Annelik Zor Zanaat 3: Öldüm Ölmedim
Ne
oldu, ne oluyor derken, günün bombasını patlatıyor Selim; karnım çok
pis ağrıyor, ağrılı kakam var, dayanamayacağım, ağğhhaaa, diyor. Elim
ayağım dolanıyor birbirine. Neyse ki parkın yanında bir spor merkezi
var, oraya yürüyoruz zor zahmet. Lakin içeriye girerken Kerim basıyor
çığlığı, parkta gezeceğim, diyor. Öte yanda Selim; hadi, dayanamacağım
diyor. Üçüncü kısa devreyi yaşamaya ramak kala atıyoruz kendimizi
tuvalete. Hallediyoruz işi ama berbat hissediyorum kendimi. Pis tuvalet
senaryoları ve detayları zihnimde dans ediyorlar. Eve gidince doğru
banyoya diyorum Selim’e.
Dönüş
yoluna giriyoruz. Selim’in bozulan bağırsakları ikinci bir alarm
vermeden eve ulaşmak için dualar ediyorum. Selim çok yorgunum diyor,
Kerim -inmeeeek, inmeeek istiyorum- diye çığlıklar atıyor. Kerim’e acil
durum bisküvilerinden veriyorum, Selim’le de -akıldan birşey tutup
bulmaca- oyunu oynamaya başlıyorum. Biliyorum buna kayıtsız kalamıyor.
Ve bingo, bu oyunla mahalleye yaklaşıyoruz. An geliyor, oyunda küçük bir
duraksama yaşıyoruz ve Selim caddenin ortasında dikilip, ayaklarım
kopuyor diye inlemeye başlıyor. Kaldırıma çıkartıyorum iknayla. Ve
Kerim’i pusetinden indirip, koca Selim’i bindiriyorum bebek arabasına.
Bu noktadan sonra deminki zihin kovalamacası ve bulmacası yerini beden
gücüne bırakıyor. Allah ne verdiyse dayanıyorum pusete, belim yeniden
kırılma noktasına geliyor ama direniyorum. Beri yandan yola çıkmaya
davranan, evlere girmeye çalışan Kerim’i zaptetmeye çalışıyorum. İte
kaka, dura gide giriyoruz sokağa. Kapıdan giriş yapıyoruz güç bela.
İçeriye
girmeye yanaşmayan Kerim’i kapıp çıkıyoruz banyoya. Selim’i derhal duşa
sokuyorum, bu sırada; ben de istiyorum, diyen Kerim’i mahzun
bırakamıyorum, ve açlığa, ve bunca gerginliğe ve yorgunluğa ve -banyo
sırası ve sonrasındaki kudurmuş çocuklar sendromu- korkuma rağmen onu da
küvete sokuyorum. Şanslıysam Selim sakin banyo yapıyor, değilsem oraya,
buraya su fışkırtarak, düşerek kalkarak ve hepimizi ve banyoyu rezili
rüsvay ederek ve benim şalterlerimi bilmem kaçıncı kez attırarak,
trilyon kez kısa devre yapmama sebep olarak banyo yapıyor. Bugün şanslı
günüm, Selim sakin, haliyle Kerim de. Kısmi bir sakinlikle çıkıyorlar
duştan. Selim gene sürekli konuşuyor, Kerim’se giyinmem, ıh ı-ıhh ıh,
deyip kaçışıyor ve ben elimde bezini tutarken gidip halıya çişini
yapıyor. Hasılı banyodan çıkalı 5 sn. olmadan banyoya geri giriyor. O
memnun ama ben değilim asla. Hem kızıyorum, hem de kime kızıyorum,
diyorum. Kızdığımı anlayan Kerim giyinmeye daha fazla direnç
göstermiyor, Selim’se hala ağırdan alıyor giyinmeyi. Ve bir şekilde
giyinme faslı tamamlanıyor. Kolay olsun diye oyuncaklara ayırdığım boş
odada kurutuyorum saçlarını ve şükürler olsun ki saçları kısaldı da
kolay oldu diyorum. İşlem tamamlanıyor.
Lakin daha bitmedi. Henüz saat 14:00. Oysa benim pilim çoktan bitti.
“Lakin annelik ne demekti; en ağır işçilik demekti. Ölsek de ölmemek demekti bir nevi. Yahut ölsek de işlemi tamamlamam gerekti. Tıpkı şimdiki gibi: -Show must go on!- demekti!”
Açlıktan,
gerginlikten, üstelik tiroid ilacı da olmadan geçen bunca saat
bitirmişti beni ama dediğim gibi günün ortasıydı daha. Durmak vakti
değildi. Nitekim Kerim çikolata demeye başlamış ve dizlerimi
titretmişti.
Derhal
mutfağa koyuluyorum gene. Ne yedirmeli derken, dolaptaki sebzeli etli
yemeği güç bela yiyeceklerini ve işin daha da zorlaşacağını düşünüp
balık krokete çeviriyorum rotamı. Ne de olsa ikisinin de son zamanlarda
yedikleri en sorunsuz yemek bu. Balık kroketler pişene dek, Hint
ekmeklerine yöneliyorum, fırında bir güzel ısıtıyorum. Bir de son
zamanlarda keşfettiğim İskoç tereyağını alıp ekmekle bütünleştiriyorum.
Ve olabilecek en kepaze ama çok lezzetli şekilde yemeğimi yiyorum. İşte
böyledir hep benim halim. Tüm gün yemem sonra en olmadık şeyi yer de
yerim. Ve kendimi de, kilolarımı da rezili rüsvay ederim.
Çocuklar
balık kroketi sorunsuz yiyor şükürler olsun ki. Ben son hamlelerimi
kahveye doğru yapıyorum ki; Kerim: anne kaka yaptım, diyor. Ve sabah
tekrar deveran ediyor. Tekrar başa sarıyoruz kasedi. Tekrar aşağıya
iniyoruz. Kahvemi alıyorum, bilgisayar başına geçiyorum ve bu yazıya
başlıyorum.
Şimdi
Selim tablet bilgisayarda oyun oynuyor, Kerim’se sıkıntıdan patlıyor. Bu
kez gidip gelip onunla oynuyorum. Birazdan gene acıkacaklar. Birazdan
akşam olacak. Şanslıysam yiyecek yemeğimiz var, değilsem yapmam
gerekenler var. Neyse ki şanslı günümdeyim, dünden kalan yemekler var.
(evet, kıt kanaat, tek tencerede yaptığım bu evin ilk beceriksiz yemeği)
Yemek faslı, arkadan toplanacak masa, mutfak var. Ardından çocukların
uyku saati var. Sabahkinden beter fasıllar var. Gene ufak yıkama,
yağlama, diş fırçalama, giydirme, giyinmeyi salık verme, olmadı emretme,
o da olmadı tehdit etme var. İşler yolunda giderse hikaye okuma var. Ve
bir an önce uyumaları için dua etmek var.
Ve
şanslıysam hemen uyur çocuklar. Ki bu sık olan birşey değil. Ve
şanslıysam aşağıya indiğimde İ. nin der top ettiği mutfak var ve
tarafından yapılmış sıcak kahve var. Daha da şanslıysam açılmış güzel
bir müzik var; ki genelde Evgeny Grinko’cuğumuz var. Hatta yanan şömine
var. (Evet burada havalar bu denli soğuk) Değilsem aşağıya indiğimde
uyumuş bulduğum bir koca ve buz gibi bir ortam var.
fotoğraf: Flickr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder