkaca birşey alırım. O yüzden evi aramaya yanaşmam, zira bilirim ki birazdan bu koridordan gene rutinime çıkacağım.”
Şimdi bu koridora girmiştim. Hızla vapura bindim, Beşiktaş’a geçtim. Öğrenciliğimin geçtiği Beşiktaş’ın yadigar ve manidarlığına dair içimden geçen türlü hislenmelerle buluşacağımız kafeye vardım. Kızları aramadım, direkt karşılarına çıkmak istedim. Üst kattalardı. Yanlarından geçip gidecektim ki, tanıdı hemen Gülçin beni. Ve ardından Ayda tabii. İkisi de cin gibi, hiç kaçırırlar mıydı beni?
Kırk yıldır tanışıyormuş gibi yakın, sıcak ve samimi ama ilk kez görüşmenin verdiği enfes heyecan hissi ile oturduk karşılıklı. İçimde büyük bir doluluk, büyük bir coşku varken, hissettiğim sıcaklığı ve muhabbeti yazıya döker gibi konuşmaya dökemediğimden biraz buruk hissediyordum ama sanki konuşursam illa ki eksik ve güdük kalacaklardı kelimeler, o yüzden doğal akışına bıraktım buluşmayı. Başlarda içim rahat değildi ama kısa bir süre sonra öylesine rahatladım ki, kendimi konuşmak zorunda bile hissetmedim.  Hatta bir ara, konuşmanın ortasında, yanımda oturan Ayda’ya sarıldığımı farkettim. Fazlaca rahatlamışım demek ki.
Gülçin ve Ayda tam düşündüğüm gibi. Sımsıcak, gülen gözleri vardı ikisinin ve tatlı muhabbetleri. En konuşkanımız tabii ki Ayda idi. Tıpkı blogundaki gibi, kendini dinleten, dinledikçe gülümseten. Üstelik son zamanlarda epeyce ihtiyacını hissettiğim; annelik dışında gelişen, merkezi çocuklar olmayan, içi dolu muhabbeti çok özlemiştim. Gülçin’in erken kalkması gerekti. Gitmeden hayal kurduk; biz İngiltere’ye zaten gidiyorduk, Ayda Londra’ya gidip geliyordu, Gülçin’inse sık sık yolu Londra’ya düşüyordu, o halde orada da buluşmalıydık.
Gülçin gitti. Ayda’yla neredeyse gece yarısına dek devam etti muhabbetimiz. Öyle ki, İlter’in neredesin, telefonu ile ancak kendime geldim. Şimdiye dek sıkı sıkıya bağlı olduğum koridorumda büyük bir çatlak oluştu bu telefonla birlikte. Sanki Külkedisiydim ve zamanım dolmuştu. Gitmem gerekti.
Ayrıldık sıkı iki dost gibi. Ve ben yıllardan sonra ilk kez, gece 11 civarında tek başıma eve geldim. Eve yaklaştıkşa çatlağı büyüyen koridorum, kapıdan içeri girmekle hışımla kapandı. İlter sorgu sual etmedi. Belli ki ilgisizliğime içerlemişti. Zaten o günlerde aramız da pek limoni idi. Neyse şükürler olsun ki o badire de geçti.
Hasılı o sıcak akşam bir hayal gibi hatıramda şimdi.
Solda: Gülçin Ayda’nın hediyelerini açarken, pek dikkatli ve keyifli. Ayda öyle özenmiş ki bozmaya çekindik bu güzelliği. Sağ üst: üçümüz. Amma da ciddi çıkmışım, sanırım garsonun makinanın görüntüyü netleştirmediğine dair sözlerine takıldım. Gülçinim nasıl da neşeli. Sağ alt: Ayda anlatıyor tatlı tatlı.
Bunlar da ilginizi çekebilir:

Hiç yorum yok: