13 Ağustos 2013 Salı

İskoçya’ya Dair Özleyeceklerim ve Özlemeyeceklerim – 2



Aslında gitmek üzere olmasam ve bu mevsim burada cennetimsi bir havada geçiyor olmasa; benim için harika olan sıcak ama kavurmayan tatlı güneş ve yüzü naifçe okşayan hafif serin bir rüzgar olmasa, özleyeceklerim kısmı azalır ve özlemeyeceklerim kısmı kabarırdı mutlaka. Ama neyleyim ki, mevsim enfes geçiyor burada, hele ki geçen yaza oranla. Benim gibi kavurucu sıcakta derhal hastalıklı ve nevrotik hal alan birine şifa buranın havası zira. Hiç terletmeyen, yormayan eşsiz bir hava, eşsiz bir mevsim. Şehirde, açık havada, çayırda, bahçede, sokakta olmak keyif veriyor. Bu yüzden İskoçya aşkım kabarık şu anda ve sanırım gitmenin de tesiriyle torpil geçiyorum bu tarafa şu anda. Bir türlü Özleyeceklerim kısmını bitiremiyorum mesela.


.
Tatlı ve serin yaz İskoçya delianne
.
-Bu senenin tatlı yazını özleyeceğim. Dediğim gibi sıcak ve kavurucu hava hasta eder beni gerçekten. Terlemek kabusumdur benim. Zaten gözümde ve cildimde güneş alerjisi de var, bunların da etkisiyle çok agresif, gergin, mutsuz olurum sıcak havalarda ve bir şekilde duş, klima vesaire ile serinlemezsem zararsız bir kadının vahşi bir hayvana dönüşmesine şahit olabilirsiniz kolaylıkla.  Mesela burada yaz kış parfüm kullanmak mümkün, makyaj yapmak, yüze krem sürmek vesaire de. Ben sıcakta bunları yapamam çünkü sıkıntım iki kat artar. Zaten yıllardır saçlarımı da topluyorum ne ki değil boynuma, yüzüme bile tek tel düşüp de bana sıkıntı vermesin diye. Bu yüzden burası bu haliyle büyük bir nimet benim için.
-Her imkanın konforla insan ayağına getirilmesini, kimsenin hiçbirşeyden mahrum kalmamasını,
-İnsana verilen kıymeti,
-Engellilerin, yaşlıların toplum içinde olmalarını. Bunun için her türlü konforun sağlanmış olmasını ve bu insanların rahatça dışarda vakit geçirebilmesini özleyeceğim. Türlü türlü tekerlekli sandalye, ya da minik motosiklet şeklinde vasıtalarla. Ve hatta bu vasıtaların marketlerde de bulunmasını özleyeceğim.
-Çok çocuklu aileleri ve bunların uyumlu, güvenli, çekincesiz ve rahat hallerini özleyeceğim. 3 çocuğun vasat, 4 çocuğun gayet olağan olmasını özleyeceğim. 6 çocukla benden rahat mağaza gezen anneleri özleyeceğim. Üstelik bu sadece İskoçya’ya ait bir durum da değil. İngiltere kısmında otelde kaldığımızda İngiliz ailelerinde de gördüm benzer durumu. Bir sürü çocukla geziyorlar öyle, yaşları birbirine yakın boy boy çocukla. İçim giderek bakıyorum, ben de çok kalabalık bir aileden geliyorum ve çok seviyorum kalabalığı.
Oysa bizim zihnimize nasıl kazındı hatırlayın, çok çocuk: A-aa ne cehalet, ne gericilik! Doğulular kınanırdı bu yüzden hep. Şimdi son birkaç yıldır Angelina Jolie ile başlayan Hollywood akımı ve bizim de her zamanki özentiliğimizle yeniden barışıyoruz çok çocuk sevdasıyla. Hatırlıyorum bizim 6 çocuklu akrabalarımız İstanbul’a taşındıklarında İstanbul’da yaşayan şehirli akrabalarımız tembihlerlerdi boyuna, aman ha sakın hep beraber balkona çıkmayın, bir sürü kafa gözükmeyin, aman rezil olmayalım, diye. Kimi, çocuklarıyla beraber topluca otobüse bile binemezdi ayıp diye. Çocukların içine işledi sonra o duygu ve bir süre sonra onlar da gezmeye yanaşmazlardı maaile.
Asıl cehalet utanmak ve utandırılmakmış da sorgulamayı düşünememişiz sadece.
-Kesinlikle Çocuk Dostu olan bu ülkede yaşamayı özleyeceğim. Her yerde çocukların düşünülmesini; misalen müze geziyorsunuz, ya da tarihi yerler, bir bakıyorsunuz odalardan birinde çocuk aktiviteleri çıkıyor karşınıza; eğlenceli zihin oyunları ya da daha küçükler için fiziksel aktivite imkanı, restoranlarda çocuk menüsü illa ki var ve  hiçbirşey yoksa menülerin arkasında çocuklar için aktiviteler var; bulmaca, boyama ve kutu boya getirip çocukları oyalıyorlar, zaten var olan birçok yeri es geçiyorum; bilimden hiç hazzetmeyen çocukların bile iştahla gittiği Bilim Merkezi, uyduruk GP denilen Aile Hekimliği biriminde bile masalara konmuş oyalayıcı aktiviteler, kısaca var da var…
-Her yörenin (köy, kasaba, semt) içinde yer alan halkın kullanımına açık büyük salonları özleyeceğim. Misalen köylerin Village Hall, bizim burda Lenzie Hall dedikleri salonları var. Epeyce büyük. Burada dileyen dilediği aktiviteyi yapabiliyor. Doğumgünü, kutlama, tören ya da çay partileri vesaire.
-Gene her birimde yer alan Scout denen izci birimlerini ve bunlara erişmenin kolaylığını özleyeceğim. Bizim buradakinde devasa bir salon var ve içinde çocuklar için de aktiviteler var. Selim haftada bir kez karma spor yapılan birine gidiyordu ve çok keyif alıyordu. Ama büyükler için hele gruplar halinde yurt içi, yurt dışı kampları, doğa turları, haftasonu buluşmaları, kahve ve müzik içeren halka açık davetleri vesaireler var.
-Belediyelerin aktiviteleri. Gene her semtte devasa bir spor salonu var. İçinde türlü sporların ve derslerin yapıldığı. Çok cüzi bir miktara girilen kocaman havuzlar var. Yoga, pilates, dans, karate ve neredeyse ne ararsanız var. Yeter ki kendinizi ve çocuğunuzu atabilin buraya (Burada benim için araba kullanamamak büyük sorun işte)
-Buraya gelmeden önceki ve ondan önceki yıllarda çocuklarım şiddetle hastalanırdı. 3 ay aralıksız antibiyotik ve astım için için nebüller kullandıkları olurdu. Ve daha ne ilaçlar. Burada ise sonsuz şükürler olsun ki çocuklar sadece bizim çocukluğumuzdaki gibi birkaç günlük ateş ve ateş düşürücü ile atlattılar hastalığı.  Ben ilk hastalandıklarında panikle dayamıştım nebülleri azmasın hastalıkları diye (ki öyle oluyordu normalde) sonra baktım salya sümük atlatıyorlar gene sonsuz şükürler olsun ve maşallah diyeyim:) Bu konuyu düşününce ayaklarım geri geri gidiyor ya neyse…
-Alarm sistemlerini ve bunların olmayışının kabul edilemezliği. En ilgimi çeken; şöminenin yanında duran Karbonmonoksit gazı alarmı. Ne kıymetli demiştim canları ilk gördüğümde ve bizde her yıl hala sobadan zehirlenen insanları düşününce ve bu basit alarmı:( herhalde birkaç kuruşluk bir malzemedir üstelik. Ama mesele birkaç kuruştan öte derin ve detaylı düşünebilme sistemininin yerleşmesinde.
Önceki gün eşime diyorum ki; gitmeden üstümüzdeki şu yüzlerce bozuk paradan da kurtulalım. Bankaya mı götürüp bütün para alıyoruz, nasıl oluyor acaba diyorum, eşim de marketlerde bunu yapan makinalar var deyince; hadi ya, bunu da mı düşünmüşler dedim içim sızlayarak. İçim sızlıyor çünkü kıyas ediyorum benim güzel ve yalnız ülkemle sık sık, layık değil miyiz ki diye üzülüyorum, bir de bu ince düşünce sistemini terketmek kısmı doğuyor, düşüncelere dalıyorum. İşte böylesi yaşamı kolay kılan ve insana değerlisin cümlesinin sık sık hissettirildiği detaylar çok var. 
.
Copella Apple &Elderflower delianne
.
Bir de;
-Leche denen meyveli karışımları, Elderflower’lı meyve sularını özleyeceğim.
-Enfes tuzlu İskoç tereyağlarını, bu ülkenin vazgeçilmezi olan çorba-ekmek-tereyağ karmasını ve yağmurla havada bir cafeye sığınıp bunlarla ısınmayı özleyeceğim. 
-Çilek Tarlalarını ve buralardan gidip keyfimizce çilek, böğürtlen, yabanmersini vesaire toplamayı ancak bunun bile konfor içinde yapılmasını özleyeceğim. Ve elbette buraların ferah, temiz mekanlarını.
.
apple, blueberry, rasberry delianne
-Tek kullanımlık, kolaylık abidesi mangallarını ve bunlara her yerden erişim kolaylığını özleyeceğim.
-Bunca yeşile ve ağaca rağmen, hala dağın taşın ağaçlandırılıyor olmasını ve ağaca duyulan önemi çok özleyeceğim.
-Sınırsız ve hızlı 3G bağlantısını çok özleyeceğim.
-Apple mağazalarını ve bunun yansımasını özleyeceğim. Örneğin eşimin telefonu düştü ve camı kırıldı, biz tamir diye beklerken 150 Pound’a sıfırını teslim ettiler. Harikaydı! Ama aynı işlem Türkiye’de yapılamıyormuş zira Apple mağazası yokmuş (olmaması da çok ayıp ayrıca, herhalde en çok Iphone kullanan ülkelerden biriyiz)

.
Apple Store Glasgow Delianne.
Süregidiyor bu güzellikler. Ancak… Bu işin bir de aksi yönünde olanlar var. Aslında olumsuzluklardan bahsetmek normal hayatımda istediğim birşey değil. Ancak işin realite boyutu var ve gerçeklik dengesinin sağlanması için olumsuzluklardan da bahsetmek şart. Kendimi de, okuyan birini de yanıltmak istemiyorum.  Zira hala birçok insan sağlanan konfor ve ileri yaşam koşulları sebebiyle gelişmiş ülkelerde yaşamı cennet gibi zannediyor. Değil, kesinlikle değil!
Şunu da düşünmekİngiltere diğer Avrupa ülkelerine göre çooook daha rahat ve özgür bir ülke. Çok kültürlü karmasıyla, her bireyin kültürünü, dinini, her türlü yaşam biçimini rahatlıkla yaşaması, gerçek demokrasi ve gerçek eşitlik (gene Cüneyt Özdemir’in dediği gibi; kraliçe geçiyor, sıradan bir jeep içinde, kortej yok, kırmızı ışıkta duruyor arabası mesela, ya da burada yaşadığımız; bir İskoç milletvekili bir yeri resmi ziyarete gidiyor ve trenle seyahat ediyor mesela) diğer kültürlere saygı (hem kişisel, hem devlet politikası olarak) bakımından başta Londra olmak üzere, tüm İngiltere uyumla yaşamayı doğallıkla beceriyor olmaktan sebep ilk sırada yer alır. Hem bu yüzden, hem de çok kısa süre burada yaşamış olmaktan ötürü benim bahsedeceğim olumsuzluklar ırkçılık, hoşgörüsüzlük vesairenin çok altında kalan minik şeyler.
Her neyse, Allah özletmesin dediğim kısma gelince;
-Sağdan akan trafik. Hiç özlemeyeceğim seni. Kabusum oldu benim bu trafik. Normalde yayayken bile yönümü tayin etmekten aciz olan ve defalarca ezilme tehlikesi geçiren ben arabayı kullanmaya geçemedim bir türlü. Sırf ben rahat kullanabileyim diye otomatik vitesli araba aldık, üstelik burada bu türden arabalar az bulunuyor ve kendisi de, bakımı da ekstra pahalı, ancak ben bir iki deneme dışında kullanamadım hiç arabayı. İ. ise hiç anlamadı beni. Kapışmalarımızın en büyük kaynağı oldu bu mevzu. Buradan gitme sebeplerimin başında geliyor bu konu desem sanırım anlatabilirim derdimi.
Birkaç ay önce Kanada’ya yerleşme ihtimali doğmuştu. Ben hiç düşünmeden hadi gidelim demiştim, en büyük sebebi sağ trafik kabusundan kurtulmaktı ve ciddiydim. Zaten okulları da daha iyiymiş ve karma bir ülke olduğu için ırkçı yaklaşım da pek yokmuş.
-Rusya’ya gittiğimizde eşyalı evlerde dahi bulaşık makinasının olmamasını kabul edilebilir bulmuştuk. İçinden çıktıkları rejim buna uygun düşüyordu. Lüks ve konfor hayatlarında olmayabilir diyorduk. İngiltere’ye geldiğimizde ise evler gene genellikle bulaşık makinasızdı. İşte buna şaşırmıştık. Nasıl olur da bunca konforlu memlekette bir bulaşık makinası konforu sık bulunmaz diyorduk. Nitekim buzdolapları da küçücük. Sonradan anladım ki; evlerde yemek pişmediği için, genelde hazır gıda tüketildiği ve restoranlarda yemek yenildiği için ihtiyaç duyulmuyormuş bu alete. Buzdolapları da bir nevi soğuk içecek deposu görevi görüyormuş. Öyle bizimki gibi tencere yemeği yapayım dolabıma koyayım derseniz elinizde tencerenizle kalakalıyorsunuz. Biz İstanbul’da gardırop tipi mis gibi dolabımızı bırakıp burada otel barı edasında buzdolabına kalınca epeyce moralimiz bozulmuştu. Evet özlemeyeceğim buranın kıytırık beyaz eşyalarını.
-Mutfakta yer alan çamaşır makinası, hiç sevmedim onu. Gürültüsünü çekmeyi de. Ondan sebep bulaşık makinası yerinin olmamasını da.
-Buralarda fırın, pastane diye birşey yok. Hatırlıyorum da Rusya’da da yoktu. Pek çok kişinin bildiği gibi burada çiçekçi de yok, eczanelerde bildiğimiz gibi değil ve herşey market içinde kendine ait reyonlarda bulunuyor. Öyle gideyim fırından sıcak ekmeğimi alayım, nerdeeee?
-Buranın berbat, hantal sağlık sistemini özlemeyeceğim. GP diye aile hekimi kıvamında bir birim var. Bir şikayetiniz varsa buraya gitmek zorundasınız önce. GP uygun görürse sizi hastaneye sevk ediyor, ki genellikle uygun görmüyor ve hastalığınız basit olarak adlandırılıyor. Ama ciddi bir hastalıksa sözkonusu olan o zaman gerekli yönlendirmeleri yapıyorlar. Misalen benim böbrek sorunumda yönlendirdiler. Ancak bu hemen olmuyor asla. GP hastaneye gönderiyor bilgilerinizi en az 15 gün, en çok 2-3 ay sonra evinize randevu bilgilerinizi içeren mektup geliyor ve ancak öyle gidebiliyorsunuz hastaneye. Üstelik özel sigortanız olsa bile bu berbat prosedürü takip etmek zorundasınız. Kalkıp hastaneye gideyim diye birşey her türlü yok!
-Dışarda yemek yiyemiyor olmak çok ciddi bir sıkıntı. Başta sanıyorsunuz ki domuz eti yemeyince oluyor. Ama iş o kadar basit değil. Kızartmaların çoğu domuz yağında yapılıyormuş meğerse. Fish & Chips denenlerin hemen hepsi öyleymiş. Hatta türk işletmeciler bile böyle yapıyormuş zira o yağ en ucuzuymuş. Gidip helal olanı isteseniz, ayrı pişiren oluyor ama bu da kolay bulunmuyor. Sonra yağ tüketebileceğimiz bir yağ olsa bile domuz etli ürünle, diğer ürünler aynı yerde pişirilebiliyormuş. (Hoş Türkiye’de  geçenlerde 5 yıldızlı bir otelin (üstelik iftar menüsü de var) bunu uyguladığı saptanmıştı). Onu da geçiyorum helal kesim de olmuyor. Velhasıl et ve et ürünleri, kızartma yemek olası değil. Olsa olsa vejeteryan menü kalıyor yiyebileceğimiz. Ve de sopsoğuk, keyifsiz sandviçler.
-Cüneyt Özdemir’in dediği gibi İngiltere soğuk sandviç cenneti. Her yer bunlarla dolu. Bir öğün dandik bir sandviçle geçiştiriliyor mesela. Üstelik içine sos adına ne varsa dayıyorlar ve dişimizin kovuğunu doldurmayan sandviçler devasa kalori içeriyor bu yüzden.
-Marketlerde alınacak ürünün içeriğini didiklemek çok yorucu. Öyle ki bazen okumaktan kaçındığım için almaktan vazgeçiyorum. Bir de içeriğini okudunuz diyelim onunla da bitmiyor, katkı maddeleri, mesela E471 denen şey çoğunlukla domuz yağı içeriyormuş, bu yüzden tüketemiyoruz biz. Çikolataların birçoğunda var bu madde. Hazır gıdada daha doğrusu.
-Yetişkinler bunu idare edebilir ama çocuklar için çok zor bu yiyecek mevzusu. Markette: şunu alayım mı anne? ı ıh, bu? o da olmaz, ya bu? aaa o da olmuyor deyip herşeyi bırakıyorlar üzgün üzgün. Sokakta arkadaşları birşey ikram etse yiyemiyorlar. Neyse ki alıştı diğer çocuklar etiketlerini söküp bana getiriyorlar içeriğini okuyayım diye. Ve neyse ki buralarda yiyecek hassasiyetine verilen bir önem var.
Okulda da sorun oluyor bu konu. Selim’e tembihliyordum, evden yemek de götürüyordu tamam ama neticede çocuk ve gördüğüne iştahı kabarıyor. Jöleli, jelibon, haribo gibi şekerleme ve tatlılarda, pastalarda Jelatin var mesela, ben başta sanıyordum ki Pork Gelatine dese almam diğerleri sorunsuz ama sonradan uzun yıllar yurtdışında yaşayan arkadaşlarımızdan öğrendim ki; Gelatine dediklerinde bu Pork Gelatine (domuz jelatini) anlamına geliyormuş çoğunlukla ancak Beef Gelatine dediğinde bizim tüketebileceğimiz oluyormuş. O da çok nadiren bulunuyor. En iyisi herşeyi helal marketlerden almak velhasıl.
-Burada randevusuz hiç ama hiçbirşey yapamıyorsunuz. İster polise, ister doktora, ister acile, ister en adi restorana gidin, randevunuz yoksa kalakalıyorsunuz öylece ortada. Planlı insanlar İngilizler ve İskoçlar bu bazen iyi birşey, hem de alışkınlar bu sisteme ama bizim gibi tezcanlılar ve son dakikacılar için bu durum kabus olabiliyor:)
-Sanırsınız alan sorunu var memlekette yol şeritleri bizimkilerden dar, devasa park yerleri var ancak her bir araba başına düşen yer gene çok dar, üstelik epeyce iri cüsseli bu insanların oraya nasıl sığdıkları da ayrı bir mevzu. Neyse ki çocuklu aileler için ayırdıkları geniş park yerleri var ama burada aileler de genellikle çok çocuklu olduğundan oralarda yer bulmak da kolay değil.
 -Üstelik bu daracık şeritlerde hızını asla kesmeyen, üstünüze üstünüze hızla gelen çift katlı otobüsler var. Ben neredeyse her seferde gözlerimi kapıyorum onları görünce. 
-Eğitim sistemleri: bu konuyu merak edenler eski yazıları okuyabilir. Çok disiplinli işleyen bir sistemleri var. Ve hiç de övüldüğü gibi harika işleyen bir sistem yok burada. Sadece yıllar yıllar önce tutmuş bir sistemi, mümkünse hiç değiştirmeden (ki pek çok konuda değişiklikten hiç hazzetmediklerini gördüm bu insanların, birşey yürüyorsa üstüne ekleme yapmayı çok lüzumsuz görüyorlar) kullanıyorlar. Esneklik göstermemek için büyük direnç uyguluyorlar.
Ama şunun da hakkını vermek gerek; bir sorun  olduğunda resmi makamların pedagog ve psikologları evinize kadar geliyor kendiliğinden.
-Kışın karanlık gündüzleri… Aslında o zamanın içindeyken çok takılmadım buna ama neden bilmem şimdi o günleri düşününce sıkılıyorum. Sanırım en çok İ. iş gezisine gittiğinde ve gündüz 15:30 gibi  hava karardığında yalnız kalmaktan korktuğum zamanlar işlemiş içime.
-Burada Hizmet sektörü ber-bat!
Şöyle söyleyeyim; bizim komşu bahçe duvarı yaptırdı; en: 2,5 metre, boy en fazla 1 metre. Bu duvarı bizim işçilerin eline versek; aynı gün (iyi kötü:)) bitirir değil mi, burada bu iş 15 günü geçti. Her gün gelip neredeyse bir tuğla dikip gittiler… İ. ile diyoruz bu insanların Türkleri Avrupa Birliği’ne neden istemedikleri anlaşılıyor, zira bir girse bizim işçiler Avrupa’ya gıdım iş vermez kimse başkasına.
Evimizin anahtarını çoğaltalım dedik. Yeni anahtarı 3 defa gidip değiştirmemiz gerekti zira anahtarcı bir türlü doğru şekilde yapamadı ve hala arızalı 2.yedekler. Pes ettik anlayacağınız.
İ. nin saatinin pili bitti. Uğraşmayayım firmasıyla saatçiye götüreyim dedi mundar oldu saat. O günden beri tekliyor saat, su alıyor vesaire.
-Hizmet sektörünün zayıflığının en büyük emaresi: Burada harika yerler, harika parklar, çayırlar, göl kenarları, harika alanlar var. Ve bu alanlarda cafeler, restoranlar, tea room denen yerler var. Giriyorsunuz bir heves içine, amanın o da ne: tam takır kuru bakır! En fazla bulacağınız gene o sevimsiz soğuk sandviçler, bir iki kuru kek belki vesaire. Bir gözlemeci bile olsa yeter ama nerde?! Sıcakla, pişirmeyle pek yakınlıkları yok, soğuk şeyler çok revaçta ve bence çok sıkıcı bu.
Rusya’da bile çok daha iyiydi durum. PArklarda küçük büfeler olurdu; orada blin denen bayıldığım Rus kreplerinden olurdu, içine her türlü şeyi koydukları ya da çiğ börek gibi börekler vesaire.. Bir de limonlu bergamotlu çay ne güzeldi (Daldım)
-Daha önce de söylemiştim; İngiliz Yemek Kültürü diye birşey yok. Ha keza İskoç da. İnanılmaz sağlıksız besleniyorlar. Mesela ellerinde tuttukları hazır patates kızartması ile geze geze ayakta öğün geçirebiliyorlar.
-Galoşlu ve ibrikli hayat diyorum anlayan anlar!
-Edinburgh harika, Bizim mahalle harika ama Selim’i merkezdeki Waldorf okuluna götürdüğüm bir haftalık sürede gördüm ki Glasgow’un içlerinde çok berbat yerler var. Sokaklar pis, evsizler ve dilenciler sayıları az da olsa var… Zaten o zamandan beridir buralardan gitmeye meylim var:)
-İngiltere’de çok yüksek vergiler var. Mesela ev kiralıyorsunuz diyelim, 800 Pound, hepsi bu kadar değil. Bunun üstüne aşağı yukarı 200 Pound da Council Tax denen bir belediye vergisi ödüyorsunuz. (Bu verginin içinde su faturası var) Faturalar çok. Miktarlar çok yüksek. Enerji zaten pahalı burada. Doğalgaz, elektrik vesaire. Benzin de pahalı. Hasılı Birleşik Krallık pahalı bir ülke. İskoçya, İngiltere kısmına göre ucuz bir de.
-Youtube, Facebook, Twitter reklamları korkunç boyutta burada.
-Okul servisi diye birşey yok. Benim gibi araba kullanmaktan yoksun biri için tam bir kabus. Üstelik havası da bol yağışlı. Servis ancak okula bilmem kaç mil uzaktaysanız temin ediliyor. Bu da çok olağan değil zira hemen her yerde birkaç okul var. Çocuğu okula aile götürüyor. Üstelik biri okul öncesi, biri ilkokul öğrencisi çocuğunuz varsa; okul öncesi yarım gün (9-13 ya da 13-15 arasında gidebiliyor okula), ilkokul yarıdan az fazla gün (9:00-15:00) gittiğinden siz günde 4 sefer düzenliyorsunuz okula ya da okullara, hasılı iş yapamıyorsunuz götür getirden başka. Buradaki annelerin temizliğe, ev işine, yemeğe zaman ayırmaması anlaşılır birşey hani:) Ya da çocuklar için biriyle anlaşmaları. Oysa bizde sultan gibi anneler değil mi, çocuğu servise bindir, servisten al, ay buna bile laf ediyoruz bazen. Ki benim de etmişliğim var.
-Ne yaparsan yap yabancı olma hissi. Bunu anlatması zor, yaşayan bilir. Başlarda iyi ve heyecanlı ama sonra ara sıra o yabancılık hüzün veriyor.
-Dil konusu zor! Hele benim gibi sıkılgan tipler için. Oysa Kerim gibi çekincesizce, dilin altını üstüne getirerek konuşmak gerek ki açılsın dil. Ama nerde bende o rahatlık:)
-Hani hayır diyebilmeleri ve birşey önerdiğinizde kesin cevap vermeleri güzel demiştim ya ilk yazıda onun bir de şu yönü var. Hayır demeleri kabalık boyutuna ulaşabiliyor mesela. Bir kere bu insanlarda bizdeki gibi hatır diye birşey yok. Kuralları var ve bunları siz kim olursanız olun esnetmiyorlar. (İstisnalar vardır elbet misalen komşumuz Peter Amca, Ann Teyze ama gene söylüyorum özellikle orta yaşlıları çok nemrut olabiliyor) (Üstelik İskoçlar İngilizlere ve Avrupalılara göre çok daha rahat ve esnek bulunuyorlar, mesela Almanlar için çok daha beter hikayeler var.)
Karşımızda birkaç aile var, çocukları olan. Özellikle bir anneden başlayarak dikkat ettim. Çocuğu herkesin bahçesine giriyor, ama kimse onların bahçesine giremiyor. Kadın kesinlikle izin vermiyor ve çocuk bu kuralı delmeyi aklından geçirmiyor. O derece kuralcılar. Normalde bize gelse biri kovamayız asla, hele tanışıyorsak değil mi, burada öyle birşey yok, seninle ahbap da olsa, o bahçeye girmeye izin vermiyorsa hayır der rahatça.
-İskoçlar ırkçı değil, insancıl diyoruz ama hepsi değil. Üstelik bizim buralar yabancıya da alışık değil hepten yabaniler. Çocukların çocuklarımla kaynaşması öyle uzun zaman aldı ki. Ancak hala ve hala, birinin bahçesinde toplandığında, tüm çocukları bahçeye alıp bizimkilere -siz gelemezsiniz- diyenler var. O çocuklar bizim bahçemize geliyor ama ve anne demiyor ki, madem biz onları bahçemize almıyoruz, sen de onlarınkine gitme. Üstelik biz başta çocuklar bahçelerine almıyor sanıyorduk sonradan sorduk, annelerimiz izin vermiyor diyorlar. Diyorum ya, hatır yok pek, hayır diyecekleri varsa, her ne sebepten bunu yapıyorlarsa illa ki uyguluyorlar. Kabalık yapmaktan çekinmiyorlar. Hatta bence bazen kazmalık boyutuna varıyorlar. Bizim mahallede bir tek çocuklu aile var, sıcak, tatlı ve insan gibi olan. Diğer 3-5 aile de bir tuhaf. Neyse ki son günlerde Meksikalı bir aile geldi, iki de kızları var, onlar benziyor bize :)
-Çocuklar çok edepsiz. Üstelik burası elit bir muhit sözde, şehrin diğer kesimlerini düşünemiyorum bile. Selim’in ve Kerim’in o çocuklardan öğrenip de evde tekrar ettikleri sözleri, hareketleri, hikayeleri yazamayacağım buraya ama şu kadarını söyleyeyim ki, gitmek istememin en büyük sebeplerinden biri de bu. Üstelik Selim arkadaşlık için feda ediyor birçok şeyi hele bunca açlıktan sonra, (ki fıtratında da var bu hal ve beni korkutan da bu) bu kez de onlara uymak için ekstra çaba sarfediyor, çok gerekliymiş gibi bu terbiyesizlikleri öğrenmeye çalışıyor. 
-Çocukların bazı davranışları iyi mi, kötü mü bilmiyorum, bazen ayy çok pisler diyorum ama düşünüyorum tam da sokak çocuğu kıvamındalar ve bizden daha dinç, daha sağlıklı ve daha atikler. Misalen sokakta çikolata yiyor çocuk, eline bulaşıyor, temizlemek için gidip sokaktaki çamurlu bir gölette elini yıkıyor, yahut tükürüğüyle temizleyip üstüne siliyor ve oluyor:)
-Çocukların tek bildiği futbol! Bizdeki gibi geri ve fanatikler bu konuda. Selim Türkiye’de de yalnızdı bu konuda, burada da. İlk geldiğimizde bilim, araştırma kitaplarını sokağa çıkaran çocuk, şimdi onlara uyum sağlamak adına zorla futbolu sevmeye çalışıyor. Hiç bilmediği isimleri öğrenmeye çalışıyor, krampon aldırıyor, forma vesaire. İlgisi olsa sorun olmazdı elbette bu, ama sırf gruba dahil olmak için yapması üzücü geliyor:(
Benim anlamadığım bu çocuklar bunca kaba saba, bunca kültürden uzak hallerde, bunca bilgisiz iken nasıl oluyor da birden -centilmen- diye anılan bir toplumun üyesi oluyorlar, ne zaman, ne değiştiriyor onları, sonra bu cehaletle ve okullardaki katı sistemle nasıl oluyor da dünyayı yönetecek pozisyona geliyorlar, özgüvenli oluyorlar. Ya da eskiden mi işliyordu bu sistem, ben şu anki çocuklarda bu pırıltıdan eser görmedim. Tek gördüğüm, çocukların hiç çekingenlik göstermediği. Tüm mesele bu mu bilmiyorum.
-Çok kuralcılar. Akşam 6′da yemek yenir, küçükler 7′de, az büyükler 8′de yatar. Yazın azıcık daha esneklik var. Bu bazen iyi sayılabilir ama doğrusu bana göre değil! Buna rağmen bizim çocuklar o çocuklarla birlikte olunca, onlarla sokağa girip, onlarla sokağa çıkınca bizi bile bu ayara soktular nerdeyse.
-Taneyle satılan sebzeler var. Misalen patlıcanın tanesi 3 pound. Yani 9 Lira. Salatalıklar bizimkinin 3 katı ve özel naylon poşetine sarılı satılıyor. Pek çok şey Amerika’daki gibi zaten. Salatalık gibi, devasa sütler var. Sütlerin tadı da neden bilmem gene Amerika’daki gibi farklı.
 -Ve ta taaaam! Geçen gün bahçede gördüm onu: kabusum Fare! Gitmek konusunda kıvrandığım bir günde onu bahçede salına salına yürür görünce hem-men fikrimi değiştirdim ve kesinlikle Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Sanırım bu en büyük işaretti bana. Üstelik bahçeli ev hayalimi de erteleyeceğim. Öyle dubleks felan da istemiyorum. Zira evde yalnız olunca üst kattan alt kata inemez oluyorum. Gündüz herşey güzel ama gece kabus oluyor. Ben kendime etrafı güvenlikli bir apartman dairesi tutayım, mümkünse site, çocuklarımı da bahçesine salayım, yani inşaallah, bir de mümkünse yeşile yakın olayım vesaire…
İşte böyle…

Hiç yorum yok: