Bundan yıllar yıllar
önceydi. Hiç bilmediğim bir semtte, adres bulma telaşındaydım. Haliyle
epeyce telaşlı ve gergindim. Adreste bahsi geçen camiyi bulmak için
gözüm hep yükseklerde geziniyordum. Geniş bir kaldırımdaymışım, mevsim
Sonbaharmış, kaldırım sevdiğim Çınar yapraklarıyla kaplanmış doğrusu
hiçbirini umursamıyordum. Tek istediğim o camiyi ve yakınındaki evi
bulmaktı. Zira orada ilk kez ders vermeye gideceğim bir öğrencim vardı.
Haşır huşur eden yapraklar arasında
ilerlerken ve muhtemeldir ki tek duyduğum ses nabız atışlarım iken, bir
an başımı öne eğmiş olmalıyım ki onu gördüm. Muazzam bir yapraktı
karşılaştığım. Önce diğerleri gibi aldırmadım, yoluma koyuldum. Derken
yavaşladı adımlarım, geriye döndüm ve etrafa göz atıp kimselerin
görmediğinden emin olarak, hızla yaprağı kaptım. Onu öylece orada
bırakamazdım.
O noktadan sonra zamanın hızlı akışı
yavaşladı ve belki durdu. Sanki dünya yüzeyinde tek ben ve bu yaprak
vardı. Az önce kimseler görmesin diye telaşla yaprağı kapan ben
değilmişim gibi, şimdi yolun ortasında dikilmiş vaziyette, kimselere
aldırmadan bir yaprakla konuşuyordum. Önce hoyratlığıma gücenmiş
olabileceğini düşünerek özürler diledim, tüm kıvrımlarını, damarlarını
okşadım, sevdim. Sonra büyülendiğim bu sanat eserine övgüler yağdırdım.
Sanırım bu sırada aklını kaybetmiş biri gibi görünüyordum. Derken
kulağıma çalınan keskin bir korna sesiyle olduğum mekana ve zamana
uyandım. Dünya gene tüm telaşesi ve hızıyla akmaya başladı. Geç
kalıyordum ve daha değil adresi, bahsi geçen caminin minaresini bile
göremiyordum. Yaprağı alıp, o sıralar büyük bir mücadeleyle okumaya
uğraştığım Ulysses kitabının arasına özenerek koydum ve tekrar yola
koyuldum.
O andan itibaren değişti dünya adeta.
Ayaklarımda dolanan kurumuş yaprakların çıkardığı o muazzam hışırtı en
sevdiğim melodi gibi çalındı kulağıma. Yüzümü okşayan ılık rüzgarı
duyumsadım, içim doldu hazla. Sonbahardı, aylardan Eylül, oh ne ala!
Ayırdına vardım; ben bu mevsimi
seviyordum; bu üşütmeyen serinliği, ağaçlardaki renk değişimini, ılık
rüzgarın yüzümü okşamasını ve dahi üzerimde gezinmesini seviyordum.
Rüzgarın ağaç dallarını dans ettirmesini, henüz dökülmemiş yaprakların
üstünde ıslık çalarak gezinmesini ve tümünün oluşturduğu harikulade
uyumu seviyordum. Sonbaharın ilahi senfonisini seviyordum kısaca.
Artık yakmayan güneşten kaçınmamayı, hatta bazen ona sokulmayı
seviyordum. Kolaylıkla yürüyebilmeyi, bu vesileyle kendimi yollara
vurabilmeyi seviyordum. Yazın ve sıcağın getirdiği rehavetten ve
bezginlikten kurtulmayı seviyordum. Üzerime ince bir mont, boynuma fular
takmayı seviyordum. Sıcaklarda sıkı sıkıya topladığım saçlarımı serbest
bırakmayı seviyordum. Seviyordum da seviyordum hasılı.
Sonbahar, hem serbestlikle dışarı açılmak ve hem de buna paralel olarak; yoğunlukla içe dönmek, öze dönmekti benim için sanki.
Bu sebeple iki kez seviyordum bu mevsimi. Ve bir de yazmaya tesiri… O
yaprağı bulduğumun akşamı başladım tam teşekküllü yazmalara. Ondan önce
kesik kesik, günlük kıvamında iken, ondan sonra değişti yazının rengi,
şekli.
Öyleyse Hoşgeldin Eylül demenin tam vakti, değil mi?
Ve şu şarkı bir de;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder