İstanbul’da
Taksim’de kalmıştık. Taksim’in de merkezinde. Otelin arka balkonundan
boğazı, ön penceresinden Gezi Parkı’nın giriş kısmını görebiliyorduk.
İlk gün park kapalıydı, ikinci günde park açıldı.
önce ağaçlara selam verdim. Her yer, her şey çok güzeldi.
Hava sıcaktı ancak tatlı bir esinti vardı, hele ki o esintiyle ağaç
gölgesine sığınmak bir harikaydı. Sıcak sevmez benim bile özlediğim
yurdum güneşinin ağaç gölgeleriyle oluşturduğu harika manzaralar
vardı.
İnsanlar
özlemle parka doluşmuştu. Her kesimden insan vardı. Turistler,
isportacılar, gazeteciler, öğrenciler, meraklılar, çocukları için parka
doluşanlar, yahut kısa bir kestirme yapmak için banka ya da ağaç
gölgesine sığınmış olanlar vesaire..
Parka
bir de çocuk parkı yapılmıştı ve bu çok isabetli olmuştu. Çocuklar
coşkuyla çocuk parkına koştu. Bense ağaç altındaki bankta oturuyordum,
bir gözüm çocuklarda, bir gözüm etraftaydı. Ama en çok ağaçlara dikkat
kesilmiş, neredeyse her kıvrımlarında gözlerimle dolaşıyordum. Eski
ağaçlar vardı, yeni ekilenler vardı, kısalar, uzunlar, heybetliler yahut
mütevazi olanlar vardı. En aşağı dalları bile başıma değmeyenler vardı,
tüm gövdesi çocuklarımın başına değenler vardı… Türlü renkler, türlü
yapraklar, türlü kıvrımlar vardı.
Çocuk
parkında anneler vardı, babalar… Bazen can sıkıcı boyuta gelenler vardı.
Çocuklarını kaydıraktan kaydırmak için diğer çocukları uyaranlar,
çocuğuna yol açmak için diğer çocukları zorlayanlar, hadi sen kalk,
biraz da biz (sırf çocuğum dan ibaret olan biz) binelim diyerek
çocukları salıncaktan alıkoyanlar, yahut çocuğunun önüne geçeni
azarlayanlar (ki babalar bile görgüsüz olmuş bu konuda, oysa geniş
bilirdik onları, kadınlar sonunda tipitip yapmayı başarmış geniş Türk
babalarını)… Bu manzaralar eşliğinde doğrusu istemeden de olsa
Türk-İngiliz-İskoç karşılaştırması yaptım ve ne yazık ki çocuğumuza
gösterdiğimiz hassasiyeti karşımızdaki çocuğa bile göstermemekten ve
-sadece bana hassasiyet göstereceksin- diyen zihniyetten dolayı hiç
dönmesem mi diyecek kadar oldum.
Bunun
dışında güzeldi herşey. Çimlere uzananlar, oturup resim yapanlar, etrafı
fotoğraflayanlar, koşturan çocuklar vesaire. Derken parka kalabalık bir
grup girdi, bizden uzaktalardı ama sloganları parkta yankılanıyordu.
Parkta rehavetle çimlere yayılmış, hatta beş altı kişilik bir grup
piknik havasındaydı, banklara kurulmuş kadınlar çığlık çığlığa
çocuklarını toplamaya başladı. Bense gayet aheste izliyordum olanları ve
bir yandan da ben niye aldırmıyorum acaba deyip kendimi tuhaf ve eksik
hissediyordum. Derken polisler de parka doluştu ve insanları parktan
çıkarmaya başladı. Çocuklar çıkmaya yanaşmadı, hele Selim gene o müthiş
itirazlarını ve nedenlerini sıraladı. Yıllar yıllar önce üniversite
harçları ile ilgili olaylı bir eylemde eylemcileri etten duvarla
kıskaca alan polis ben ve bir arkadaşımı kıskacın içinde görünce
(sanırım insan sarrafıydı ve tipimizden ne saftirik olduğumuzu
anlamıştı) siz ikiniz çıkın şurdan bakim, deyip barikatı yarmış ve bizi
dışarı almıştı, şimdi de gene polisler genç, yaşlı, kadın erkek demeden
kapattıkları yolu – sen geç abla- deyip sadece benim için açmıştı. Tek
şey değişmişti abla olmuştum.
Çıktık. O gün park yeniden kapandı. Ertesi gün yeniden açıldı. Tuhaf oldu ama oldu.
2.Gün:
Gittik. Bu kez çocuklar saatlerce parkta kaldı. Arkadaş buldular,
hopladılar, zıpladılar. Kaydırakları, salıncakları tersten kullandılar,
yarış yaptılar, yerlerde yuvarlandılar, çimlerde taklalar attılar
vesaire. Park gazeteci, televizyoncu, fotoğrafçı kaynıyordu. Ben gene
aynı ağaç gölgesi ve aynı bankta kendime yer bulmuştum. Gene bir
çocuklara, bir etrafa bakıyordum. Özellikle genç kızlar ve fotoğrafçılar
Kerim’le hatıra fotoğrafı çektiriyordu. Sanırsınız Gezi’nin yıldızı
oydu. Üstelik bu yıldızın
sanki anası babası yoktu da öylece rahat çekiyorlardı ardı arkası
kesilmeden pozları. Gelen giden durduruyor, kimi yanağını sıkıyor, kimi
oyunu bozup kendiyle muhabbete zorluyor, kimi rahatça saçını, başını,
yanağını okşuyordu Kerim’in. Bu da bir seneyi aşkındır yaşadığım -çocuğa
dokunmanın her türlü yasak olduğu bir ülkeden sonra çok tuhaf ve
sevimsiz de geliyordu. Zira bu davranışlar, karşımızdaki çocuk diye
istediğimizi yapabileceğimizi sanmak ve çocuğun da bir birey olduğunu
unutup saygısızlık ve kabalık etmekten başka birşey değildi ki. Gene
neyse!
Derken
parkta yanıma boyuna gazeteciler, televizyoncular geldi. Üstelik
yetmezmiş gibi aniden mikrofunu uzatıp bana soru soruyorlardı. Konuşmayı
çok severmişim ve dahi becerirmişim gibi.. Bir iki mikrofon, birkaç
kelam derken pılımı pırtımı topladım ve oradan kaçmaya davrandım. Bu kez
bir turist yolumu kesti. Gencecik bir Fransızdı. Arkasına Gezi Parkı’nı
alıp fotoğraf çektirmek istiyordu. Çektim, ardından kısa bir kamera
kaydı yapmak istedi. Kayıt düğmesine bastım ve o genç birşeyler dedi.
Sanırım şöyle birşeydi; diğren geazi. Gençle vedalaştıktan sonra bir
farkettim ki; dediği şey -diağren geazi- değil -Diren Gezi- imiş.
İlginçti.
Otele geldim. Bir de ne göreyim, parktaki rüzgardan deli saçması olmuş ve tülermiş saçlarımla vermiştim tüm röportajları, aman Allah’ım… neyse ki güneş gözlüklerim vardı ve herhalde ve umarım görenler tanımazdı.
3.Gün:
Çocuklar hevesle parka gitme yoluna girdi. Onları otelde zaptetmek
zordu ve ben de bir an önce kendimi parka atmak istiyordum. Gittik.
Selim önden çocuk parkına koştu lakin o da ne; son derece iri kıyım genç
bir adam Selim’i kaydırakta sertçe durdurdu. Ben hızlandırdığım
adımlarla olay mahalline yaklaşırken baktım ki genç adam ne yazık ki
akıl hastası. Ayakları çıplak, üstü başı yırtık ve sanırım parkın
güvenliğinden sorumlu sanıyordu kendini. Gözlerini bir an bile
çocukların üzerinden ayırmıyor, bir ona bir buna müdahale ediyor,
çocukların ancak askeri bir nizamla oynamasına izin veriyor ve itiraz
kabul etmiyordu. Zaten kimse de o cüsseye itiraz etmeye cesaret
edemiyordu. İşin kötüsü bu genç adam çocukları bazen tehlikeye de
atıyordu. Tahtarevelli de kendi bir tarafa, küçücük cılız çocukları
karşı tarafa koyuyor ve aniden zıplatıp düşürüyordu çocukları. İşin
ilginci benim dışımda hiçbir anne ya da baba bundan rahatsız olmuyor
hatta dönüp bakmıyordu, oysa çok değil iki gün önce çocuğunun kaydırak
sırasını dalıp da aksatan çocuklar azarlanıyordu.
Selim
kendine yapılan kaba hareketten çok rahatsız oldu ve derhal gitmek
istedi. Ona anlatmaya çalıştım, anlıyordu biliyordum ama hisleri kolay
düzelmiyordu. Etrafta bir polis aradım, velev ki birini bulayım da
durumu anlatayım diye. Ancak şansa bakın ki bu kez de koca parkta bir
tanecik bile polis yoktu. Ben gidip o genç adamla konuşamazdım, ancak
polis bunu usulünce yapabilirdi. Tamam güvenlikçi kardeşim, senin burada
görevin bitti, deyip genç adamı uygun şekilde uzaklaştırabilirdi.
Olmadı. Parkta biraz dolandık ama Selim bir türlü kendine gelemiyordu.
Otele dönmek zorunda kaldık.
Gerisi fotoğraflarda saklı.
.
İfade, tişörtteki ve başlıktaki yazı ile pek örtüşmese de idare ediverin.
..Selim’in adına mavi çam dediği bu ağacın gerçekten de Mavi Çam olduğunu öğrenip başka türden bir yakınlık hissettiğim bir ağaç. Yeni ekilen ağaçlardandı ve mavisinin seyrine doyum olmuyordu.
.Türkiye’ye gelmeden bir hayali vardı Selim’in. Bol bol resim çizecekti ve Türkiye’ye gidip resimlerini 1 Pound’a satacaktı :) Parası olmayanlar isterlerse ücretsiz de alabilecekti ama parası olanlar parayı vermeliydi zira topladıklarını da yardım olarak bağışlayacaktı. Amacı Barış ve Kardeşlik için birşeyler yapmaktı. Bu hayali gerçekleştirmek için parkta harıl harıl çalıştı ama geç kalmıştı. Zaten sonra da sıkılıp bıraktı. (Siyah defter için teşekkürler Şerifem)
.Saatlerce oynadı çocuklar parkta. Mutlulardı. Hele Kerim öyle keyifliydi ki türlü şaklabanlıklar yaptı. Bak anne, sanki karşımda bi cavarar (canavar) var deyip şaşkınlık ve korku ifadesi takınmış.
.Uzaklarda, insanların oturduğu bankların arasında üzerine yer yer ışık düşmüş çimlerin muhteşem hali çok cezbediciydi.
Gene o bayıldığım mavi ağaç gökyüzünün mavisi ile birleşmiş.
..İki kardeşe iki kardeş kavga dövüş oynadı çocuklar. Bir ara çimlerde güreş yapabilir miyiz, diye sordu Selim, e hadi yapın bakalım, dedim biraz endişeyle. Vaziyet şuydu.
Güreş versiyonunun bir de bu tarafı vardı. Selim yenilmedi lakin Kerim boyuna nakavt edildi. Eh boyuna bakıp kendinden bunca büyük çocukla güreşe girmeseydi ama değil mi:).
.Annenin tokasını alıp görüntüsünü tamamladığını düşünen mağrur çocuk.
.Normalde fotoğraflanmaktan kaçınan oğlum o kadar keyifliydi ki, anne dur sana poz vereyim, bile dedi. Özlemini çektiğim bu anı bol bol çektim tabii.
.Uzunca süre sallanan yaylı atta sıranın kendisine gelmesini bekleyen oğluma yanaşan; hadi in de biraz da -BİZ- binelim diyen anneyi ve çocuğu bekleyen Kerim. Cebinde arabası. Mahzun mahzun bekledi. Müdahale etmeli miydim bilemedim. Neyse ki ben düşünene dek -biz-ler gitti. Ama bu bizci aile son olmadı tabii ki.Böyle şeyler çok yıldırıyor beni. Bu sıralar, çocukları için başka çocuklara müdahale hakkını kendinde bulan cüretkarlar, sanki o çocuğun anası yanında değilse herşeyi yapma hakkını kendinde bulanlar, kibarlığı, insanlığı, edebi aptallık ve başı ezilebilir sanıp sözümona cazgırca hakkını arayanlar ve bu cazgırlığı bir yaşam stili olarak görüp kendini açıkgöz sayanlar, yetmedi bu sevimsiz hali çocuklarına da aşılayanlar çok, çok can sıkıcı.
Zaten bu noktadan sonra çocuklarım da bıraktı kibarlığı. Kerim önüne gelen en masum tipi bile tekmeledi, kendine fazlaca yaklaşana tokadı indirdi, kendi de tokat yedi.. Gene kıyasladım elde olmadan. İskoçya’da parkta çocuk rahat bırakılır, anne de baba da rahat bırakır çocuğunu, başka anne babalar da. Kimse salıncak sırasında kuyruk oluşturmaz çocuğu ile. Zaten burada markette bile sıra varsa en az 1 metre boşluk bırakılır arada. Bir yerdeki alet kullanılmak istense bineni sıkıştırmaz kimse, hele dürtmek asla. Uzaklaşır oradan ebeveyn, çocuğunu başka türlü oyalar, gözleriyle dahi taciz etmez.Bir sonraki turda tekrar yoklar orayı müsaitse biner çocuk.
Ah Ah! Bu hasletler eskiden bizde de vardı, gene geri getirmeliyiz bu esasları. İnsanlığı, edebi, empatiyi, kibarlığı…
Bizimkilerin durumu böyle. Sizce bu işte bir terslik var mı?
.
(Bu yazı
Gezi Parkı’na dair ne övme, ne de yerme yazısıdır. Bu yazı parkın
olaylardan sonra açıldığı ilk 3 günde, üstüne hiçbir şey eklemeden,
tastamam gördüklerime dair yazdıklarımdır. Lütfen zihinlerdeki katı
şablonlara göre; kimi zaman kutsallaştırma, kimi zaman da alaşağı etme
refleksiyle ve katı yargılarla saldırma girişiminde bulunmayın. Zira bir
kesime Gezi için kaşının üstünde gözü var demeye, bir kesime de Gezinin
G’sinden bahsetmeye gelmiyor. Değilim, ikisi de değilim. Bu yüzden
amacını aşan yorumlar yayımlanmayacaktır. Bir park yazısının altına bu
yazıyı yazmak da çok can sıkıcı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder