“Yaşamayı hiç tecrübe etmediğim bir ülkede olmayı seviyorum. Bir şehre sıfır noktasında olmayı seviyorum. Yani nötr bir nevi. Hiçbir yerinin bildik olmamasını, hiçbir yere aşina olmamayı, her sokağının, her caddesinin kısaca her yerinin bence eşit derecede yabancı olmasını seviyorum. Ve gene her sokağın, her caddenin, her yerin bence ifadesiz olmasını seviyorum. O ifadeyi kendim bulmayı, o ifadenin içini kendim doldurmayı seviyorum. İçimde o güne dek birikmişlerle, kendim anlam kattığım bir şehre yavaştan alışmayı seviyorum. Ve sanki bu sırada şehri bir matematik problemi gibi çözmeyi seviyorum. (Zaten ben has matematiği de seviyorum) Önceleri bilmediğim bir labirent olan bu şehirde giderek yolları öğrenmeyi seviyorum. Öğrendiklerime çentikler atmayı seviyorum. (Sanırım ben çentik atmayı da pek çok seviyorum) Bu ve benzeri birçok hissi seviyorum.”
Ancak…
Çocuklarla olan kısmı dışarıda bırakarak dahi, ekliyor ve itiraf
ediyorum ki fena halde yabancılık hissi de çekiyor, katana yaşıma
bakmadan ürkek ceylan gibi çekinik duruyor ve neredeyse kültür şoku
yaşıyorum. Yo, öyle tahmin edildiği gibi devasa boyutlarda değil ama
kendi içimde devasa pek ala. (Zaten ben ne varsa içimde yaşıyor,
dışarıya pek az şey aksettiriyorum, özellikle son zamanlarda)
Bir kere,
hiç bilmediğim ve alışık olmadığım bir ev tipi var karşmda. Tamam
filmlerde gördüm ve pek sevdim bu tipi ama yaşadığım hayat film değil ve
sıkıntılar çıkıyor karşıma. Mesela; evin önünde ve arkasında bahçe var
ama evler bitişik nizam olduğu için bahçelerimiz de bitişik ve sadece
çitler var arada. Dolayısıyla çocuklar azamıyorlar tam manasıyla.
Mahalle de gayet sakin ve nezih, çocuklarımızın sesi çın çın ötüyor
ortalıkta. Hele ki Selim’in bir türlü dindiremediğimiz tiz sesi var ki,
evlere şenlik! Ve hele ki oyun sırasındaysa ve coşmuşsa eyvah eyvah!
İkincisi
bu bahçeler bakımlı olmak zorunda. Benim bahçem deyip bahçeyi kendi
haline bırakamıyorsunuz. Ve bahçe bakımı nasıl yapılır, hiç ama hiç
fikrim yok! Kaldı ki ben börtü böcekle haşır neşir olmayı beceren biri
değilimdir. Sonra arka bahçede bir nesne var. Ne olduğunu bilmediğim.
Yeşil çöp sepeti gibi. Şükürler olsun Selim var, gördüğü an atladı da
öğrendim. A, ben bunu biliyorum; gübre makinası bu. Caillou’larda
görmüştüm dedi. Yaşasın Caillou! Kim demiş televizyon tümden zararlıdır
diye. Oturduğumuz yerden fikir sahibi oluyoruz diğer yaşayışlardan işte.
Neymiş içine meyve kabukları, atıklar vesaire atıyormuşuz ve bilmem ne
yapıp gübre elde ediyormuşuz. Harika ama ben bununla n’aparım hiç
öngöremiyorum.
Sonra
bahçede bir kulübe var. İçine bir girdim ki, aman Ya Rabbi! Bana ne
denli uzak bir dünya öyle. Kulübenin içi tarım aletleri ile dopdolu.
Koca koca kazmalar, tırmıklar ve bir de küp küp kesilmiş süngerler dolu
yerler. Çözemedim?! Bilen varsa Allah rızası için beri gelsin.
Ön bahçede
4 tip çöp kovası var. Biri atık kağıtlar ve naylonlar için. Biri
camlar, biri bahçe atıkları, biri de geri kalan çöpler için. İlk gün
yanlış birşey yapmayayım diye atamadım meretleri. İ. attı da üst kattan
gözlemledim. Ona dahi çaktırmadım yani. Ha, deseniz ki İ. tecrübeli mi,
değil! Ancak o benim gibi ürkek ve çekinik değil! Baktım gayet rahat
okuyor, bölüyor çöpleri ve sanki bu işi hep yapıyor.
Sonra evin
garajı var. Leb-i derya. Herşey mevcut burada. Yani arabadan başka
herşey mevcut. Ben buraya valizlerimizi koydum, bir de araba niyetine
Kerim’in pusetini, pek ala oldu değil mi? Yalnız biraz pis burası.
Örümcek ağları ile kaplı pek çok bölmesi. Valizler ve araba mundar olmaz
umarım. Biraz da böcek vesaire olur mu diye çekinmekteyim.
Dün dış
kapının iç tarafında bulunan ayakkabı paspasını alıp dışarı tarafa
koydum. Koyarken de şimdi birileri kapıyı çalar mı diye korkmadım değil
hani. Hasılı yabancı olmak bir paspasın konumunu değiştirmekten bile
çekinmek demek bir nevi.
Bu kadar
değil tabii. Ev sahibi tüm aletler için bilgi formu doldurmuş. Ne nedir,
nasıl çalışır diye. İ. de inceliyordu önceki gün. Ben de önceki gün tam
işe gitmeden, içime doğmuş gibi dedim ki, yangın alarmı çalarsa
n’apıyoruz? İ. de:, hmm.. onu bilmiyorum, dedi ve arkasını döndü gitti.
Dediğim gibi ya içime doğdu ya da düşünerek kendime çektim musibeti!
Öğlen mikrodalgada ekmek ısıtıyordum. Derken daldım; ya dakikasını
abarttım ya da başka bir aksilik oldu. Bir de baktım ki yanık kokuyor
ortalık. Fırına atladım, kapağı açtım ki, o da ne, ekmek gözükmüyor ve
fırından korkunç derecede dumanlar yükseliyor. Hiiiii, dedim ve hızla
kapadım kapağını ancak çok geçti. Ötmeye başladı mendebur alarm. Hem de
en tiz şekilde. Fırını kaptım ve bahçe merdivenlerine koydum telaşla.
Ancak alarm susmak bilmiyordu. Tam o sırada İ. bir toplantıdaydı
arayamazdım da. Kafamdan senaryolar kurdum, şimdi komşular gelecek, bir
sürü konuşacaklar ve ben telaştan donakalacağım diye. Bütün pencereleri
açtım. Lakin burada pencereler hep yarım yamalak açılıyor ve duman kolay
gitmiyordu. Ve alarm hala ötüyordu. Derken ev sahibinin bıraktığı
kağıtları anımsadım. Can havliyle karıştırdım bir tomar kağıdı ve alarm
yazısını buldum. Pek anlamadım ama en azından ana kaynağı buldum.
Gittim çat pat birşeylere dokundum ve BİNGO! Sustu! Şükürler edip
işlerime koyuldum. Evde göz gözü görmüyordu ama hala. Tam sakinleşmeye
yüz tutmuşken gene başladı o tiz -biiip-biiip- sesi. Gene yerimden
sıçradım. Gene sehpaya çıkıp tavandaki alarma vurdum, gene sustu. Bir
müddet böyle kovalamaca oynadık. Derken İ. geldi ve alarmın sesi
kesildi. Mendebur işte! Bir gariban beni bulmuş ve beni kestirmiş gözüne
demek ki. Zaten ben ne zaman gerilsem başıma gelir aksiliğin böylesi.
Daha
bitmedi. İlk gün üst katta giysileri vesaire yerleştiriyordum, Kerim
uyuyor, Selim’se aşağıda telefonda oyun oynuyordu. Derken dış kapının
açıldığını duydum; Selim’di. Babam geldi sandım, dedi. Ben de habersiz
açma vesaire derken bir de baktım ki büyük bir gümbürtüyle koşarak
çıkıyor merdivenleri. Hayrola, n’oldu, dedim. Annecim, hırsız girdi,
dedi. Aman be Selim, nereden çıkardın şimdi. Lütfen böyle uydurmalar
yapma, dedim. (Bazen macera uydurmaları yapıyor çünkü, artık hangisi
gerçek hangisi değil ayırt etmek güçleşiyor) Ama dedi sustu Selim. Israr
etmeyince uydurduğuna ikna oldum ben de. Derken aşağıya indim. Dış
kapıdan içeriye açılan minik bir bölmeden zarflar atıldığını gördüm.
Mektuplar, reklamlar ve faturalar buradan atılmıştı. (Gene Caillou’dan
biliyorum) Anlaşılan postacı vesaire gelmişti; Selim’in duyduğu ses;
hırsız dediği de buydu tahminim. Sonra Selim’ime inanmadığımı ve onun da
beni ikna etmeye uğraşmadan yanımdan gitmesini anımsadım, kendime çok
içerledim. Gittim Selim’e durumu izah ettim.
Evde
sevdiğim birşey var: şömine. Lakin bu nesne bir farkettim ki leş gibi.
Üstelik içinde löp löp kömürlerle duruyor öyle. Benim burayı temizlemem
lazım yoksa rahat etmez içim. Ben ki kalorifer peteklerinin içindeki
tozu ve kaloriferler yandıkça o pis tozu soluduğumuzu düşündükçe kendini
yiyen biriyim, mümkün değil şömineyi böyle kabullenemezdim. De, nasıl
olacak bu iş? Önceki gün yangın alarmı heyecanından kurtulmak için
derhal şöminenin önüne attım kendimi. Bir tomar temizleme bezi ile.
Temizlikle terapi etmeye çalıştım kendimi bir nevi. Döktüm bir kısmı,
hatta çervevesini söktüm biraz. Ancak tümden temizlemek ne mümkün!
Şimdilik sadece kabasını aldım. Daha bacası vesairesi vardı ama o
kadarına gücüm yetmez tabii.
Sol
yandaki komşumuz tatlı, bembeyaz pamuk dede gibi biri. Önceki gün karşı
caddeden biriyle espri ile konuştuklarını gördüm ve seyrettim bir
müddet. Panjurun arkasına gizlenmiş şekilde. Ne ayıp değil mi?! Derken
dün evden çıkarken baktım o dede ile İ. selamlaştılar. Dede -hay!- dedi
ve konuşmayı kesti. Sonra farkettim ki uzaktan dönüp yanımıza gelmek
için kesmiş konuşmayı. İ. ile tanıştılar, sıra bana geldi. Tam
tanışıyoruz, ben Peter dedi, ben de: ben…. ıııı… mü-mi-ne dedim ama
içimden de dedim ki; senin adını senin ülkendekiler bile söyleyemezken
bu adam nasıl söylesin.. Sonra biraz zor isim deyip gülüştük. Dedenin
yanımıza kadar gelip hoşgeldin demesi, bizi birçok şeyden haberdar
etmesi çok hoşuma gitti. Oysa biz, ki misafirperverlik ve İslam’la
özdeşleşmişiz, İstanbul’da birbirimize günaydın demeyi dahi ihmal
ederiz. Evde birkaç gün gürültü olabilir vesaire dediğimizde, lütfen
rahat olun, hiç problem yok, benim de torunlarım var, sorun değil
diyerek Peygamberi bir ahlakla karşıladı bizi. İnşaallah hep iyilerle
karşılaştırır Rabbim bizi ve iyilerden eyler bizi de ha keza. AMİN!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder