Yıl
2003.. Şimdi oturduğumuz evin üst katındayız. Çatı katı, çıtı pıtı bir
ev. Duvarları ve panjurları Venedik sarısı ve gepgeniş teraslı. Teras
ferah mı ferah. Önü apaçık deniz; rüzgarlı günlerde lacivert ve berrak
olan, seyrine doyamadığım deniz. Bir de Selimiye Camii, Selimiye Kışlası
ve o kışlanın güzel ışıkları. Ev Kış güneşini büsbütün içeriye alıyor.
Dahası kışın ufuk çizgisinde gün batımlarını yakalamak mümkün ve bu
harika hissettiriyor.
Evin içi
minicik. Koca bir salon ve Amerikan mutfak. Kendimizce döşemişiz. Son
derece mütevazi. Mutluyuz İ. ile. Hır gürü bol bir evlilikse de
seviyoruz birbirimizi. Dostlarımız var, akrabalarımız, komşularımız ve
arkadaşlarımız. İ. nin anneannesi var en alt katta. Oturduğumuz binanın
toprak sahibi. Ona gidiyorum. 90′larda yaşı ama zihni açık. Bana savaş
sırasında Rusya’dan kaçışlarını anlatıyor. Memleketime; Volga yanına,
Saratov’a gideceğim, akrabalarımın yanında öleceğim, diyor. Seviyor ya
İ. yi , beni de seviyor. Bana babasından kalma fincanları, Çarlık
Rusya’sından kalma akraba fotoğraflarını gösteriyor. Gideceğim diyor,
diyor da gidemiyor. Biz gidiyoruz oralara ne hikmetse, ama onu da
göremiyor.
Selimiye’de olmayı seviyorum. Üsküdar’a, Kadıköy’e yürüme mesafesinde
olmayı seviyorum. Taksim’e tek vasıta ile gidebilmeyi seviyorum. Ve bir
çok yere. Artık Anadolu yakasında yaşayamam demiyorum, burayı evim ve
semtim belliyorum. Kendimi bir yere ait hissediyorum. Yıllarca yurtta,
öğrenci evlerinde yaşadığım eğreti halden, itilmiş sokak kediliğinden
çıkıp belki ilk kez aidiyet hissediyorum.
Yıl 2004…
Kapımız davetsiz açık herkese. Lüks içinde değiliz ama iyiyiz böyle.
Kendi halimizdeyiz. Arkadaş toplantıları, sinema, konser salonları
eğlencemiz. En çok da yaz geceleri terasta keyfetmekteyiz. Çok şeyimiz
noksan belki ama müzikten yoksun değiliz. En çok Janis Joplin çalıyorum,
arada Pixies dinliyorum. Terasa çok iyi bakıyorum; bol bol yıkıyorum,
boy boy begonyalar ekiyorum. İ. bir tente geriyor, ben de duvarlara
resimler çiziyorum. Bergamot aromalı çayımız demli her daim ocakta,
gelene ikram ediyorum. Ben kahveyi sevsem de geleni çaydan mahrum
bırakmıyorum. O sıralar yemek dahi yapıyorum. Sürekli birşeyler
deniyorum. Kekler, pastalar, tiramisu ve çeşit çeşit salatalar. Misafiri
de pek seviyorum. Şimdiki gibi detaylara takılmıyorum, yeter ki
birileri gelsin diyorum.
Üsküdar
yeni mekanımız. İ. nin hoşsohbet arkadaşları ile sıkça görüşüyoruz.
Kalabalığız. Saati yok görüşmelerimizin, telaşımız yok, rahatız ve
avareyiz hepimiz.
Yıl 2005… BABAM VEFAT EDİYOR! Mavi gözlü devi (şimdilik) kaybediyorum.
Yıl 2006… Selim doğuyor. Çok şey başkalaşıyor ve güzelleşiyor. Evin içine sanki rahmet yağıyor.
Evin
küçüklüğü henüz göze batmıyor ama eski rutin de kalmıyor. Ev
aksesuarlarının yerini ne mutlu ki bebek eşyaları alıyor. Çocuk delisi
biri olarak şimdi kendi çocuğumun olduğuna inanamıyorum. Bazen
kabullenemiyorum ama çoğunlukla seviniyorum.
Yıl 2006…
Selim 6 aylık oluyor. İ. Moskova’ya gidiyor. Ben Selim’le kalıyorum. Ve
bir süre sonra evi eşyaları ile kiraya verip ben de Moskova’ya
gidiyorum.
Yıl 2008…
Kiracı evden çıkıyor. Ben sık sık İstanbul’a çatı katımıza geri
geliyorum. Soğuk Rus insanlarından sonra sıcak insanımızı arıyorum.
Buraya ait her çarpıklığı bertaraf edip gözümde, güzellikleri bir bir
sıralıyorum. Ne bozuk kaldırımlara aldırıyorum, ne bebek arabasıyla
geçemediğim yollara, tek olmayan parklara içerliyorum ama seslice
dillendirmiyorum. Özlem öyle baskın ki hep güzellemeler diziyorum
memleketime. Bu sırada Petersburg’a yerleşiyoruz. Heyecanlanıyorum. Çok
hem de. Sevdalısı olduğum Dostoyevski’me gidiyor gibi hissediyorum. Bir
hayali gerçekleştiriyorum ve Beyaz Geceler’de Petersburg’a adım
atıyorum. Koşa koşa Dosto’ma gidiyorum.
Ne
yollardan, ne katı ve kaba Rus erkeklerinden, ne metrodan, ne bilmediğim
dilden çekinmiyorum; Selim’i atıp pusete sık sık, Neva Caddesi’ne
gidiyorum. Sık sık Neva Nehri’ne varıyorum, tarihi korunmuş bu güzel
şehrin sokaklarında yürürken kah Dostoyevski ile sohbet ediyorum, kah
Puşkin Kafe’den Puşkin’e selam ediyorum, kah da Dostoyevski’nin roman
kahramanlarından biri oluyorum. Bu şehri seviyorum.
Yıl 2009…
Petersburg’dan dönüyoruz. Çatı katımıza yerleşiyoruz. Elbette buraya
sığmıyoruz. Bu yüzden alt kattaki daireye geçiyoruz. Burası nispeten
büyük ama üst katın aksine ferahlıktan
eser yok. Bundan sebep tüm eve beyaz mobilya alıyorum. Deli işi
biliyorum ama budalaca kendime de güveniyorum. Doğrusu tek çocukla iyi
de idare ediyorum.
Yıl 2010…
Kerim doğuyor. 2 çocuklu bir anne oluyorum. Garip, pek garip
hissediyorum. Ama çoğunlukla mesudum. İki çocuklu yaşam hep böyle sakin
ve kolay sanıyorum. Derken Kerim büyüyor, İ. de sık sık yurt dışına
seyahate gidiyor. Kolaylık ters tepiyor ve ben sıklıkla deliriyorum. Kah
çıldırıyor, kah üzüntüden çocuklarıma sarılıyor ama hemen arkasından
gene çıldırabiliyor hasılı dünyanın en gevrek, en kıvrak ve en tutarsız
insanı oluyorum. İşte böylesi zamanlarda blog yazmaya başlıyorum. Ve
hayatımda yeni bir dönemi aralıyorum.
Yıl 2011…
Alt kattayız hala. Selimiye’de. Selimiye güzel gözükmüyor artık gözüme.
Olmayan kırık, dökük kaldırımlardan gözümü alamıyorum. Sıcak bulduğum
insanlarımız sıklıkla hudutsuz geliyor bana. Ve en çok da güzel ahlaktan
uzaklaşan toplum diken gibi batıyor bana. Kaçmak istiyorum. Zaten
miyadı doluyor artık benim için bu yerin. Sıklıkla gitmelerden dem
vurmaya başlıyorum. Öyle ki neredeyse elimde valizlerimde kapı eşiğinde
yaşıyorum. Sabırla ve ümitle gideceğim günü bekliyorum. Bekliyorum….
bekliyorum…. Birkaç fırsat çıkıyor bu esnada, nedense heyecanlanmıyorum.
Hatta İtalya fikrine bile ısınamıyorum. Neden bilmiyorum…
Yıl 2012…
Vakit geliyor. İngiltere işi çıkıyor, tamam diyorum ama nedense Londra
ve çevresi bende heyecan yaratmıyor. Oysa gitmelerde heyecan olsun
istiyorum. Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum. Derken İskoçya fikri
beliriyor. Bu fikre çok seviniyorum. Zira ben oldum olası -birincil-
olanı sevmiyorum da, birincinin birinci olurken ezdiği kırıkları,
gerisinde kalanları, hasılı mahzun olanları seviyorum ve dahası onlara
kendimi yakın hissediyorum. İskoçya için de aynı yakınlığı hissediyorum.
(Ve ne ilginçtir ki bu evde izlediğimiz son film de Braveheart- Cesur Yürek oluyor.)
Ve vakit
geliyor. Bu sırada 3 yıldır satılıkta olan ama satılmayan evimiz
satılıyor. Aidiyet bağlarımı tümden yitiriyorum. Beri yandan bunun böyle
olmasına da seviniyorum. Benim ruhum gitmeye meyilli. Ve bence bu iyi.
Bu fani dünyaya bağlanma hissi bu yolla kaybediyor bende geçerliliğini.
Seviyorum bu hissi:
“Her yanı kırık, her yanı dökük olan ve her anından fanilik fışkıran, mutlulukta dahi ince bir hüzün barındıran şu hayatta ne diye bağlanacağım eşyaya, sokağa, toprağa ve insana sıkı sıkıya”
Dursam
bağlanırım hem biliyorum kendimi. Bu yüzden kendi fıtratıma göre ben
bağlanmamak için, gitmeliyim. Zira hangi dala tutunsam fayda vermiyor,
Baki olandan gayrısı -beni bırak, benden sana fayda yok- deyip
avuçlarımın arasından kayıyor. Hem seyahat ettikçe görmek, bilmek ve
genişlemek mümkünken ve bu vesileyle O’na yaklaşıyorken gitmeli.
Şimdi
gidiyorum. Evimle birlikte birçok şeyi bir daha geri gelmemek üzere
ardımda bırakıyorum. En önemlisi anneanne’nin hatırasını; bu evi, binayı
bırakıyorum temelli. Selimiye’yi bırakıyorum. Pek çok şeyi bırakıyorum
bu kez.
Hoşçakal evim, hoşçakalın iki çocuğumu karşılayan evlerim… Hoşçakal güzel memleketim!
.
.
*Cumartesi
günü gidiyoruz. Önce gene İ. nin peşine takılıp Amerika’ya, ardından
İskoçya’ya. Hayırlısıyla inşaallah! Bugün de taşıma şirketi, götürülecek
eşyalarımızı alıyor. Bundan sonra çok sık haberleşemeyebiliriz. Yarın
son bir İstanbul Yazısı ile ara veriyorum. Yani şimdilik! Ya da
tutamayıp kendimi heyecanlarımı canlı yayınla gönderebilirim:)
Hakkınızı helal edin. Allah’a emanet olun hepiniz. Ve biz tabii…
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder