Kısaca
söyleyeyim; Paris beni büyülemedi. Zaten büyülemesi beklediğim birşey
de değildi. Neden bilmiyorum, toplumu insancıl olmayan ülkelere yakınlık
duyamıyorum. Hadi insancıl olmak zaruri değil diyelim, nötr olsunlar
bari en azından Amsterdam’lılar gibi. Ya da parkı mı yoktu, ondan mıydı
bu uzaklık, kaynaşamama ve ısınamama hali bilemiyorum. Ama her neyse
oraya bir daha gitmek yerine, görmediğim yeni bir şehre gitmeyi tercih
edeceğimi biliyorum.
İlk dikkatimi çeken ve muhtemeldir ki
Paris deyince aklıma ilk gelecek şeylerden biri, bu şehrin kesinlikle
pis bir şehir olduğu. Eski halini bilmiyorum ama hissettiğim sanki bir
dönemki endamını kaybetmiş bakımsız bir şehir gibiydi hali. En bilindik
yeri Eiffel Kulesi etrafı, Seine Nehri civarı pislik içindeydi. Çöpler,
köpek kakaları doluydu ortalık. Meşhur Seine Nehri hem bulutlu havadan,
hem de sanırım pislikten çamur rengindeydi ve şu çok net ki hiç ama hiç
cazip değildi.
Hani filmler, hani aşklar, hani endam, hani sanat, hani Before Sunset
bilmem neredeydi? Hani kalabalıktan desem değil, etrafta tek bir
temizlik görevlisi, arabası yoktu. Benzer kalabalığa sahip ancak cilalı
gibi tertemiz olan Amsterdam düşünce aklıma hele ve ister istemez
kıyaslayınca daha çok gözüme batıyordu bu şehrin pisliği.
Nehir etrafında Kız Kulesi karşısındaki
gibi uyduruk büfeler ve derme çatma tekne restoranlar doluydu. Eiffel
ana baba günüydü, Müzelere girmek ölümüne kuyruğa girmek demekti.
Şehirde trafik var, üstelik yılbaşı öncesi büyük caddeleri, önemli
yerleri trafiğe kapatmışlar, geçişler çok zordu. Hele yılbaşı gecesi
öyle korkunç bir trafik vardı ki şehir dışındaki otelimize saatler sonra
vardık ve bir daha da otelden ayrılmadık.
Park yeri bulmak en büyük sorun. İzbe
yerlerde park yerleri var ancak buralar da İstanbul’un eski
otoparklarına benziyor. Son derece ilkel, leş gibi ve pis kokulu,
bakımsız ve mafya kılıklı adamların yönettiği bu tekinsiz yerlerde,
üstelik de son derece uçuk fiyatlara zar zor yer bulabiliyorsunuz.
Şehrin
turistik mekanları isportacılarla, yol kesen, ısrarcı sokak satıcıları
ile dolu. Ne yazık ki bu satıcıların çoğu Afrika kökenli. Türkçe bile
konuşuyorlardı işin ilginci. Bana tuttuğum takımı soranlar,
Galatasaray’ı övenler bile oldu.
Eiffel
Selim’in deyimiyle hepi topu paslanmış demirden bir kule işte. Ancak
elbette gece değişiyor çehresi. Tabii bu arada belirtmek gerekir ki,
onca laf söyledikleri Eiffel’in sonradan müptelası oldu çocuklar. Türlü
hediyeliklerini aldılar, çantalarını üst başlarını süsleriyle
donattılar, ne zaman bir yere gitmeye kalksak Eiffel’e gidelim diye
bastırdılar. Kerim Elifba, Elifba’ya gidelim derken burayı kastediyormuş
meğerse, onu da ertesi gün anlayabildik anca.
Fransızlar,
özellikle erkekleri asık suratlı insanlar. Zaten İngilizce bilip
konuşmamaları, bu garip takıntıları bile sevimsiz yapıyor gözümde
onları. Bakıyorsunuz, dükkanlarının önünde duran adamlar hep mutsuz
görünümlü ve asık suratlı. Ve evet bilindiği gibi sigara içiyorlar epey.
Kadınlarının prototiplikten uzak bir
hoşlukları, hatta bu uzaklıkla ters orantılı olarak kendine haslığın
getirdiği cazibe ve zarafetleri var. Fransız aktrisler en sevdiklerim
zaten benim; Juliette Binoche, Anouk Aimée, Isabelle Huppert, Marion
Cotillard, Isabelle Adjani, Françoise Hardy, Audrey Tatou, Sophie
Marceau, Melanie Laurent, yarı Fransız Julie Delpy vesaire. Baksanız pek
çoğu muhteşem değil ama muhteşem pek çok kadından çok daha çekici ve
güzeller. Modadan, popüler dayatmadan, bir ton zırvadan ve
prototiplikten sıyrılıp popülerin dışında, kendi gibi giyinenlerle dolu
bu şehrin, en bilindik moda başkentlerinden biri olması da ilginç değil
mi?
Fularlar,
etekler, çizmeler, paltolar, botlar, türlü bereler kısaca kokoş olmayan
güzel kadınlar… Keşke çekebilseydim herbirini.. Ne yazık ki hava hiç
müsait değildi. Çok yağışlı ve kapalıydı. Zaten Gülom‘dan
duyduğumuza göre Londra’nın adı çıkmış ama Paris çoğunlukla pek puslu
ve griymiş. Hatta çamur sarısı bir şehir burası bana kalırsa. Geceleri
değişiyordu şehrin yüzü ama bol ışıklandırma ve canlılıkla.
Görüldüğü
gibi Eiffel’in etrafı her türden insanla dolu. Moda çekimleri,
turistler, satıcılar, devasa kuyruklar… Herkes ama herkes sırtını verip
kuleye poz veriyordu boyuna. Bir biz yalpalaya yalpayala geziniyorduk
ortalıkta.
Ya Hu, hiç mi güzel şey yok derseniz, var elbette var.
Evet
Paris’in apartmanları çok güzel. Sıra sıra aralıksız eski binalar,
balkonlar, ferforjeler, çiçekler, teras katları, yuvarlak hatlı çatılar,
özellikle Basilica of the Sacré Coeur denen yerden görünen manzaradan
anlaşıldığı üzere bu apartmanların oluşturduğu manzara bakılası.
Kar,
yağmur, çamur, soğuk demeden kaldırımlara taşmış sandalyeleri ile
kafeler… Şehre sıcaklık veren bu canlılık; kahve, sohbet vesaire bu
şehirde en çok sevdiğim ve pozitif yönde en çok aklımda kalan şeyler
oldu.
Saint-Germain
Bulvarı’nda yer alan Cafe De Flore; Yazarlar kafesi. Zamanında Sartre,
Simone de Beauvoir, Camus’nun geldiği yer. Benim için manidar.
Ve bu kafede tıklık tıklım insanlar, yağmur altında bol sohbet…
Gene
en sevdiklerimden biri; o güzel apartmanların kendinden güzel devasa
kapıları. Ne yazık ki ne hava, ne ortam müsait değildi şöyle gönlümce
kapı fotoğraflamak için… Bakmaya doyamadım o kapılara.. Bir de o
kapılardan birinin içine girme hayalim, dev ve dönen merdivenleri
görüntüleme isteğim vardı ki gerçekleşmedi tabii.
Elbette
Makaron… Laduree.. ama neyleyim ki Laduree’un önünde bolca yağmurun
altında bile uzuuunca bir sıra vardı. Oranın içine girmek de kısmet
olmadı. Bunun acısını Belçika’ya döndüğümüzde Marcolini’nin özel yapımı
makaronlarından çıkardım neyse ki:)
Paris Aşk şehri mi pek bilemem, ben öyle
hissedemedim ama Fransızca aşkın dili gibi. Fransızları pek insancıl ve
sıcak bulmasam da bu dili seviyorum ve bu dile bunca yakın olmak hoş
geldi bana. Madame (Madam) deyişleri, kibar ve nazik biri olduğum
hissine kapılmama sebep oluyordu. Fransız konsolosluğunda daha
başlamıştı bu beğenim, kapıdaki İskoç görevlinin tüm iyilikseverliğine
rağmen Mum (ma’am) diye hitabı ve bunun kabalığı (neden bilmem kaba
geliyor bu söyleniş bana, keşke Lady deseler hep:)) ve Fransız
görevlinin aslında tüm kabalığına rağmen madame deyişi şiirseldi… Bol
bol duyup bol bol madam gibi hissettim kendimi.
Bazen
bir pencereden görünen bir minik ayrıntıyla; misalen birinde tuvaller
gözüküyordu, eskilerde kalmış Paris ve Sanat ikilisinin gözümün önüne
gelmesi. Bir nevi Midnight in Paris yaşama halim, zamanda geriye dönük gidip gelmelerim… Sanki yaşamışım gibi… özellikle 1800′leri…
Gündüz
sıradan, gece bol ışıklı pek meşhur Champ-Elysees. Özellikle
yılbaşından iki önceki akşam çok keyifli ve çok canlıydı. Yılbaşı akşamı
ise her yer kapalı ve sıkıcıydı.
Ve Gülom’la
ailecek buluşmamız. Bir tek Cihan’ımız eksikti. Sıcak sohbet, güzel
kahveler, güzel insanlar, güzel ortam ile sıcaklaşan Paris ve Paris
akşamı. O güzel buluşma Paris için mutlu bir an oldu bizde. Hele
çocuklar çok sevdiler onlarla olmayı. Selim içtenlikle Gül’e sarıldı,
Kerim yüz vermiyormuş gibi yaptı ama ertesi sabah ilk söylediği; keşke
Gül ablayı yanakından öpseydim, oldu:)
Gül’le İstanbul’da buluşmuştuk, bu kez
Paris’te buluştuk ve inşaallah bir dahaki sefere Kanada’da buluşuruz
diye konuştuk. İkimiz de inandık :) İnşaallah ve maşaallah efenim:)
Hüzünden ziyade sıcaklığın yayıldığı Paris Akşamları. Dolu dolu kafeler, dışarda insanlar, canlılık, hareket.
Ve en sevdiğim yer oldu Saint Germain. Ya içinde çokça dolaştığımdan ya da hakikaten güzel olduğundan.
Yılbaşı
akşamında ise görüldüğü gibi pek loş ve sıkıcıydı o güzelim, kalabalık
kafeler. İnsanlar evlerine çekilmişti, seyahat seyahat diye inleyen ben
birden sokak kedisi misali evlerin ışıklarına ve sıcaklığına meyletmeye
başladım. Zaten benim gezmelerim hep böyledir, sonsuza dek sürmemeli,
illa sürünerek de olsa eve dönmeli ve evimi özlemeliyim. Hem evcimen hem
gezegenim anlaşılacağı gibi:)
Dükkanlar,
dükkanlar, dükkanlar… İlgimin olmadığı sayısız dükkan… Hiçbirşey
almadım bu şehirde neden bilmem… Birkaç hatıra fincanı ve çocuklara
Eiffel hatırası dışında. Sanırım ben çok büyük yerlerde, şehirlerde
hatta büyük marketlerde bile sersemliyorum, odağımı, ne yapmam
gerektiğini kaybediyorum. Kontrol dışı ilerliyor hayat öyleyken sanki,
trafiğe göre sürükleniyorsunuz, ya da park yeri bulamıyorsunuz, ya da
sıra oluyor, kısaca bir türlü organize olamıyorsunuz ya da olamıyorum
diyeyim. Üstelik çocuklarla herşey tıkır tıkır ilerlemiyor zaten. Onun
için büyük şehir parkları çok iyi geliyor bana, buralarda sakinleşiyor
ve ne yapmam gerektiğine odaklanabiliyorum. Amsterdam’da da tam böyle
savruluyorken Vondelpark’a gidişimiz bizi toparlamış ve şehre ısınmamızı
sağlamıştı. Demiştim ya; şehre tanış olmak sanki parklardan geçiyordu.
Paris’te ise bu yoktu.
Ama
gezmek ve görmenin zihinlerde bıraktığı tatlı anlar yaşanan cümle
zorluğa, karmaşaya, telaşa, onlarca yapılamayana set çekiyor ya işte en
güzeli de bu oluyor. Mesela şu iki video işte böylesi anlarda, sahiden
bir anda ortaya çıktı:
Bir süredir Selim’in söylediği Fransızca
bir şarkı vardı. Nerden diline dolanmış bilmem. Neyse bulduk parçayı.
Tam o sırada Champ-Elysees’e giriyorduk ve video da öyle başladı.
Ardından da Kerim mırıldanıyor ikinci videoda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder