7
gün 24 saat, tam gün annelik yapınca, hatta çoğunlukla baba da evden
uzakta olunca, e gelen giden de pek olmayınca, çoğu insan için çok vasat
sayılan haller benim üzerimde Amerika’yı keşfetmek gibi büyük etki
bırakabiliyor. Kendi kısır döngüm içinde devri daim yaparken, bildik
rutinim içinde otomatikleşmiş biçimde debelenirken, haneme yahut üzerime
sızan en küçük, en sıradan farklılık bile gözalıcı bir belirginliğe ve
dikkat çekiciliğe ulaşıyor. Bilhassa çocuklardan azade isem bu farklılık
sahiden hayatımda koca bir ayrışma, koca bir yarık gibi kendini
gösteriyor.
Misalen
geçen hafta aksilikler, hastalıklar sebebiyle boyuna ertelenen bir
görüşmem vardı. Hafta içi sıkışık bir zamana alınca görüşmeyi, istek ve
hevesime paralel gitti endişem ve gerginliğim de. Ya İlter geç gelirse,
ya Selim’in servisi erken gelirse, ya çocuklar gene hastalanırsa vesaire
vesaire. Ki önceden olumsuzlukları düşünen endişeli tiplerden
değilimdir ben, buna rağmen böyle vahimdi halim. Muhtemeldir ki, olumsuz
düşüncelerin etkisiyle sahiden olumsuz gelişti olaylar da. Uzun
zamandır uğramayan kronik bel ağrımın selamıyla uyandım güne, ardından
halsizlik ve bitkinlik eklendi bu halin üstüne, derken İlter gecikti ve
en berbatı Selim’in okulunu arayıp; -servisle göndermeyin, babası
alacak- dediğim halde Selim servisle eve gelmekteydi ki, bu kısım beni
tümden perişan etti. Hasılı tüm olumsuz gelişmelerin kabasını öyle ya da
böyle bertaraf ederek attım kendimi evden dışarıya.
Çıkarken,
zavallı yüreciğim, kuşlar gibi özgürlüğümün eteklerine dolanan, az
önceki endişelerimin tesiriyle bir başka atıyordu. Hem çoşkun ama hem de
şaşkın. Hem titrek hem de ürkek. Böyle zamanlarda derhal zihnimden
silmeye çalışırım nedir, ne olacak, çocuklar ne yapacak kaygısını ve
sırf bu yüzden elime geçen bu nadide, bu güzide anların büyüsünü
bozmamak adına evle irtibatımı keserim. Yoksa kendimi yerim. Gene öyle
yaptım; zorla da olsa zihnimden kaygı düşüncelerini attım ve kendimi
yollara bıraktım. Geç kalmanın ağırlığı, özgürlüğümün enfes duygusuna
bir parça ket vuruyordu ancak gene de iyi hissediyordum. Çok yorgundum,
belim hala ağrıyordu ama kaçamak sevdamdan vazgeçemiyordum.
“Böyle zamanlarda, sanki, devri daim yapan, rutininde süregiden hayatımda büyük bir gedik açılır. Teşbihte hata olmaz ama ben o hataya bile bile düşeceğim; Kızıldeniz’in ikiye ayrılması gibi, bana geçecek ve aynı zamanda nefes alacak koca bir koridor oluşturulmuş gibi gelir. Ne dışarısını duyarım, ne de içeriye başkaca birşey alırım. O yüzden evi aramaya yanaşmam, zira bilirim ki birazdan bu koridordan gene rutinime çıkacağım.”
Şimdi bu
koridora girmiştim. Hızla vapura bindim, Beşiktaş’a geçtim.
Öğrenciliğimin geçtiği Beşiktaş’ın yadigar ve manidarlığına dair içimden
geçen türlü hislenmelerle buluşacağımız kafeye vardım. Kızları
aramadım, direkt karşılarına çıkmak istedim. Üst kattalardı. Yanlarından
geçip gidecektim ki, tanıdı hemen Gülçin beni. Ve ardından Ayda tabii. İkisi de cin gibi, hiç kaçırırlar mıydı beni?
Kırk
yıldır tanışıyormuş gibi yakın, sıcak ve samimi ama ilk kez görüşmenin
verdiği enfes heyecan hissi ile oturduk karşılıklı. İçimde büyük bir
doluluk, büyük bir coşku varken, hissettiğim sıcaklığı ve muhabbeti
yazıya döker gibi konuşmaya dökemediğimden biraz buruk hissediyordum ama
sanki konuşursam illa ki eksik ve güdük kalacaklardı kelimeler, o
yüzden doğal akışına bıraktım buluşmayı. Başlarda içim rahat değildi ama
kısa bir süre sonra öylesine rahatladım ki, kendimi konuşmak zorunda
bile hissetmedim. Hatta bir ara, konuşmanın ortasında, yanımda oturan
Ayda’ya sarıldığımı farkettim. Fazlaca rahatlamışım demek ki.
Gülçin ve
Ayda tam düşündüğüm gibi. Sımsıcak, gülen gözleri vardı ikisinin ve
tatlı muhabbetleri. En konuşkanımız tabii ki Ayda idi. Tıpkı blogundaki
gibi, kendini dinleten, dinledikçe gülümseten. Üstelik son zamanlarda
epeyce ihtiyacını hissettiğim; annelik dışında gelişen, merkezi çocuklar
olmayan, içi dolu muhabbeti çok özlemiştim. Gülçin’in erken kalkması
gerekti. Gitmeden hayal kurduk; biz İngiltere’ye zaten gidiyorduk, Ayda
Londra’ya gidip geliyordu, Gülçin’inse sık sık yolu Londra’ya düşüyordu,
o halde orada da buluşmalıydık.
Gülçin
gitti. Ayda’yla neredeyse gece yarısına dek devam etti muhabbetimiz.
Öyle ki, İlter’in neredesin, telefonu ile ancak kendime geldim. Şimdiye
dek sıkı sıkıya bağlı olduğum koridorumda büyük bir çatlak oluştu bu
telefonla birlikte. Sanki Külkedisiydim ve zamanım dolmuştu. Gitmem
gerekti.
Ayrıldık
sıkı iki dost gibi. Ve ben yıllardan sonra ilk kez, gece 11 civarında
tek başıma eve geldim. Eve yaklaştıkşa çatlağı büyüyen koridorum,
kapıdan içeri girmekle hışımla kapandı. İlter sorgu sual etmedi. Belli
ki ilgisizliğime içerlemişti. Zaten o günlerde aramız da pek limoni idi.
Neyse şükürler olsun ki o badire de geçti.
Hasılı o sıcak akşam bir hayal gibi hatıramda şimdi.
Solda:
Gülçin Ayda’nın hediyelerini açarken, pek dikkatli ve keyifli. Ayda
öyle özenmiş ki bozmaya çekindik bu güzelliği. Sağ üst: üçümüz. Amma da
ciddi çıkmışım, sanırım garsonun makinanın görüntüyü netleştirmediğine
dair sözlerine takıldım. Gülçinim nasıl da neşeli. Sağ alt: Ayda
anlatıyor tatlı tatlı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder