Çocuğum Dahi mi?
Yıllar
önce, henüz bebek sahibi olmamışken, bir iş görüşmesine gitmişti İlter.
Görüşmeyi yapan kişi, İlter’in Boğaziçi Üniversitesi’nde iki bölüm
okumasının ve araya da bir miktar ODTÜ serpiştirmesinin üstüne, benim de
İTÜ’de Matematik Mühendisliği okuduğumu duyunca, şu cümleyi sarf etmiş:
Sizin çocuğunuzun dahi olmasını kaçınılmaz buluyorum ve gerçekten o
çocuğu çok merak ediyorum.
Zeka ile okunan bölümü pek eşdeğer
görmesem de, işin bana değmiş olmasından ötürü böbürlenmelere girmekten
alıkoyamadım kendimi elbette. Lakin esasen kaygı verdi bana bu düşünce.
Çünkü kendi yaşantımdan biliyordum ki, zeki olmak her zaman iyi bir şey
değildi, yahut tek başına zeka her zaman iyi sonuçlar veriyor denemezdi.
Ki salt kendi hayatım değil, çevremde de çok zeki olup, bu zekadan yana
yolunu şaşırmış nice insan vardı. Üstelik birçoğu nadir dehalardandı.
Hasılı beynimde asılı kaldı bu cümle o günden bugüne.
Selim elle tutulur, gözle görünür
olgunluğa ulaştığında etraftan hep -bu çocuk çok zeki- kelamını duyduk.
Ancak ne İlter, ne de ben bunu kendi çocuğumuza pek kondurmadık.
Abartmayalım, bence birşey yok zekasında, deyip durduk birbirimize.
Sözümona bu yolla çocuğunu gereksiz yere şişiren anne babalardan
olmayacaktık, çocuğumuza mümkün olduğunca objektif yaklaşacaktık ve onu
elim Zeki Çocuk Travması‘ndan
koruyacaktık. Aman canım, nerden de çıkartıyorsun, gayet sıradan bir
zekası var, dedik her zeki diyene. Zira bakıyordum Selim’e, mesela zeka
küpleriyle, legolarla hiç ilgilenmiyordu, oysa bir dahi illa onlarla
ilgilenmeliydi(!) Yahut içiçe kapları kusursuz dizmeliydi. Oysa Selim
tüm enerjisini konuşmaya veriyordu. Bu da dahilikten ziyade lafazanlığa
işaret ediyordu.
Giderek öyle alaşağı ettik ki Selim’in
zekasını, bu kez -A, oğlum neden zeki değil!- diyerek endişelendim. Bu
dönemlerde zeki çocuklarla ilgili bir makaleye denk geldim. Dahi
çocukların işaretlerini veriyordu ve bu işaretler benim bildiğim
kalıplaşmış emarelerin çok ötesine çıkıyordu. Maddeleri okudukça
ürpermeye, titremeye başladım. Şöyle ki;
*Üstün Zekalı çocukların algısı çok açık olurmuş.
Misalen yüksek sese hiç tahammül edemezlermiş. Evet Selim müziği onca
sevmesine rağmen asla ve kat’a açtırmaz sesi. Bebekliğinden beri matkap
sesinde sinir krizlerine girer, kulaklarını tıkayıp çığlıklar atar ve
deli gibi ağlar illa ki. Bizim evdeki yarım yamalaklığın en büyük
müsebbibi bu durumdur mesela. Misalen parti düdüklerinden nefret ederdi.
Ve utanarak itiraf ediyorum ki, o sesle onu bir dönem zaptetmeye
çalışmışlığım dahi vardır.
*Üstün zekalı çocukların duyuları çok gelişkinmiş.
Örneğin çok iyi koku alırlarmış. Selimde takıntı sandığımız şeydi bu.
Misalen biri güzel kokuyor diye, yanından ayrılmaz, biri de kötü kokuyor
diye yanına yaklaşmazdı. Üstelik çocuk acımasızlığıyla -çok kötü
kokuyorsun- diyerek insanları itekler ve bizi çok mahçup ederdi. Ya da
güzel kokuyor diye bir insana adeta yapışır, kopartmaya gücümüz
yetmezdi. Hala en sevdiği şey; sabuncuları gezmek ve o sabunları alıp
onlarla vakit geçirmektir. Bir şişe nadide parfümümü gene bu koku
sevdasına kurban vermişliğim vardır örneğin. Bir başka örnek de,
Selim’in maazallah başına gelen miniminnacık bir kazada kopan kızılca
kıyametlerdir. Diyelim ki düştü ve bir yerinde topluiğne başı kadar bir
kanama oldu, seyreyleyin manzarayı. Öyle canhıraş bağırış ve çağırışlar
duyulur ki Selim’den, etraftaki tüm ahali, bırakıp işini gücünü,
herhalde bir yeri kırıldı diyerek imdada yetişir. Önce ödlekliğine
yorduğum ve kızdığım bu durum, çok sonradan anladım ki, duyuları mı,
algıları mı ne bilmem ama hissiyatının normalden daha kuvvetli
olmasından ileri geliyordu. Acıyı bilinenden daha derin hissediyordu.
Diş çıkardığı 2 sene boyunca, tüm geceyi ayakta geçirmesi de buna
işaretti belli ki.
*Üstün zekalı çocuklar, hayvanlara büyük ilgi duyarmış. Ve çok merhametlilermiş.
Evet Selim legolarla, küplerle ilgilenmedi ama bebekliğinden beri çok
büyük bir hayvanseverdi. Hala en çok ilgi duyduğu şey hayvanlardır
mesela. Hatta öyle abartır ki, hayvan sevgisi onda insan sevgisinden
evladır. Merhamete gelince, -gidip o kaçak avcıları bulucam ve onları
mahvedicem!- der insanların hayvanlara zarar verdiğini duyduğunda,
yumruklar sımsıkı kapalı, gözleri dolu dolu, nerdeyse ağlayarak.
*Üstün zekalı çocuklar, dünyaya karşı çok duyarlıymış. Çevre kirliliği gibi konularda üstün bir duyarlılık gösterirlermiş.
Selim bazen öyle bir yüklenir ki karşısındaki yere çöp attığında, yahut
doğaya zarar verecek bir hareket yaptığında ben ne yapacağımı
şaşırırım. Dünyayı Kurtaran Adam’mış gibi peşini bırakmaz hata edenin.
Neden onu yere attın, arkadaşım neden bunu döktün, dünyamızı
kirletiyorsun, hey neden konuşmuyorsun, bence bunları alıp bir yerde
toplamalı, sonra da çöpe atmalısın, diyerek söylenir de söylenir.
Üstelik bu bir yetişkinse, durum daha da vahim bir hal alır. Nitekim
yetişkin önce duymazdan gelerek kurtulmaya çalışır, ancak Selim’in
tacizleri ve yüksek perdeden sesi ile etrafa giderek daha çok rezili
rüsvay olmayı göze alamadığından pes eder, hasılı Selim o kişiyi
canından bezdirerek dediğini yaptırır. Tabi bu ısrarcı tavırlar
sırasında, mahçubiyetten, İlter’le benim yüzümde gökkuşağının tüm
renklerini görebilirsiniz.
*Üstün zekalı çocuklar, bilinenin aksine sosyal olurlarmış. Girişken ve konuşkan.
İşte bu tam Selim’i işaret etmekteydi. Ne ilter ve hele ki ne de ben
böylesi bir yapıda değilken Selim’in bu hali, bizim için hep soru
işaretiydi.
*Üstün zekalı çocukların kelime haznesi çok gelişkinmiş.
Selim konuşmaya henüz başladığında, yani 1,5 yaş civarında, ilk
kelimelerinden biri -muhtemelen- idi. Bazen yanında bilerek ‘aktivasyon,
ordinaryüs, telekinetik’ gibi alengirli kelimeler kullanır ve onun bu
kelimelerin üstüne avcı gibi atılmasını, akabinde de uygun gördüğü ilk
yerde kullanmasını keyifle seyrederdik. Şimdilerde ise kelimeden ziyade
izlediği film veya belgeselde gecen cümle kalıplarını kopyalıyor ve ilk
fırsatta bunu yerli yerine koyuyor. Misalen, bana dert anlatmaya
çalıştığı, benim de kızgınlıkla arkamı dönüp de gittiğim bir gün, Buz
Devri filminden ele geçirdiği -Al işte! hep bir haller, edalar!-
repliğini söylemesi, misalen; birbirleriyle kapıştırdığı hayvanlardan
birinin telef olmasına binaen, Life Belgeselinde geçen -Hayatın
acımasızlığı karşısında daha fazla tutunamayan- cümlesini zikretmesi
gibi.
*Üstün zekalı çocuklar kendilerini çok iyi tanırlarmış. Selim 2 yaşında iken Facebook’ta durumuma şunu yazdığımı hatırlıyorum: Selim Matrix’i çözmüş.
Öyle çok emare vardır ki bu konuya dair. Aldığı kokunun ne
hissettirdiğini, bir yerinin acımasını tarif etmesini, bir sevinci yahut
bir hüznü ifadesini, hayatı anlayışını, algılayışını, ilerlemesini,
ilerleyişini, kendini analizini, insanı analizini, hayatı analizini,
özellikle empatiyi ve dillere destan hüsn-ü zan etmeyi öyle iyi yapıyor
ve herşeyi zihninde öyle başarılı tamamlıyor ki. Misalen, çok sevdiği
kuzeni Mirza ile ayrıldığımızda şunu dedi; -Biraz önce sevinerek
geldiğim yerden, şimdi üzüntüyle ayrılıyorum-. Geçenlerde, ‘Kerim
parmaklarıma bastı anne, hem de en çaresiz parmağıma!’ diyerek serçe
parmağını gösterdi ki, o parmak sanırım en güzel böyle ifade edilirdi.
Misalen Selim hiç tehlikeli işlere girişmedi. Bebekliği ve çocukluğu bu
bakımdan çok emniyetli geçti. Bir yerde tehlike sezdiği an, kendine
güvenmedikçe o yerden geçmezdi. Parkta, özellikle Moskova’da, Tarzanvari
Rus çocukları içinde Selim pek durağan gelirdi gözüme. Atlayıp
zıplamaz, tehlikeli kaydıraklardan kaymaz, geçitleri kullanmazdı. O
zamanlar çok hayıflanırdım, benim çocuğum neden diğerleri gibi atak,
cesur değil diye. Çok sonra anladım ki, bu tavrı kendini iyi
tanımasından kaynaklanıyordu. Ne zaman ki kendine güveniyor ancak o
zaman işe girişiyordu.
*Üstün zekalı çocuklar çok soru sorarmış.
İşte bu Selim’e pek uymuyordu. Gelişim zamanları olur ya hani, bu
yaşlarda şunu sorar, şunu yapar vs gibi. Selim’de böyle belirgin
dönemler göremedik. Zaten Selim hiçbir kitaba uygun bir çocukluk
geçirmedi (Kitaplara, uzmanlara inançsızlığım en çok bundan) Bize, ne
hayatı, ne yaradılışı, ne cinselliği hiçbirşeyi sormadı. Çünkü nerden
bilmiyorum ama biliyordu. Bazen birşey söylediğinde ‘sen bunu nerden
biliyorsun, geceleri birileri kulağına mı fısıldıyor senin?’ derim öpüp
gıdıklayarak. Hayır hepsini kendim düşünüp buluyorum, der o da
kıkırdayarak.
*Üstün zekalı çocuklar, normalden az uyurmuş.
Ah, bu başlıbaşına bir mevzu. Selim bebekken nerdeyse uyumazdı.
Doktorun uyku hapı vermişliği dahi vardır. Uyuduğu dakikaları toplar,
bazen dalmış gibi yaparak sayıyı abartırdım ki üzüntüden çıldırmayayım.
*Üstün zekalı çocuklar, herkesten farklı konulara ilgi duyarmış. Böcekler, uzay vs. gibi.
Bizde favoriler; dinozorlar, büyük küçük tüm sürüngenler, timsahlar,
semenderler, Komodo ejderleri, yılanlar hatta mürenler ve evet böcekler.
Mesela ben, Selim bebekken gidip sevimli hayvan figürleri alırdım; bir
kez yüzlerine bakmazdı, hele pelüş oyuncakların tümü fiyasko ile
sonuçlanırdı. Ben de çocuğum hiçbirşeyden anlamıyor diye hayıflanırdım.
Biraz büyüyünce beklentilerimin çok dışına çıktığını gördüm. Ve giderek
hoşuma gitti bu ayrıksı hali. Ben de onunla birlikte hiç bilmediğim,
önemsemediğim ve çirkin bulduğum nice hayvanı öğrendim, sevdim. Hatta
Selim vasıtasıyla müptelası oldum dinozorların diyebilirim. Geçenlerde
içinde 5 tane gerçek böceğin (cansız) konduğu misketlerden oluşan bir
bilim seti aldım mesela. Normalde tiksinirim böcekten oysa.
*Üstün zekalı çocuklara -küçük profesör- denirmiş. Selim’e bizim ailenin taktığı lakap budur sahiden de.
*Üstün zekalı çocuklar belgesel izlemeye meraklı olurmuş.
Bir önceki okulda, Selim’i yerden yere vuran öğretmenin, Selim adına
sarfettiği tek iyi şey: çocuklar dizilerden, filmlerden, Bakugan, Ben10,
Transformers gibi şeylerden bahsederken Selim sürekli belgesellerden
bahsediyor. Çocukların ilgisini değiştiriyor olumlu yönde. Evet çoğu
filme tercih eder belgeselleri. Hatta cep telefonlarımızda Life
belgeselleri yüklüdür, acil durumlarda statik hale getirmek için
Selim’i.
Hasılı listede yer alan maddelerin
birkaçı dışında çoğu Selim’e tıpatıp uyuyordu. Bir tek okuma yazmaya
hevesli değildi. Bir de birinin birşey öğretmesine. Selim’e gel sana bir
şey ÖĞRETEYİM dediğimiz an hemen ortadan kaybolurdu. Bunca ilgi
istemesine rağmen, bunca birlikte birşeyler yapmayı sevmesine rağmen, bu
kelime onu hep kaçırtıyordu, ki hala da öyledir.
Bu yazıdan sonra içime bir kurt düştü ve
arayışa girdim. Zira belki de çocuğumuzu yükseltmeyeceğiz diye fazlaca
alçaltıyor ve bir yeteneği değersizleştiriyorduk diye endişelendim. O
sıra Üstün Zekalı Çocuklarla ilgili bir kurumun ön bilgi formunu
doldurdum. Çocuğun durumunu soruyordu, nedir, nelerden hoşlanıyor gibi.
Ve ertesi gün derhal arandım. Çocuğunuz dahi olabilir, dediler. Ben de
yok canım, ben onu annelik içgüdüsüyle ve muhtemeldir ki subjektif
doldurdum, siz bana aldırmayın dedim. İyiden iyice küçümsedim kendimi
de, Selim’i de, gene!
Bir ara yeniden endişe atağı geçirdik
İlter’le; ya sahiden çocuğumuzu anlamıyorsak ve zekasını küçümsüyorsak,
ya değerlendirilmesi, desteklenmesi gereken bir zekaya sahipse ve biz
bunu cahil cüheda bir şekilde heba ediyorsak, dedik. İçimize büyük bir
korku yerleşti. Yeniden kurcalamaya başladık. Devletin kurumlarına
başvuralım dedik. Karşımıza BİLSEM ve RAM
çıktı. O sıra doktorumuza da danıştık. Selim’in çok zeki olduğunun su
götürmez bir gerçek olduğunu ancak özel bir teste tabi tutmanın yahut
özel bir okula göndermenin ona fayda değil zarar getirebileceğinden
bahsetti. Ailede çocuğa karşı beklenti artıyor, çocuğun kendine karşı
beklentisi artıyor ve en ufak bir hatada alabora olabiliyor çocuk dedi.
Bu yüzden bırakın, su akar yolunu bulur illa ki dedi. Eyvallah dedik.
Nitekim ben de Selim gibi olmasa da, zeki bir çocuktum ve okul
düzeyinde hep başarılıydım ama üniversitede ilk tökezlememle birlikte
darmaduman olmuş, bir daha toparlanamıştım. Kendimden yola çıkarak,
aslında kısır düşünerek bu işten elimi ayağımı çektim.
Bu sene gittiği okulda Üstün
Potansiyelli Çocuklar için özel bir sınıf açılacağını duyduk. İlter de,
ben de kılımızı kıpırdatmadık. Ancak okul Müdürü Selim’in o sınıfa
alınması konusunda ısrar ediyor. Bizde belki de zeki değildir, diyerek
hala atışıyoruz kurumla. Ancak geçenlerde yengemin sarf ettiği şu cümle
beni tekrar ürpertti; ileri zekalı çocuklar şayet ayırt edilmez ve
normal eğitime tabi tutulurlarsa, giderek zekaları üstünlüğünü kaybedip,
sınıfın geri kalanıyla eşitlenebilirmiş. İçimi yeniden bir ürperti
aldı. Selim’in durumu tam nedir bilmiyorum ama, şayet ona, özel bir zeka
bahşedilmişse, bunu değerlendirmek en doğrusu değil midir? Ki bizim
türlü eziyetlerden sonra, bu okulu bulmamız, belki herşey bir işaretti.
Dün okuduğum bir başka makalede şuna
rastladım. Bu türden çocukları rasgele mahalle okullarına göndermeyin.
Bizim böylesi iki denememiz tamamen fiyaskoyla sonuçlanmıştı, bilenler
bilir. Ehil Olmayan Annelik,
adı altında yazmıştım bunlardan birini. Ne yazık ki ne benim, ne de
Selim’in zihninden çıkmıyor anıları, silinmiyor izleri. Hala içimi
acıtır bu mevzu.
Ancak bu yazıyı yazmanın da tesiriyle
şuna kesin kanaat getirdim: Benim derdim Selim’in zekasına inanıp
inanmamak değil; gerçekten kaçmak. Korkuyorum! Biliyorum ki Selim’in
üstün zekalı olduğu resmen ispatlanırsa, çok üzüleceğim. Zira benim
zorluk dediğim, beni delirten ve çileden çıkaran bir çok hareketinin bir
manası olduğunu ve onu boş yere perperişan ettiğimi kabul edeceğim.
Biliyorum ki, çocuğumda anormal bulduğum, bu çocuk neden diğerleri gibi
kolay değil, diyerek hayıflandığım birçok şeyin zekasından ileri
geldiğini ve onu hiç anlayamadığımı kabul edeceğim. Biliyorum ki
farklılığının ne büyük bir nimet olduğunu gözden kaçırdığım için kendimi
affetmeyeceğim. Biliyorum ki Selim’in kıymetini bilememiş olmaktan
ötürü çok acı çekeceğim. Ve biliyorum ki, özellikle şu son senede ona ne
denli yavan, yaban ve kaba davrandığımı hatırlayacak ve kendimi
darağacına göndereceğim. Kaçacak yerim olmayacak nitekim.
Şimdi Kerim’e bakıyorum bir de.
Selim’den öyle farklı ki. Bildiğimiz rutinde ilerliyor. Küpleri üstüste
diziyor, içiçe geçen kapları ayarlıyor, karıştırıyor, döküyor, tehlikeli
işler yapıyor, kısacası tıpkı beklendiği gibi davranıyor. Geçenlerde
turuncu arabaları toplamış, rafa düzenlice dizmiş. Haaa, bu çocuk zeki
galiba dedim derhal. Hala ve hala kalıplaşmış bilginin dışına
çıkmamakta ısrarcıyım belli ki. İşte bu yüzden dayatılan bilgiye
kızgınlığım. Bu yüzden gözümü, kulağımı uzman kesilen herkese, herşeye
kapatışım. Yıllar önce okuduğum, duyduğum zırvalar bile çıkmıyorken
aklımdan hala, yenilerini almak istemiyorum zihnimden içeri asla!
Ancak hala bilmiyorum ne yapmalı? Siz ne yapıyorsunuz böylesi durumlarda, ya da siz olsaydınız n’apardınız bu durumda?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder