Evet, Bob Dylan geçti buralardan…
http://deli-anne.com/?p=20999
En yakın arkadaşlarımdan biri ile çok
sevdiğimiz sanatçılara yaklaşmak üstüne tabu hatta fobi düzeyinde bir
düşüncemiz vardı. Şimdi biz onları uzaktan bunca seviyoruz, ya yanlarına
gidersek ve bizi hayal kırıklığına uğratacak birşey yaparlarsa diye
endişe eder, onlara dair zihnimizde canlandırdığımız cazibeyi
kaybetmekten çekinir ve uzaktan uzağa sevmeyi seçerdik.
Arkadaşımla ikimiz de Cem Karaca’yı çok
severdik, Cem Karaca’ya ulaşma imkanımız vardı, gitmezdik. Yıllar sonra
Cem Karaca vefat ettiğinde amma da salakmışım, dedim kendime. Nitekim
Barış Manço konserine gittiğimde değil hayal kırıklığına uğramak bilakis
tekrar tekrar sevdalısı olmuştum mütevaziliğinin, bilgeliğinin ve
sıcaklığının. Biliyorum ki Cem Karaca da farklı değildi.
Ve Bob Dylan. O da tıpkı Barış Manço ve
Cem Karaca gibi kalben çok yakın bağ kurduğum biri. Hatta gönlümün
böylesi bağ kurduğu üçüncü ve son kişisi. Değil ona gitme ihtimalim,
böyle bir ihtimalin hayali dahi yok aklımda. Varlığını sevdiğim, uzaktan
şarkılarını dinlediğim ve bu hali kabullendiğim biri. Bir gün tevafuken
ilanını gördüm ve bir anda İ. nin süper atik davranmasıyla akşamında
elimde buldum bileti.
Yücelerden Gelen Bir İkram
Hani bir dua öğrendim ve bayıldım
demiştim ya; Allah’ım senden sürpriz hayırlar diler, beklenmedik
şerlerden sana sığınırım, diye. Bu bilet tam da bu duanın gerçekleşmesi
gibiydi benim için işte. Çünkü hayalini kurmayı dahi aklıma
getiremediğim birşeyi, beni de, isteklerimi de, sevdiklerimi de benden
çok daha iyi bilen -BİR-inin bana hazırlamış olduğu bir sürprizdi. Elime
ansızın tutuşturulmuş bir ikram. Yaşam motivasyonumun pek düşük olduğu
şu zamanlarda ayağa kalkmamı hızlandırmak için bana neyin iyi geleceğini
ve neyin beni şevklendireceğini benden çok daha iyi bilen BİR’inin
müthiş bir hediyesi gibi…
Ne güzel Rabbimizin olması değil mi,
yalnız değiliz, terkedilmiş değiliz, yaşamda sıklıkla tökezliyoruz evet
ama biliyoruz ki O daima orada, kimse bilmese de O biliyor halimizi,
görüyor bizi, merhametle kuşatıyor ve işte bir anda ısıtıyor içimizi.
Hani deniyor ya; dua ibadettir, cevap beklemeyiz ama zayıflar için şevk
unsuru olabilir. İşte oradaki zayıfa uyan en iyi örnek benim: Şevklendim
Ya Hu!
Kulak Tıkacımla Gittim Konsere…
Bileti aldığımda konsere 2,5 ay vardı.
Acaba o güne ulaşır mıyım diyen düşüncelerimi zihnimden kovuyordum,
sanki kötü birşey olacakmış gibi hissediyordum, olmasa da düşüne düşüne
kötü şeyleri çağıracakmışım gibi. Oldu da aslında, kulaklarımda ani
işitme kaybı, seslere karşı aşırı hassasiyet, kesilmek bilmeyen ve
doktorlarca kesilmeyeceği söylenen çıldırtıcı uğultularla gittim
konsere. Elimde kulak tıkacıyla, rahatsız olursam kulağıma takarım diye.
Birgün bir Bob Dylan konseri olacak ve sen de özel konuk sıfatıyla ön sıralara oturacak ama kulak tıkacı takacaksın deseler, kara mizah der gülerdim herhalde ama oldu! Sahiden oldu!
Neden Deli Anne diyenlere de cevap olsun bu:)
Gelgelelim Bob Dylan Efsanesine…
İçeri fotoğraf makinası alınmıyor,
kesinlikle çekim yapılmıyor. Olsun dedim; canlı dinleyeceğim ya. Ama
elimde hep hazırda duran telefonum var gene de, ne olur ne olmaz diye.
Konser 19.30 da başlayıp 21:40′da bitecek deniyordu, ben de önden
birileri çıkacak diye düşünüyordum o yüzden başlarda pek heyecanlı
değildim.
Stadyum konseri değildi gittiğim, Bob
Dylan’ın üç akşam üst üste çıkacağı büyük bir salon. Daha doğrusu büyük
ve sıcak bir kulüp gibi. Sahne öyle sıcak ki, ışıklandırma şeker gibi
bir his bırakıyor damakta, bakmaya doyamıyorum. Tatlı ve loş ışıklar,
epeyce müzik aletini gölgeli, haleli aydınlatıyorlar. Siyah, pasparlak
bir piyano parıldıyor üzerine düşen ışıkla, bir çello ve bateri duruyor
öylece ortada. Baterinin metal zilleri parıldıyor, piyanonun tam da
-piyano black- dedikleri o muhteşem rengi ışıldıyor. Sahnenin arka
perdesinde ise ışıklarla amerikan yerlilerinin desenleri çizilmiş.
Atmosfer harika!
Saat 19:30. Işıklar kapanıyor, sahne
karanlık. Birileri çıkıyor. Herkes alkışlıyor, demek bildik birileri
İskoçlar için diyorum. Herhalde uyduruk bir grup diye geçiriyorum
zihnimden, zira önden çıkan grupları oldum olası sevmedim, sevmiyorum.
Biri geliyor, o ışıksızlıkta bile
zayıflığı göze çarpıyor, incecik biri, siyahlar içinde, başında bir
şapka. Geliyor ve ortada duran mikrofona yaklaşıyor. Bir ses… Aman
Allah’ım bu tok ve bu bildik ses, şarkı tanıdık değil ama melodiler
bildik, ben canlı canlı Bob Dylan dinliyorum; zaman, mekan, müzik,
akustik, ışık, uyum, ahenk, hayret, taşma, coşma, çıldırma… ne ararsanız
var o an ki duygularımda… Nabzım hızlanıyor, kulaklarım mı; aman ne
gam, herşeyi unutup uçuyorum, sahiden uçuyorum… Bu ruhsal coşkunluk
hali ile sessiz, derin, taşkın ve aşkın gözyaşlarına boğuluyorum. Evet
elbette Bob Dylan’ı canlı dinlemek çok, çok etkileyici ama beni ağlatan
tam bu değil, biliyorum, bu sesle ayağa kalkan zaman, mekan, anlar,
anılar, bunlar da sebep olabilir ama tam bu da değil, ben beni kimsenin
almadığı kadar ciddiye alan, kimsenin sevmediği kadar seven, öyle ki
benim bile kendimi unuttuğum anda beni unutmayan Rabbimden gelen bu
ikrama ağlıyorum. Gözyaşlarım şıpır şıpır akıyor, gören manyak bir
fanatik sanıyor, ben de tüm konseri böyle izleyeceğimi ama alışıyorum…
Bu ikrama ve Bob Dylan’a.
Bu Adam Hiç Konuşmuyor…
Bob Dylan neden devasa bir efsane
olduğunu, ilk dakikada; konserin başlama saatini bir saniye dahi
geçmeden sahneye çıkmakla ispatlıyor. Ard arda beş-altı şarkı söylüyor.
Yaşlanmış, adımları çok ağır. İkinci şarkısında o meşhur harmonikasını
çalıyor. İzleyiciler delice alkışlıyor. Her şarkıda sahnenin ışıkları
farklı bir loşluğa bürünüyor. Perdedeki desenler ara sıra değişiyor. İki
şarkıdan sonra piyanoya geçiyor. Bir süre piyanoyla birlikte
şarkılarını söylüyor.
Hiç konuşmuyor, bir merhaba dahi
demiyor. Hiç ama hiç yadırgamıyorum. O şu anda şarkılarıyla konuşuyor
zaten ve hal diliyle çok şey anlatıyor. Yıllar ilerledikçe iyiden iyiye
artan dehası ve bilgeliği ile sayısız şarkı yaptı, içeriği dopdolu
şarkılarıyla öyle çok anlatıyor ve dahi anlatmış ki on yıllardır
kendini, şimdi laf olsun diye konuşmuyor olması ve dahası -istemiyorsa konuşmuyor olması hoşuma gidiyor!-
İşte tam böyleydi, konuşmadan bazen bir iki işaretle, birkaç mimik ve hareketle anlattı söylemek istediklerini.
Salon koca bir kulüp havasında. Bir
kadın delice çığlıklar atıp, şarkılar istiyor, birileri ıslık çalıyor
ama sahne hep devam ediyor, şarkılar su gibi akıyor. Kendini kaybetmiş
bir adam dışında kimse fotoğraf çekmeye yanaşmıyor, bense sürekli
fotoğraf çekmek için fırsat kolluyorum; bir yandan ne ayıp diyorum, bir
yandan bir daha ne zaman görürüm ki bende bir fotoğrafı olsun, diye
kendimi yiyorum. 15-20 dakikalık bir ara veriliyor. Bob Dylan sadece
burada konuşuyor; onda da arayı haber veriyor. Ara bitiyor, ekip ve Bob
Dylan kaldıkları yerden devam ediyorlar. Gene tek kelam yok, gene arka
arkaya kesintisiz şarkılar. Eskilerden tek bir parça yok,
yadırgamıyorum, işin ilginci nedense bunun olacağını da tahmin
ediyorum.
Dylan’ın ekibi de kendi gibi maharetli.
Gitar çalan bir anda çelloya geçiyor, bir diğeri kanun gibi bilmediğim
bir alet çalarken birden kemana başlıyor, onu bırakıyor bançoya geçiyor.
Hepsi siyah takımlı, hepsi iyi giyimli. Ortam, mekan, Bob Dylan ve
ekibi sıcak, tatlı, harika bir Blues kulübünde çalıyor gibi… Işıklar,
renkler, giysiler, aletler herşey izleyende bu hissi bırakıyor.
Bir ara bir parça çalıyor, bilmiyorum
adını sanını ama harika bir parça, sahnenin gerisindeki perdede petrol
mavisinin pastel tonunda kuş tüyleri deseni çıkıyor. Işıklar sıcak bir
Blues kulübündeki gibi tatlı bir loşluğa bürünüyor gene. Parça harika,
kemanlar çalıyor, Bob Dylan bariton sesiyle eşlik ediyor, yetmedi
piyanoya geçiyor, salonda muazzam bir atmosfer oluşuyor; içim gidiyor,
çıldırıyorum. Bu anı kaydetmek istiyorum ama olmuyor, ya Bob Bylan’ın
rızası, diyorum ve vazgeçiyorum. Kucağıma koyduğum telefona sadece
parçadan bir kuple kaydediyorum ki sonrasında parçaya ulaşabileyim.
-More! More! More!-
Konser 21:40′a dek aralıksız devam
ediyor. Müthiş birşey! 72 yaşındaki bu efsane adam, adına Never Ending
Tour dediği; sahiden de bir yıldır en fazla iki gün ara vererek çıktığı,
sonlanmayan Amerika ve Avrupa turnesinin şu son günlerinde iki saatten
fazla bir sürede kesintisiz konser veriyor. Vokalsiz, tek başına
söyleyerek hem de! Birkaç kez piyano başına oturmasını hesaba katmazsak
hep ayakta.
Konserin bitişinde, kollarını açıyor ve
ekibini işaret ediyor Bob Dylan, hepsi bu, gene konuşma yok! Seyirciler
çılgınca alkışlıyor. Ağlamaklı oluyorum. Uzun süre selam veriyorlar ve
gidiyorlar. Sonra o çılgın kadın -mooore- diye bağırıyor ve herkes
-more, more, more!- (Bir daha) diye tempo tutuyor, kimse oturmuyor, bu
cool adam çıkar mı acaba bir daha, diyorum ama çıkacağını biliyorum zira
konserin başlangıcına saniye bekletmeden çıkarak seyirciye saygısını
gösteren bu dev adam elbette çıkar diyorum ve geliyor. Bir değil iki
şarkı daha söylüyor ve uzun bir selamdan sonra gidiyor.
Detaylar, Bilgiler
-Konsere tek başıma gittim. İ.
çocuklarla kaldı. Laf aramızda ben çok seviyorum bu yalnız takılmaları.
Bilenler bilir sinemaya da yalnız gitmeyi severim.
-Konser sırasında kulak tıkacımı
kullanmak zorunda kalmak sahiden de kara komediydi. Seyircilerin
çığlıkları sırasında değil ama Bob Dylan’ın kendisiyle özdeşleşen
harmonikasını çaldığı o zamanlarda, tizleşen sesler yüzünden tıkacı
kullanmak zorunda kalmak içimin acıdığı yerdi.
-Normalde biriyle İngilizce konuşmamak
için kırk takla atan ben, konseri kaçıracağım diye canhıraş şekilde
defalarca görevlilerle konuşmam da tarihe geçmeli.
-Konsere özgürlülüğümün sembolu haline
gelen pembe kadife pantolonum ve yeşil süet ve kürklü çizmemle gittim.
Neden mi; benim için canım 70′li yılların sembolü olan en önemli
isimlerden biri Bob Dylan’a böyle gitmek içimden geldi çünkü.
-Konserde çoğunluk yaşlı kesimden insanlar vardı. Gençler sayılıydı ve çoğu Grease filminden fırlamış gibiydi.
-Bob Dylan’ın babaanne ve dedesinin
Trabzon göçmeni olduğunu ve köken olarak da Kırgız olduğunu biliyor
muydunuz? Hadi bakalım, bizdenmiş ya hu:)
-Ve bu efsane adamın yıllardır tüm
konserlerinin bu sıcak atmosferli ortamda olduğunu? Bunu da
gazetelerdeki eski konser bilgilerinden edindim.
-Glasgow’un nehir kıyısında bir bölgesi
var. Yeni ve modern mimariyle dolu binalar var burada. Büyük bir kongre
sarayı, BBC Scotland, Science Center vs. gittiğimiz yer de Clyde
Auditorum diye geçiyor ve bu bina akustiği ile ünlüymüş ki sesler
harikaydı. Ömrümde en lezzet aldığım canlı dinleti bu oldu.
-Bob Dylan’ı canlı dinlemenin verdiği
coşkun, taşkın, aşkın ve bolca da hüzünlü (evet çok da hüzünlüydü, onun
yaşadığı dönemi çok seven ben, o çılgın genç ve şimdi ağırlaşmış
hareketleri ile bir efsane, kısaca HAYAT vesaire ile hissettiğim şeydi
hüzün) bu hali yaşadığım bir diğer zaman da St. Petersburg’da
Dostoyevski’nin evini ziyaret ettiğim zamandı. Neyse ki sevdiklerimle,
zaman, mekan, imkansızlık, ölüm olmayan o mekanda yeniden karşılaşma
ümidim ve ümitten öte inancım var. Buluşacağız bir güzel bahçede onlarla
da inşallah:)
#sonsuzşükür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder