Yeni bir şehre parkından başlamak bizim için gelenekselleşen birşeye dönüştü. New York’a ayak bastığımda Central Park‘ta bulmuştum kendimi. Glasgow’da Kelvingrove Park‘ta. Londra’da gene şehrin efsanevi parkı Hyde Park‘a gitmiştik ilkin. Edinburgh’da fantastik Holyrood Park, Princes Garden ve şimdi de Amsterdam’da Vondelpark.
Öyle alışageldim ki bu duruma, bir
şehirde böylesi bir park yoksa aptallaşıyorum, ne yapacağımı, nereye
gideceğimi bilemeden savrulup duruyorum. Sanki şehri tanımak, ona yakın
olmak, alışmak, kaynaşmak parklardan geçiyormuş gibi hissediyorum. Öbür
türlü görüşüm bulanık, halim darmadağınık kalakalıyorum, nitekim
Paris’te yaşadım bu dağınıklığı.
Daha önce demiştim ya hani, kent kavramı
Amsterdam için tam yerini buldu bende. Bu şehri anımsadığımda içime
düşen kelime nedense şehir değil de kent oldu. Ve bunun en güzel
emarelerinden biri; şehrin ortasına kurulmuş, içine girildiği anda
şehirden izole edildiğiniz, nefes alıp canlandığınız, insansılaşıp
yumuşadığınız devasa parklar bence. Ve gene bence, o şehrin, o şehri
barındıran ülkenin en büyük medeniyet göstergesi, merkezine kurulmuş bu
türden parklarının olması. Yoksa dünyanın en uzun binası şehirdeymiş,
aman da eğlence parkları süpermiş, ekonomisi en tepedeymiş benim için
hepsi hikaye!
Gelelim Vondelpark’a… Güneşi gördüğümüz
anda kendimizi içine attığımız ve o noktadan sonra hem Amsterdam’la hem
Hollanda’yla yakınlaştığımız park.
Gene
her yer bisiklet ve bisikletli dolu. Kiralayabileceğiniz türlü
bisikletler olduğu gibi, park içinde ücretsiz kullanabileceğiniz sarı
bisikletler de var. Aralıklarla parkın belli yerlerine yerleştirilmiş
şekilde öylece duruyorlar. Kullanıyor ve sonra götürüp bölgesine
bırakıyorsunuz.
Her zaman, her yerde Scooter Kardeşler… Bol bisikletli bu şehirde pek bir azınlıktaydılar scootercular olarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder