Aslında
gitmek üzere olmasam ve bu mevsim burada cennetimsi bir havada geçiyor
olmasa; benim için harika olan sıcak ama kavurmayan tatlı güneş ve yüzü
naifçe okşayan hafif serin bir rüzgar olmasa, özleyeceklerim kısmı
azalır ve özlemeyeceklerim kısmı kabarırdı mutlaka. Ama neyleyim ki,
mevsim enfes geçiyor burada, hele ki geçen yaza oranla. Benim gibi
kavurucu sıcakta derhal hastalıklı ve nevrotik hal alan birine şifa buranın havası zira. Hiç terletmeyen, yormayan eşsiz bir hava, eşsiz bir mevsim. Şehirde, açık havada, çayırda, bahçede, sokakta olmak keyif veriyor. Bu yüzden İskoçya aşkım kabarık şu anda ve sanırım gitmenin de tesiriyle torpil geçiyorum bu tarafa şu anda. Bir türlü Özleyeceklerim kısmını bitiremiyorum mesela.
.
.
-Bu
senenin tatlı yazını özleyeceğim. Dediğim gibi sıcak ve kavurucu hava
hasta eder beni gerçekten. Terlemek kabusumdur benim. Zaten gözümde ve
cildimde güneş alerjisi de var, bunların da etkisiyle çok agresif,
gergin, mutsuz olurum sıcak havalarda ve bir şekilde duş, klima vesaire
ile serinlemezsem zararsız bir kadının vahşi bir hayvana dönüşmesine
şahit olabilirsiniz kolaylıkla. Mesela burada yaz kış parfüm kullanmak
mümkün, makyaj yapmak, yüze krem sürmek vesaire de. Ben sıcakta bunları
yapamam çünkü sıkıntım iki kat artar. Zaten yıllardır saçlarımı da
topluyorum ne ki değil boynuma, yüzüme bile tek tel düşüp de bana
sıkıntı vermesin diye. Bu yüzden burası bu haliyle büyük bir nimet benim
için.
-Her imkanın konforla insan ayağına getirilmesini, kimsenin hiçbirşeyden mahrum kalmamasını,-İnsana verilen kıymeti,
-Engellilerin,
yaşlıların toplum içinde olmalarını. Bunun için her türlü konforun
sağlanmış olmasını ve bu insanların rahatça dışarda vakit
geçirebilmesini özleyeceğim. Türlü türlü tekerlekli sandalye, ya da
minik motosiklet şeklinde vasıtalarla. Ve hatta bu vasıtaların
marketlerde de bulunmasını özleyeceğim.
-Çok
çocuklu aileleri ve bunların uyumlu, güvenli, çekincesiz ve rahat
hallerini özleyeceğim. 3 çocuğun vasat, 4 çocuğun gayet olağan olmasını
özleyeceğim. 6 çocukla benden rahat mağaza gezen anneleri özleyeceğim.
Üstelik bu sadece İskoçya’ya ait bir durum da değil. İngiltere kısmında
otelde kaldığımızda İngiliz ailelerinde de gördüm benzer durumu. Bir
sürü çocukla geziyorlar öyle, yaşları birbirine yakın boy boy çocukla.
İçim giderek bakıyorum, ben de çok kalabalık bir aileden geliyorum ve
çok seviyorum kalabalığı.
Oysa bizim
zihnimize nasıl kazındı hatırlayın, çok çocuk: A-aa ne cehalet, ne
gericilik! Doğulular kınanırdı bu yüzden hep. Şimdi son birkaç yıldır
Angelina Jolie ile başlayan Hollywood akımı ve bizim de her zamanki
özentiliğimizle yeniden barışıyoruz çok çocuk sevdasıyla. Hatırlıyorum
bizim 6 çocuklu akrabalarımız İstanbul’a taşındıklarında İstanbul’da
yaşayan şehirli akrabalarımız tembihlerlerdi boyuna, aman ha sakın hep
beraber balkona çıkmayın, bir sürü kafa gözükmeyin, aman rezil
olmayalım, diye. Kimi, çocuklarıyla beraber topluca otobüse bile
binemezdi ayıp diye. Çocukların içine işledi sonra o duygu ve bir süre
sonra onlar da gezmeye yanaşmazlardı maaile.
Asıl cehalet utanmak ve utandırılmakmış da sorgulamayı düşünememişiz sadece.
-Kesinlikle
Çocuk Dostu olan bu ülkede yaşamayı özleyeceğim. Her yerde çocukların
düşünülmesini; misalen müze geziyorsunuz, ya da tarihi yerler, bir
bakıyorsunuz odalardan birinde çocuk aktiviteleri çıkıyor karşınıza;
eğlenceli zihin oyunları ya da daha küçükler için fiziksel aktivite
imkanı, restoranlarda çocuk menüsü illa ki var ve hiçbirşey yoksa
menülerin arkasında çocuklar için aktiviteler var; bulmaca, boyama ve
kutu boya getirip çocukları oyalıyorlar, zaten var olan birçok yeri es
geçiyorum; bilimden hiç hazzetmeyen çocukların bile iştahla gittiği
Bilim Merkezi, uyduruk GP denilen Aile Hekimliği biriminde bile masalara
konmuş oyalayıcı aktiviteler, kısaca var da var…
-Her
yörenin (köy, kasaba, semt) içinde yer alan halkın kullanımına açık
büyük salonları özleyeceğim. Misalen köylerin Village Hall, bizim burda
Lenzie Hall dedikleri salonları var. Epeyce büyük. Burada dileyen
dilediği aktiviteyi yapabiliyor. Doğumgünü, kutlama, tören ya da çay
partileri vesaire.
-Gene her
birimde yer alan Scout denen izci birimlerini ve bunlara erişmenin
kolaylığını özleyeceğim. Bizim buradakinde devasa bir salon var ve
içinde çocuklar için de aktiviteler var. Selim haftada bir kez karma
spor yapılan birine gidiyordu ve çok keyif alıyordu. Ama büyükler için
hele gruplar halinde yurt içi, yurt dışı kampları, doğa turları,
haftasonu buluşmaları, kahve ve müzik içeren halka açık davetleri
vesaireler var.
-Belediyelerin
aktiviteleri. Gene her semtte devasa bir spor salonu var. İçinde türlü
sporların ve derslerin yapıldığı. Çok cüzi bir miktara girilen kocaman
havuzlar var. Yoga, pilates, dans, karate ve neredeyse ne ararsanız var.
Yeter ki kendinizi ve çocuğunuzu atabilin buraya (Burada benim için
araba kullanamamak büyük sorun işte)
-Buraya
gelmeden önceki ve ondan önceki yıllarda çocuklarım şiddetle
hastalanırdı. 3 ay aralıksız antibiyotik ve astım için için nebüller
kullandıkları olurdu. Ve daha ne ilaçlar. Burada ise sonsuz şükürler
olsun ki çocuklar sadece bizim çocukluğumuzdaki gibi birkaç günlük ateş
ve ateş düşürücü ile atlattılar hastalığı. Ben ilk hastalandıklarında
panikle dayamıştım nebülleri azmasın hastalıkları diye (ki öyle oluyordu
normalde) sonra baktım salya sümük atlatıyorlar gene sonsuz şükürler
olsun ve maşallah diyeyim:) Bu konuyu düşününce ayaklarım geri geri
gidiyor ya neyse…
-Alarm
sistemlerini ve bunların olmayışının kabul edilemezliği. En ilgimi
çeken; şöminenin yanında duran Karbonmonoksit gazı alarmı. Ne kıymetli
demiştim canları ilk gördüğümde ve bizde her yıl hala sobadan zehirlenen
insanları düşününce ve bu basit alarmı:( herhalde birkaç kuruşluk bir
malzemedir üstelik. Ama mesele birkaç kuruştan öte derin ve detaylı
düşünebilme sistemininin yerleşmesinde.
Önceki gün
eşime diyorum ki; gitmeden üstümüzdeki şu yüzlerce bozuk paradan da
kurtulalım. Bankaya mı götürüp bütün para alıyoruz, nasıl oluyor acaba
diyorum, eşim de marketlerde bunu yapan makinalar var deyince; hadi ya,
bunu da mı düşünmüşler dedim içim sızlayarak. İçim sızlıyor çünkü kıyas
ediyorum benim güzel ve yalnız ülkemle sık sık, layık değil miyiz ki
diye üzülüyorum, bir de bu ince düşünce sistemini terketmek kısmı
doğuyor, düşüncelere dalıyorum. İşte böylesi yaşamı kolay kılan ve
insana değerlisin cümlesinin sık sık hissettirildiği detaylar çok var.
.
.
Bir de;-Leche denen meyveli karışımları, Elderflower’lı meyve sularını özleyeceğim.
-Enfes tuzlu İskoç tereyağlarını, bu ülkenin vazgeçilmezi olan çorba-ekmek-tereyağ karmasını ve yağmurla havada bir cafeye sığınıp bunlarla ısınmayı özleyeceğim.
-Çilek Tarlalarını ve buralardan gidip keyfimizce çilek, böğürtlen, yabanmersini vesaire toplamayı ancak bunun bile konfor içinde yapılmasını özleyeceğim. Ve elbette buraların ferah, temiz mekanlarını.
.
-Tek kullanımlık, kolaylık abidesi mangallarını ve bunlara her yerden erişim kolaylığını özleyeceğim.
-Bunca yeşile ve ağaca rağmen, hala dağın taşın ağaçlandırılıyor olmasını ve ağaca duyulan önemi çok özleyeceğim.
-Sınırsız ve hızlı 3G bağlantısını çok özleyeceğim.
-Apple mağazalarını ve bunun yansımasını özleyeceğim. Örneğin eşimin telefonu düştü ve camı kırıldı, biz tamir diye beklerken 150 Pound’a sıfırını teslim ettiler. Harikaydı! Ama aynı işlem Türkiye’de yapılamıyormuş zira Apple mağazası yokmuş (olmaması da çok ayıp ayrıca, herhalde en çok Iphone kullanan ülkelerden biriyiz)
.
Süregidiyor
bu güzellikler. Ancak… Bu işin bir de aksi yönünde olanlar var. Aslında
olumsuzluklardan bahsetmek normal hayatımda istediğim birşey değil.
Ancak işin realite boyutu var ve gerçeklik dengesinin sağlanması için
olumsuzluklardan da bahsetmek şart. Kendimi de, okuyan birini de
yanıltmak istemiyorum. Zira hala birçok insan sağlanan konfor ve ileri
yaşam koşulları sebebiyle gelişmiş ülkelerde yaşamı cennet gibi
zannediyor. Değil, kesinlikle değil!
Şunu da
düşünmekİngiltere diğer Avrupa ülkelerine göre çooook daha rahat ve
özgür bir ülke. Çok kültürlü karmasıyla, her bireyin kültürünü, dinini,
her türlü yaşam biçimini rahatlıkla yaşaması, gerçek demokrasi ve gerçek
eşitlik (gene Cüneyt Özdemir’in dediği gibi; kraliçe geçiyor, sıradan
bir jeep içinde, kortej yok, kırmızı ışıkta duruyor arabası mesela, ya
da burada yaşadığımız; bir İskoç milletvekili bir yeri resmi ziyarete
gidiyor ve trenle seyahat ediyor mesela) diğer kültürlere saygı (hem
kişisel, hem devlet politikası olarak) bakımından başta Londra olmak
üzere, tüm İngiltere uyumla yaşamayı doğallıkla beceriyor olmaktan sebep
ilk sırada yer alır. Hem bu yüzden, hem de çok kısa süre burada yaşamış
olmaktan ötürü benim bahsedeceğim olumsuzluklar ırkçılık, hoşgörüsüzlük
vesairenin çok altında kalan minik şeyler.
Her neyse, Allah özletmesin dediğim kısma gelince;
-Sağdan
akan trafik. Hiç özlemeyeceğim seni. Kabusum oldu benim bu trafik.
Normalde yayayken bile yönümü tayin etmekten aciz olan ve defalarca
ezilme tehlikesi geçiren ben arabayı kullanmaya geçemedim bir türlü.
Sırf ben rahat kullanabileyim diye otomatik vitesli araba aldık, üstelik
burada bu türden arabalar az bulunuyor ve kendisi de, bakımı da ekstra
pahalı, ancak ben bir iki deneme dışında kullanamadım hiç arabayı. İ.
ise hiç anlamadı beni. Kapışmalarımızın en büyük kaynağı oldu bu mevzu. Buradan gitme sebeplerimin başında geliyor bu konu desem sanırım anlatabilirim derdimi.
Birkaç ay
önce Kanada’ya yerleşme ihtimali doğmuştu. Ben hiç düşünmeden hadi
gidelim demiştim, en büyük sebebi sağ trafik kabusundan kurtulmaktı ve
ciddiydim. Zaten okulları da daha iyiymiş ve karma bir ülke olduğu için
ırkçı yaklaşım da pek yokmuş.
-Rusya’ya
gittiğimizde eşyalı evlerde dahi bulaşık makinasının olmamasını kabul
edilebilir bulmuştuk. İçinden çıktıkları rejim buna uygun düşüyordu.
Lüks ve konfor hayatlarında olmayabilir diyorduk. İngiltere’ye
geldiğimizde ise evler gene genellikle bulaşık makinasızdı. İşte buna
şaşırmıştık. Nasıl olur da bunca konforlu memlekette bir bulaşık
makinası konforu sık bulunmaz diyorduk. Nitekim buzdolapları da küçücük.
Sonradan anladım ki; evlerde yemek pişmediği için, genelde hazır gıda
tüketildiği ve restoranlarda yemek yenildiği için ihtiyaç duyulmuyormuş
bu alete. Buzdolapları da bir nevi soğuk içecek deposu görevi
görüyormuş. Öyle bizimki gibi tencere yemeği yapayım dolabıma koyayım
derseniz elinizde tencerenizle kalakalıyorsunuz. Biz İstanbul’da
gardırop tipi mis gibi dolabımızı bırakıp burada otel barı edasında
buzdolabına kalınca epeyce moralimiz bozulmuştu. Evet özlemeyeceğim
buranın kıytırık beyaz eşyalarını.
-Mutfakta
yer alan çamaşır makinası, hiç sevmedim onu. Gürültüsünü çekmeyi de.
Ondan sebep bulaşık makinası yerinin olmamasını da.
-Buralarda
fırın, pastane diye birşey yok. Hatırlıyorum da Rusya’da da yoktu. Pek
çok kişinin bildiği gibi burada çiçekçi de yok, eczanelerde bildiğimiz
gibi değil ve herşey market içinde kendine ait reyonlarda bulunuyor.
Öyle gideyim fırından sıcak ekmeğimi alayım, nerdeeee?
-Buranın
berbat, hantal sağlık sistemini özlemeyeceğim. GP diye aile hekimi
kıvamında bir birim var. Bir şikayetiniz varsa buraya gitmek
zorundasınız önce. GP uygun görürse sizi hastaneye sevk ediyor, ki
genellikle uygun görmüyor ve hastalığınız basit olarak adlandırılıyor.
Ama ciddi bir hastalıksa sözkonusu olan o zaman gerekli yönlendirmeleri
yapıyorlar. Misalen benim böbrek sorunumda yönlendirdiler. Ancak bu
hemen olmuyor asla. GP hastaneye gönderiyor bilgilerinizi en az 15 gün,
en çok 2-3 ay sonra evinize randevu bilgilerinizi içeren mektup geliyor
ve ancak öyle gidebiliyorsunuz hastaneye. Üstelik özel sigortanız olsa
bile bu berbat prosedürü takip etmek zorundasınız. Kalkıp hastaneye
gideyim diye birşey her türlü yok!
-Dışarda
yemek yiyemiyor olmak çok ciddi bir sıkıntı. Başta sanıyorsunuz ki domuz
eti yemeyince oluyor. Ama iş o kadar basit değil. Kızartmaların çoğu
domuz yağında yapılıyormuş meğerse. Fish & Chips denenlerin hemen
hepsi öyleymiş. Hatta türk işletmeciler bile böyle yapıyormuş zira o yağ
en ucuzuymuş. Gidip helal olanı isteseniz, ayrı pişiren oluyor ama bu
da kolay bulunmuyor. Sonra yağ tüketebileceğimiz bir yağ olsa bile domuz
etli ürünle, diğer ürünler aynı yerde pişirilebiliyormuş. (Hoş
Türkiye’de geçenlerde 5 yıldızlı bir otelin (üstelik iftar menüsü de
var) bunu uyguladığı saptanmıştı). Onu da geçiyorum helal kesim de
olmuyor. Velhasıl et ve et ürünleri, kızartma yemek olası değil. Olsa
olsa vejeteryan menü kalıyor yiyebileceğimiz. Ve de sopsoğuk, keyifsiz
sandviçler.
-Cüneyt
Özdemir’in dediği gibi İngiltere soğuk sandviç cenneti. Her yer bunlarla
dolu. Bir öğün dandik bir sandviçle geçiştiriliyor mesela. Üstelik
içine sos adına ne varsa dayıyorlar ve dişimizin kovuğunu doldurmayan
sandviçler devasa kalori içeriyor bu yüzden.
-Marketlerde
alınacak ürünün içeriğini didiklemek çok yorucu. Öyle ki bazen
okumaktan kaçındığım için almaktan vazgeçiyorum. Bir de içeriğini
okudunuz diyelim onunla da bitmiyor, katkı maddeleri, mesela E471 denen
şey çoğunlukla domuz yağı içeriyormuş, bu yüzden tüketemiyoruz biz.
Çikolataların birçoğunda var bu madde. Hazır gıdada daha doğrusu.
-Yetişkinler
bunu idare edebilir ama çocuklar için çok zor bu yiyecek mevzusu.
Markette: şunu alayım mı anne? ı ıh, bu? o da olmaz, ya bu? aaa o da
olmuyor deyip herşeyi bırakıyorlar üzgün üzgün. Sokakta arkadaşları
birşey ikram etse yiyemiyorlar. Neyse ki alıştı diğer çocuklar
etiketlerini söküp bana getiriyorlar içeriğini okuyayım diye. Ve neyse
ki buralarda yiyecek hassasiyetine verilen bir önem var.
Okulda da
sorun oluyor bu konu. Selim’e tembihliyordum, evden yemek de götürüyordu
tamam ama neticede çocuk ve gördüğüne iştahı kabarıyor. Jöleli,
jelibon, haribo gibi şekerleme ve tatlılarda, pastalarda Jelatin var
mesela, ben başta sanıyordum ki Pork Gelatine dese almam diğerleri
sorunsuz ama sonradan uzun yıllar yurtdışında yaşayan arkadaşlarımızdan
öğrendim ki; Gelatine dediklerinde bu Pork Gelatine (domuz jelatini)
anlamına geliyormuş çoğunlukla ancak Beef Gelatine dediğinde bizim
tüketebileceğimiz oluyormuş. O da çok nadiren bulunuyor. En iyisi
herşeyi helal marketlerden almak velhasıl.
-Burada
randevusuz hiç ama hiçbirşey yapamıyorsunuz. İster polise, ister
doktora, ister acile, ister en adi restorana gidin, randevunuz yoksa
kalakalıyorsunuz öylece ortada. Planlı insanlar İngilizler ve İskoçlar
bu bazen iyi birşey, hem de alışkınlar bu sisteme ama bizim gibi
tezcanlılar ve son dakikacılar için bu durum kabus olabiliyor:)
-Sanırsınız
alan sorunu var memlekette yol şeritleri bizimkilerden dar, devasa park
yerleri var ancak her bir araba başına düşen yer gene çok dar, üstelik
epeyce iri cüsseli bu insanların oraya nasıl sığdıkları da ayrı bir
mevzu. Neyse ki çocuklu aileler için ayırdıkları geniş park yerleri var
ama burada aileler de genellikle çok çocuklu olduğundan oralarda yer
bulmak da kolay değil.
-Üstelik
bu daracık şeritlerde hızını asla kesmeyen, üstünüze üstünüze hızla
gelen çift katlı otobüsler var. Ben neredeyse her seferde gözlerimi
kapıyorum onları görünce.
-Eğitim
sistemleri: bu konuyu merak edenler eski yazıları okuyabilir. Çok
disiplinli işleyen bir sistemleri var. Ve hiç de övüldüğü gibi harika
işleyen bir sistem yok burada. Sadece yıllar yıllar önce tutmuş bir
sistemi, mümkünse hiç değiştirmeden (ki pek çok konuda değişiklikten hiç
hazzetmediklerini gördüm bu insanların, birşey yürüyorsa üstüne ekleme
yapmayı çok lüzumsuz görüyorlar) kullanıyorlar. Esneklik göstermemek
için büyük direnç uyguluyorlar.
Ama şunun
da hakkını vermek gerek; bir sorun olduğunda resmi makamların pedagog
ve psikologları evinize kadar geliyor kendiliğinden.
-Kışın
karanlık gündüzleri… Aslında o zamanın içindeyken çok takılmadım buna
ama neden bilmem şimdi o günleri düşününce sıkılıyorum. Sanırım en çok
İ. iş gezisine gittiğinde ve gündüz 15:30 gibi hava karardığında yalnız
kalmaktan korktuğum zamanlar işlemiş içime.
-Burada Hizmet sektörü ber-bat!
Şöyle
söyleyeyim; bizim komşu bahçe duvarı yaptırdı; en: 2,5 metre, boy en
fazla 1 metre. Bu duvarı bizim işçilerin eline versek; aynı gün (iyi
kötü:)) bitirir değil mi, burada bu iş 15 günü geçti. Her gün gelip
neredeyse bir tuğla dikip gittiler… İ. ile diyoruz bu insanların
Türkleri Avrupa Birliği’ne neden istemedikleri anlaşılıyor, zira bir
girse bizim işçiler Avrupa’ya gıdım iş vermez kimse başkasına.
Evimizin
anahtarını çoğaltalım dedik. Yeni anahtarı 3 defa gidip değiştirmemiz
gerekti zira anahtarcı bir türlü doğru şekilde yapamadı ve hala arızalı
2.yedekler. Pes ettik anlayacağınız.
İ. nin
saatinin pili bitti. Uğraşmayayım firmasıyla saatçiye götüreyim dedi
mundar oldu saat. O günden beri tekliyor saat, su alıyor vesaire.
-Hizmet
sektörünün zayıflığının en büyük emaresi: Burada harika yerler, harika
parklar, çayırlar, göl kenarları, harika alanlar var. Ve bu alanlarda
cafeler, restoranlar, tea room denen yerler var. Giriyorsunuz bir heves
içine, amanın o da ne: tam takır kuru bakır! En fazla bulacağınız gene o
sevimsiz soğuk sandviçler, bir iki kuru kek belki vesaire. Bir
gözlemeci bile olsa yeter ama nerde?! Sıcakla, pişirmeyle pek
yakınlıkları yok, soğuk şeyler çok revaçta ve bence çok sıkıcı bu.
Rusya’da
bile çok daha iyiydi durum. PArklarda küçük büfeler olurdu; orada blin
denen bayıldığım Rus kreplerinden olurdu, içine her türlü şeyi
koydukları ya da çiğ börek gibi börekler vesaire.. Bir de limonlu
bergamotlu çay ne güzeldi (Daldım)
-Daha önce
de söylemiştim; İngiliz Yemek Kültürü diye birşey yok. Ha keza İskoç
da. İnanılmaz sağlıksız besleniyorlar. Mesela ellerinde tuttukları hazır
patates kızartması ile geze geze ayakta öğün geçirebiliyorlar.
-Galoşlu ve ibrikli hayat diyorum anlayan anlar!
-Edinburgh
harika, Bizim mahalle harika ama Selim’i merkezdeki Waldorf okuluna
götürdüğüm bir haftalık sürede gördüm ki Glasgow’un içlerinde çok berbat
yerler var. Sokaklar pis, evsizler ve dilenciler sayıları az da olsa
var… Zaten o zamandan beridir buralardan gitmeye meylim var:)
-İngiltere’de
çok yüksek vergiler var. Mesela ev kiralıyorsunuz diyelim, 800 Pound,
hepsi bu kadar değil. Bunun üstüne aşağı yukarı 200 Pound da Council Tax
denen bir belediye vergisi ödüyorsunuz. (Bu verginin içinde su faturası
var) Faturalar çok. Miktarlar çok yüksek. Enerji zaten pahalı burada.
Doğalgaz, elektrik vesaire. Benzin de pahalı. Hasılı Birleşik Krallık
pahalı bir ülke. İskoçya, İngiltere kısmına göre ucuz bir de.
-Youtube, Facebook, Twitter reklamları korkunç boyutta burada.
-Okul
servisi diye birşey yok. Benim gibi araba kullanmaktan yoksun biri için
tam bir kabus. Üstelik havası da bol yağışlı. Servis ancak okula bilmem
kaç mil uzaktaysanız temin ediliyor. Bu da çok olağan değil zira hemen
her yerde birkaç okul var. Çocuğu okula aile götürüyor. Üstelik biri
okul öncesi, biri ilkokul öğrencisi çocuğunuz varsa; okul öncesi yarım
gün (9-13 ya da 13-15 arasında gidebiliyor okula), ilkokul yarıdan az
fazla gün (9:00-15:00) gittiğinden siz günde 4 sefer düzenliyorsunuz
okula ya da okullara, hasılı iş yapamıyorsunuz götür getirden başka.
Buradaki annelerin temizliğe, ev işine, yemeğe zaman ayırmaması
anlaşılır birşey hani:) Ya da çocuklar için biriyle anlaşmaları. Oysa
bizde sultan gibi anneler değil mi, çocuğu servise bindir, servisten al,
ay buna bile laf ediyoruz bazen. Ki benim de etmişliğim var.
-Ne
yaparsan yap yabancı olma hissi. Bunu anlatması zor, yaşayan bilir.
Başlarda iyi ve heyecanlı ama sonra ara sıra o yabancılık hüzün veriyor.
-Dil
konusu zor! Hele benim gibi sıkılgan tipler için. Oysa Kerim gibi
çekincesizce, dilin altını üstüne getirerek konuşmak gerek ki açılsın
dil. Ama nerde bende o rahatlık:)
-Hani
hayır diyebilmeleri ve birşey önerdiğinizde kesin cevap vermeleri güzel
demiştim ya ilk yazıda onun bir de şu yönü var. Hayır demeleri kabalık
boyutuna ulaşabiliyor mesela. Bir kere bu insanlarda bizdeki gibi hatır
diye birşey yok. Kuralları var ve bunları siz kim olursanız olun
esnetmiyorlar. (İstisnalar vardır elbet misalen komşumuz Peter Amca, Ann
Teyze ama gene söylüyorum özellikle orta yaşlıları çok nemrut
olabiliyor) (Üstelik İskoçlar İngilizlere ve Avrupalılara göre çok daha
rahat ve esnek bulunuyorlar, mesela Almanlar için çok daha beter
hikayeler var.)
Karşımızda
birkaç aile var, çocukları olan. Özellikle bir anneden başlayarak
dikkat ettim. Çocuğu herkesin bahçesine giriyor, ama kimse onların
bahçesine giremiyor. Kadın kesinlikle izin vermiyor ve çocuk bu kuralı
delmeyi aklından geçirmiyor. O derece kuralcılar. Normalde bize gelse
biri kovamayız asla, hele tanışıyorsak değil mi, burada öyle birşey yok,
seninle ahbap da olsa, o bahçeye girmeye izin vermiyorsa hayır der
rahatça.
-İskoçlar
ırkçı değil, insancıl diyoruz ama hepsi değil. Üstelik bizim buralar
yabancıya da alışık değil hepten yabaniler. Çocukların çocuklarımla
kaynaşması öyle uzun zaman aldı ki. Ancak hala ve hala, birinin
bahçesinde toplandığında, tüm çocukları bahçeye alıp bizimkilere -siz
gelemezsiniz- diyenler var. O çocuklar bizim bahçemize geliyor ama ve
anne demiyor ki, madem biz onları bahçemize almıyoruz, sen de
onlarınkine gitme. Üstelik biz başta çocuklar bahçelerine almıyor
sanıyorduk sonradan sorduk, annelerimiz izin vermiyor diyorlar. Diyorum
ya, hatır yok pek, hayır diyecekleri varsa, her ne sebepten bunu
yapıyorlarsa illa ki uyguluyorlar. Kabalık yapmaktan çekinmiyorlar.
Hatta bence bazen kazmalık boyutuna varıyorlar. Bizim mahallede bir tek
çocuklu aile var, sıcak, tatlı ve insan gibi olan. Diğer 3-5 aile de bir
tuhaf. Neyse ki son günlerde Meksikalı bir aile geldi, iki de kızları
var, onlar benziyor bize :)
-Çocuklar
çok edepsiz. Üstelik burası elit bir muhit sözde, şehrin diğer
kesimlerini düşünemiyorum bile. Selim’in ve Kerim’in o çocuklardan
öğrenip de evde tekrar ettikleri sözleri, hareketleri, hikayeleri
yazamayacağım buraya ama şu kadarını söyleyeyim ki, gitmek istememin en
büyük sebeplerinden biri de bu. Üstelik Selim arkadaşlık için feda
ediyor birçok şeyi hele bunca açlıktan sonra, (ki fıtratında da var bu
hal ve beni korkutan da bu) bu kez de onlara uymak için ekstra çaba
sarfediyor, çok gerekliymiş gibi bu terbiyesizlikleri öğrenmeye
çalışıyor.
-Çocukların
bazı davranışları iyi mi, kötü mü bilmiyorum, bazen ayy çok pisler
diyorum ama düşünüyorum tam da sokak çocuğu kıvamındalar ve bizden daha
dinç, daha sağlıklı ve daha atikler. Misalen sokakta çikolata yiyor
çocuk, eline bulaşıyor, temizlemek için gidip sokaktaki çamurlu bir
gölette elini yıkıyor, yahut tükürüğüyle temizleyip üstüne siliyor ve
oluyor:)
-Çocukların
tek bildiği futbol! Bizdeki gibi geri ve fanatikler bu konuda. Selim
Türkiye’de de yalnızdı bu konuda, burada da. İlk geldiğimizde bilim,
araştırma kitaplarını sokağa çıkaran çocuk, şimdi onlara uyum sağlamak
adına zorla futbolu sevmeye çalışıyor. Hiç bilmediği isimleri öğrenmeye
çalışıyor, krampon aldırıyor, forma vesaire. İlgisi olsa sorun olmazdı
elbette bu, ama sırf gruba dahil olmak için yapması üzücü geliyor:(
Benim
anlamadığım bu çocuklar bunca kaba saba, bunca kültürden uzak hallerde,
bunca bilgisiz iken nasıl oluyor da birden -centilmen- diye anılan bir
toplumun üyesi oluyorlar, ne zaman, ne değiştiriyor onları, sonra bu
cehaletle ve okullardaki katı sistemle nasıl oluyor da dünyayı yönetecek
pozisyona geliyorlar, özgüvenli oluyorlar. Ya da eskiden mi işliyordu
bu sistem, ben şu anki çocuklarda bu pırıltıdan eser görmedim. Tek
gördüğüm, çocukların hiç çekingenlik göstermediği. Tüm mesele bu mu
bilmiyorum.
-Çok
kuralcılar. Akşam 6′da yemek yenir, küçükler 7′de, az büyükler 8′de
yatar. Yazın azıcık daha esneklik var. Bu bazen iyi sayılabilir ama
doğrusu bana göre değil! Buna rağmen bizim çocuklar o çocuklarla
birlikte olunca, onlarla sokağa girip, onlarla sokağa çıkınca bizi bile
bu ayara soktular nerdeyse.
-Taneyle
satılan sebzeler var. Misalen patlıcanın tanesi 3 pound. Yani 9 Lira.
Salatalıklar bizimkinin 3 katı ve özel naylon poşetine sarılı satılıyor.
Pek çok şey Amerika’daki gibi zaten. Salatalık gibi, devasa sütler var.
Sütlerin tadı da neden bilmem gene Amerika’daki gibi farklı.
-Ve ta
taaaam! Geçen gün bahçede gördüm onu: kabusum Fare! Gitmek konusunda
kıvrandığım bir günde onu bahçede salına salına yürür görünce hem-men
fikrimi değiştirdim ve kesinlikle Türkiye’ye dönmeye karar verdim.
Sanırım bu en büyük işaretti bana. Üstelik bahçeli ev hayalimi de
erteleyeceğim. Öyle dubleks felan da istemiyorum. Zira evde yalnız
olunca üst kattan alt kata inemez oluyorum. Gündüz herşey güzel ama gece
kabus oluyor. Ben kendime etrafı güvenlikli bir apartman dairesi
tutayım, mümkünse site, çocuklarımı da bahçesine salayım, yani
inşaallah, bir de mümkünse yeşile yakın olayım vesaire…
İşte böyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder