Büyüyor Selim, 8 yaşına giriyor.
Şükürler olsun. Evet artık kendi yemeğini kendi yemesini geçtim, kendi
yemeğini kendi bile hazırlıyor, kendi uyuyor, kendi banyosunu yapıyor,
tırnaklarını bile kısmen kendi kesiyor, kendi kendini eğleyebiliyor,
kendi okuyor, kendi yazıyor, kendi ihtiyaçlarını kendi gideriyor, hatta
bize de çok yardımcı oluyor, bazen kardeşine bile epeyce yardım ediyor,
tuvalete gitmesine bile yardım ediyor vesaire, kısaca bilmem kaçıncı
aşama bitiyor. Ama şimdi bambaşka yeni bir aşama başlıyor.
Aslında bu işin ayak seslerini
duyuyordum ama nedense ihtimal vermiyordum. Belki her anne gibi, benim
oğlum yapmaz diyordum, onun aklı hala ejderhada, yılanda, başka şey
aklına bile gelmez diyordum ki…. Yanılmışım, evden çıkmış çocuğun
hayatına etki eden diğer faktörleri hafife almışım; çevre ve arkadaş.
Siz istediğiniz kadar çocuğunuza abuk
subuk film vesaire izlettirmeyin, istediğiniz kadar harikulade
kitaplarla eğitin (ya da öyle zannedin:)) devreye giren çevre ve arkadaş
faktörü tahmin etmediğiniz şeylerin bir anda hanenize girmesine neden
olabilir. Şöyle ki;
Birgün haylaz mahalleli çocukların
yanından gelir. Mahçup bir eda ve gülümseme var yüzünde. Biraz utangaç,
biraz muzır. Yüzüme bakamıyor, aşağıda gözleri ama çapkın çapkın
gülümsüyor:
-Anne, Molly bana -you are the best (sen en iyisin)- dedi sonra da -I love you- dedi.
Höh! Höyt! Aman! diyen iç sesim bir şaşma, bir kalma ve ardından anne gibi davranma güdüsü dayanıyor boğazıma, sakinleşmeli ve:
-Hm, seviyor seni arkadaş olarak demek ki! ( demeli)
Derken diyorum ki, bir kaç zamandır
çocuklar sokakta birilerini birilerine yakıştırıyor, ondan esinlendiler
herhalde, yoksa -klasik kayınvalide tribiyle- benim oğlum bilmez öyle
şey!
-Evet, galiba diyor Selim ama bence buna inanmıyor.
Aradan birkaç ay geçiyor. Yeni okulda Selim:
-Anne baba -fancy (hoşlanmak) ne demek! Okulda çocuklar Keith ve benim için fancy lafını kullanıyor.
-Anne biliyor musun, Keith çok iyi bir kız. Ben ona kalemlerimi veriyorum, çok seviniyor.
Höh! Höyt! Aman! diyen iç sesim bir şaşma, bir kalma ve ardından anne gibi davranma güdüsü dayanıyor boğazıma, sakinleşmeli ve:
-Hm, insan bazı arkadaşlarını daha çok sevebilir tabii. (demeliyim değil mi, ben de bilmiyorum ki ne diyeceğimi)
-Evet, galiba diyor Selim ama bence buna inanmıyor.
Aradan bir ay kadar zaman geçiyor. Bu
geçen zaman içinde Keith ismini az işitmeye Brooke ismini duymaya
başlıyorum. Birgün okuldan geliyor Selim.
-Anne, sana birşey söylemek istiyorum.
-Söyle yavrum…
-E, ımm, şey ya da neyse şimdi söylemek istemiyorum.
Bu replik birkaç kez tekrar ediyor. Bir ara soruyor:
-Anne sence Logan mı, Hayden mi, Keith mi, Brooke mu?
-Anlamadım?
-Hani sana birşey sormak istiyordum ya sence kimle ilgili?
Aslında cevabı hemen verebilirim, ama
aptala yatıyorum. Çok da meraklıyım, ya, öyle mi nasıl diyesim var, ama
bu yaşta bu çocuğun böyle şeyleri ciddiye alması sağlıklı olmaz
zannediyorum. Hem anneyim ben canım. Bu yüzden mümkün olduğunca
normalleştirmeye, büyütmemeye ama küçümsememeye de çalışıyorum. Tabii
elimden geldiğince.
-Logan?
-I ıh…
-Hayden?
-I ıh…
-Brooke?
Bakışlarını kaçırıyor benden. Yüzünde gene o utangaç ama muzır ve hınzır ifade.
Bir çırpıda bir cümle duruyor derken:
-Anne ben Brooke’u seviyorum.
Höh! Höyt! Aman! diyen iç sesim bir şaşma, bir kalma ve ardından anne gibi davranma güdüsü dayanıyor boğazıma, sakinleşmeli.
Hım, insan arkadaşlarını sevebilir Selim’cim gibi bir repliğe hazırlanırken;
-Ama daha ona söylemedim. diyor.
Yuh diyorum, söylemek mi, niye ki, diyen iç sesimi Selim bastırıyor:
-Yani çocuklar alay eder diye söylemek istemiyorum.
Gözümün önünden türlü sahneler geçiyor.
Sorular; acaba Brooke ne hissediyor, maazallah bazen tersi de oluyor,
itici de gelebiliyor böyle şeyler, misal ben küçükken bana bu tür şeyler
söyleyen çocukları çok itici bulur, bir daha da konuşmazdım, tamam ben
de epey salakmışım ama gene de kalbi kırılır mı diye endişe ediyorum.
Ah, ne zormuş analık! Ne demeli bilmiyorum, akışına bırakıyorum:
-İlki; böyle birşeyi benimle paylaşman çok hoşuma gitti. Teşekkür ederim, dedim.
Etkilenmiştim. Devam ettim:
-İkincisi insan arkadaşlarını sevebilir
yavrum bu çok güzel birşey. Bazılarını daha fazla da sevebilir. Bu da
çok normal ve güzel. Eğer söylemek istiyorsan söyle, ama en önemlisi
sana bunu yaptıran ya da yaptırmayan başkalarının ne yapacağı değil,
kendi kalbin olsun dedim.
Tabii üzülme ihtimali, alaya alınma
ihtimali de ürküttü beni. Ama her ne kadar -benim oğlum çok hassas-
annelik hastalığına yakalanmış olsam da yaşam riskten ibaret değil mi?
Öbür türlü kazma gibi olmaz mı hayat? İnsan? Hem canım peygamberimiz
sevdiklerinize onları sevdiğinizi söyleyin, dememiş mi? Büyük ya da
küçük, kız ya da erkek farkeder mi? Hele bunca masumken…
Ertesi gün okul bahçesindeyiz. Merakım
had safhada. Acaba Brooke kim? Bir yolunu bulup öğrenmeli, basitlikse
basitlik, hem basit anneyim.
-Selim, hani isimlerini duyduğum arkadaşların vardı, onlar burda mı şu an?
-Ha evet, Logan şurda futbol oynayan, sarı montlu, Brooke da şu, uzun saçlı olan.
Aman Ya Rabbi Brooke’u biliyorum. İlk
günden dikkatimi çekmişti. Gerçek bir Barbie. Upuzun beyaz-sarı saçları
beline dek dökülmüş, ince, uzun, endamlı bir kız. Öyle ki çoğu zaman
bahçede gözümü ondan alamıyorum. Derken Selim’ler toplanıyor. Bizimkinin
bitmek bilmez alerjisinden dolayı gene burnu akıyor, cebine mendilini
tıkıştırıyorum ki beni uyarıyor:
-Anne öyle şişman gözüküyorum.
Höh! Höyt! Aman! diyen iç sesim bir şaşma, bir kalma ve ardından anne gibi davranma güdüsü dayanıyor boğazıma, sakinleşmeli ve:
-Hım, tamam.
Bundan bir ay önce atletini, tişörtünü
içine sok, göbeğinde toplanıyor, kocaman oluyorsun dediğimde hiç mi hiç
aldırmayan çocuk şimdi bir mendile sitem ediyor…
Derken biraraya geliyor çocuklar sınıfa girmeden. Brooke ön tarafta, Selim önlere bakıyor ve her seferinde saçlarını düzeltiyor.
Hey gidi hayat!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder