Bloga yazdığım ilk
günlerden beri, neredeyse aynı şeylerden bahsediyorum. Bir yere
sabitlenme korkusu, eşyaya duyulan amansız bağlılık ve bunun
çekinceleri, gitmelere duyulan heves ve göçme isteği, gibi, gibi… Oysa,
Moskova’dan ayrılalı hepi topu 3,5 sene, Petersburg’dan ayrılalı ise 2,5
sene olmuş. Çok da oturmamışım yerimde esasen. Buna rağmen, geldiğimiz
ve tastamam yeni ev döşediğimiz ilk senenin neredeyse ilk gününden
itibaren gitmelere meyletmişim.
Sanırım, eşyanın ağırlığından
kurtulmanın en basit yolunun, bulunduğum yeri terketmek olduğunu
farkettiğimden bu yana, bu yola sevdalandım. Ruhumu sakinleştirebilmek,
koruyabilmek ve dahası hafifletilmek adına, sanki buna muhtacım. Ya da
öyle sanıyorum. Tam nedir, ne değildir bilmiyorum esasında, tek
bildiğim; kaldıkça; yerleştikçe yerleşmek isteğinin, sanki bu dünyadan
hiç göçmeyecekmiş gibi olduğum yere kazık çakma isteğinin, bu yalan
dünyaya dört kolla yapışma isteğinin arttığı, daha çok saadet, daha çok
imkan, daha çok konfor, daha çok genç ve uzun yaşam peşinde koşma
arzusunun peydahlandığı ve dahası beni kuşattığı, haliyle bunun da
ruhumu çok yorduğu, ağırlaştırdığı ve neredeyse taşıyamacağım hale
getirdiğidir.
Bir yerden sonra eve gayri ihtiyari doluşan öteberi, sanki sırtıma yüklenir, onlar beni değil de ben onları taşırım.
“Bana hizmet etmesi beklenen öteberiye, bir de bakarım ki efendi değil, hizmetkarım!”
İşte böylesi sebeplerden, korkuyorum
olduğum yerde kalmaktan. Nitekim konfor arttıkça, bu geçici hayata
bağlanma isteği doğru orantılı olarak artıyor ve bu çok yıpratıcı
oluyor. En azından benim için. Bir örnek geliyor aklıma hep; Red Hot
Chili Peppers grubundakiler henüz ünlenmemişken sefil bir hayat
sürüyorlarmış. Öyle ahım şahım hayatları olmadığından, hatta bilakis
vahim hayatları olduğundan, yaşam değersizmiş gözlerinde. Derken büyük
bir üne kavuşuyorlar ve hayat kaliteleri, konforları muazzam boyuta
ulaşıyor ve birden daha çok ve uzun yaşamanın yollarını arıyorlar.
Çığrından çıkmış sağlıklı yaşam modası giriyor bu noktadan sonra devreye
elbette.
Hasılı bu türden hislenmeler ve korkular
eşliğinde, geldiğim ilk birkaç aydan sonrası hep gidecekmişim gibi
yaşamakla geçti. Evde birşey tutmamaya özen gösterdim. Ama ne yaparsam
yapayım, yaşanmışlıkla birlikte artan öteberinin önüne geçemedim.
Başlarda boş kalan çekmecelerim zor kapanmaya başlarken huzursuzlandım
ve gitmek için çareler aradım. Çünkü ne denli hafif kalmaya özen
göstersem de, kaldıkça giderek ağırlaşıyordum. Bir de,
“Bir kez gitmenin, onun getirdiği hafifliğin ve lezzetinin tadına varınca hep gitmek istedim.”
Bekledim. Ümitle.
Karşıma bir kaç kez böylesi ihtimaller
çıktı. Ama neden bilmem kılımı kıpırdatmadım. Tam oldu, olacak
dediklerimdeyse olağanüstü engellerle karşılaştım. Şimdi yeniden
karşımıza çıkan bir ihtimal var. Ama nedense aylardır isteksizim gene.
Üstelik bu yer, bir zamanlar yaşamayı arzuladığım İngiltere. Neyi
düşünüyordum, bilmiyorum. Kurulu bir düzenim var desem, yok! Bilakis
oldukça düzensiz, bakımsız, adeta teyakkuzda geçen bir düzensizliğimiz
var. Ev satılıkta, gelecek sene ilkokula başlayacak Selim için bulunacak
okul muamma, yalnızlık desen alası var burada, e neydi beni alıkoyan?
Kendimce bahaneler buluyordum, Selim şimdi çok mutlu, onu okuldan alamam
diyordum, aman oraların havası pek bulanık diyordum.. diyordum da
diyordum!
Derken birden farkettim; ben şifayı gitmelerde buluyorsam daha ne düşünüyordum? Hem değil mi ki;
‘Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz!’
hadisine inanıyordum. Ve en sevdiğim;
‘Tebdil-i mekanda ferahlık vardır!’
sözüne yürekten inanıyordum. İşte bu sebepten gitmeye karar verdim, verdik! Yani; Yine Yol Göründü Gurbete, diyen Barış Manço’yla takılıyorum şimdilerde!
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder