-Kim o? diye seslenir içerdeki.
-Benim, der kapıyı çalan.
-Burada ikimize birlikte yer yok, diye cevap verir öteki. Kapı açılmaz.
Aradan uzunca bir zaman geçer. Yeni bir umutla, tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını beriki.
-Kim o? diye sorar yine içerdeki.
-Sen’im, der bu sefer. Kapı ardına dek açılır.
Yıllardır
içimizi yakan, kimi zaman usulca yanan, kimi zaman harlanan ama hep var
olan, çıtırtılarını duymaktan çekindiğimiz, közlerinin tutuşmasından her
an endişe ettiğimiz bir yangın yeri caanım ülkemiz. Belki bize göre
uzak bir köşesinde, belki çok yakınımızda, belki de tam yanıbaşımızda,
ötemizde, berimizde ama illa ki içerimizde daima var olan, devasa bir
yangınla başetmek derdindeyiz. Lakin ne mümkün! Bu yangın on başlı, yüz
canlı, bin katmanlı, açgöz bir ejderha sanki. Yıllardır onbinlerce
insanı, onbinlerce ocağı içine aldı ama doymadı, doyamadı lanet olası!
Ve bir kaç
zamandır harlanmakta gene bu yangın, gene kimbilir kimler tarafından
daha bir azdırılmakta bu tiksinç salgın. Hele ki son günlerde, öyle bir
harlandı ki sanmam ki yüreği, vicdanı, merhameti olan tek bir canlının
ciğerini yakmasın. Kaldı ki, harlana durula bu yangın yeri, birçoğumuzun
ciğerini yakılmış anızlar gibi karaya çevirdi. Hasılı, her yanı yanık
izleriyle dolu bir yere çevirdi ülkemizi.
Önceki gün
bu kara topraklar içinde, yeşil bir filiz can verdi; Ümit Filizi.
Elbette onu görmek iyi hissettirdi ancak nedir, ne değildir bilemedimdi.
Ucunu, başını bilemediğimiz, neresinden tutmaya kalksak elimizi daha
büyük acıyla yakan, alevleri öfkeyle kuduran bu yangına karşı bu ufacık
filiz neye çare olabilirdi? Neye alametti? Direnin mi demekteydi? Bakın
ben bu kara toprakların arasından yeşerdim, siz de koruyun ümidinizi ve
sevgiyle, merhametle, sabırla sulayın, besleyin beni mi demekteydi?
Bilemedimdi.
Ta ki
önceki güne dek. Önceki gün korkunç bir deprem oldu. Akıllar durdu. Kimi
zaman isyanlar duyuldu. Önce şehitler, sonra depremler deyip çaresizlik
içinde kıvrananlar oldu. Bense hissizdim daha çok. Bundan da
rahatsızdım. Haberleri izliyor, sosyal medyayı takip ediyor, gazeteleri
geziyor ve bu yolla acıyı yakinen hissetmeye, kendimi kolay yaşamıma
dönmemeye zorluyordum. Kapkara, bulanık bir tablo vardı. O kara tablo
içinde, o kasvet ve bunaltı içindeyse Ümit Filizi öylece durmuş,
gözlerini gözlerime dikmiş bana bakıyor, yetmedi bir de el sallıyordu.
Önce anlayamadım. Aptallaşmıştım. Bu halde nasıl olur da bana kendini
göstermeye çalışıyordu. Hatta biraz kızmıştım. Kendime; ne diye bu
aptalla muhatap oldun, diyordum. Giderek kara tablo flulaştı ve filiz
daha bir canlandı. Ve bir başkalaşım hali hasıl oldu.
Ümit Filizi; gör bak, diyordu. Yıllardır keskin bir çizgiyle ayrıştırılmaya çalışılan bu halk, özünde ve yüreğinde birdir,
diyordu. Bunca yıllık ayrıştırma çabası, esasında yüzeydeki katmandadır
diyordu. Gör bak, senin de bildiğin bir çok anne, hiçbir bahaneye gerek
duymadan, canhıraş bir biçimde yardıma koşuyordu. Marketler yardım
malzemesi alan insanlar, annelerle doluydu. Üstelik eskilerini göndermek
için değil, bizzat akla daha geç gelen; bebek maması, bezi, iç
çamaşırı, oyuncak, pedler gibi elzem olanları kendi elleriyle toplayıp
yardım kuruluşlarına gönderiyor, yetmedi bir de o kuruluşta gönüllü
çalışıyorlardı. Bu annelerin çoğu Kürt değildi ama bunu düşünmeden,
-bir- olduğunu ta yürekten hissederek, vicdanıyla bu işi yapıyordu.
Öncesinde kendine mikrofon uzatıldığında, hala ayrıştırmaya dem
vuranların çatık kaşlı yüzleri; acınızı paylaşıyoruz, sizin için
buradayız, Tüm Türkiye sizinle, mesajlarının samimiyetini gördükçe
mütebessim bir hal alıyordu. Ve kalpler yumuşuyordu. Sahiden
yumuşuyordu. Başbakan’ın bir yaralının başını okşaması bile çözülmeye
sebep oluyordu. Öyledir has Doğu insanı, esasında vefalıdır. Samimi bir
tek kelamda, bir tek temasta gömer acısını ve çözülür masumca. Yeter ki
saflığını kirletenler çomak sokmasın. Ardından bir Van’lıyı evinde
misafir et kampanyası; Evim Evindir Van, yapılıyor ve birkaç saat içinde
17.000 Batılı bunun için başvuruyordu. Çünkü yürekte, özde birçoğumuz
bu ayrışmayı kabullenmiyorduk ve en kötü günde bunu hemen hissediyor,
hissettiriyorduk.
Acılı
günlerdi. Ama şunu hissettim; şer görünen bu felaketten hayırlar
çıkacaktı! (İnşaallah) Ben diye birşeyin olmadığı, benim sen, senin ben
olduğu anlaşılacaktı. Bunu en çok da analar anlayacaktı. Mevlana’nın
dediği gibi; hakiki muhabbete, insanlığa, vicdana ancak böyle
varılacaktı. Evet, durumdan hala ve hala pay çıkarmaya çalışan;
fırsatçı, yürekleri kapkara kesilmiş vicdansızlar; her iki taraf içinden
de çıkacaktı, ne yazık ki bu türden insancıklar hep olacaktı ama
bunların sesleri de kısılacaktı. Ve inşallah vicdanlar, sayıları az ama
sesleri çok çıkan bu kirli yüreklerin sahiplerine paye vermekten uzak
duracaktı. Hasılı; Ümitvarım!
Beri gel, beri!
Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik?…*
—————————————————————————————————————————————————————————
*Hz. Mevlana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder