Bloglarla haşır neşir olduktan sonra ve ama en çok da Pinterest‘te
kaybolmalarım sırasında iyi, ferah ve bol ışıklı fotoğrafların bendeki
tesirinin, iyileştirici etkisinin, yüreğime serptiği serinliğin farkına
vardım. Öyle ki ne zaman sıkılsam, ne zaman içimdeki ve dışımdaki
karmaşadan bunalsam, ne zaman boğulmaktan kaçıp ferahlamaya ihtiyaç
duysam ve evden kaçamasam Pinterest’e kapandım. Sanki gizli bir mahzendi
orası ve ben kapının ardında bırakarak sıkıntılarımı; bambaşka,
kendimle başbaşa, nasıl istersem öyle bulduğum ve kendimce hayalini
kurduğum bir dünyaya adımımı attım. İçine girince de oradan oraya
sekerek bulduğum tüm ferah fotoğrafların arasında hülyalara daldım.
Bu
vesileyle bir kez daha detayın güzelliğinin ayırdına varma, bir
fotoğrafa bakıp binlerce hikaye yazacak coşku ve birikimle dolma, ışığın
iyileştirici etkisinin farkına varma, dünyayı okumaya merak sarma, kimi
fotoğrafların içine girip kaybolma, kiminde saklı kalma ve bir köşecik
bulup oradan ayrılmama, kiminin içinde tümden kaybolma nevinden binlerce
çeşit hislenme yaşadım. Ve çoğunlukla terapi görmüş gibi rahatlayarak o
mahzenden ayrıldım.
“Fotoğraflar vesilesiyle, kendimle ilgili pek çok yeni şeyin farkına vardım, puslu olan farkındalıklarımın bir kısmını da berraklaştırdım. Hasılı farkındalıklarımı artırarak, kendime kendimi tanımakla ilgili birkaç çentik daha attım!”
Misalen,
özellikle iç mekanlarda kusursuz görüntüden hiç hazzetmediğimi, tam
aksine yarı içilmiş bir kahve, bir kenara atılmış çanta, yahut oturmakla
nizamını kaybetmiş koltuk minderi, yaslanınca şeklini şemalini şaşırmış
yastıkları pek sevdiğimi farkettim. Ve buradan yola çıkıp genel halimi
betimledim; insan eliyle oluşturulan her türlü kusursuzluk çabasından
iğrendiğimi, neredeyse her tip insanla arkadaşlık kurabiliyorken, tek,
kusursuz görünüm derdinde ve kibrinde olanlarla arkadaşlık edemediğimi
hatta onlardan binlerce fersah uzağa gitmek istediğimi net olarak
farkettim. Bu sebeple; neden bir yanı eksik, bir yanı kırık insanları,
toplumları, film ya da roman kahramanlarını sevdiğimi ve bunca yakın
hissettiğimi farkettim. Neden en çok Dostoyevski’yi ve onun
kahramanlarını, neden en çok Budala’yı ve Ezilmiş Aşağılanmışlar’ı,
neden Kafka’yı, Oğuz Atay’ı, Tutunamayanlar’ı, Selim’e isim babalığı
yapan Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık’ı sevdiğimi daha net idrak
ettim.
Beri
yandan; açık bırakılmış kitapları, yarı aralık kapıları ve pencereleri,
uçuşan perdeleri vesaireleri çok sevdiğimi farkettim. Ve yukarıdaki
eksiklikleri sevmemin bir sebebinin de, tıpkı aralanmış kapılar gibi
yaşanmışlık hissi verdiğini, hayat emarelerinin bana pek iyi geldiğini
hatta o hisle sıcak ve mutlu hikayeler ürettiğimi farkettim.
Ve elbette
IŞIK! Işığın hayati önem taşıdığını bir kez daha farkettim. Zayıf,
güçlü, süzülmüş yahut açık, ne türden olursa olsun ışıklı fotoğrafların,
ışıklı ortamlar gibi beni fazlasıyla cezbettiğini farkettim. Ve ölürken
dahi -Işık, biraz daha ışık!- diyen Goethe’i daha iyi anladığımı
hissettim.
“Hasılı; müptelası oldum bana birşey anlatan fotoğrafların. Müptelası oldum beni bir sebepten içine çeken, yetmedi hikayesinde kimi zaman figüranlık, kimi zaman da başrol veren fotoğrafların!”
Basit,
sade, kusursuzca kurgulanmamış, elle kusursuzluğu fark edilir derecede
dağıtılmamış her tür fotoğraf büyük küçük bir hikaye anlattı bana. Şimdi
gidince Alaçatı’ya, eteğimde 2 çocuğa rağmen ve ben arkalarından
sürekli yetişmek üzere koşturmama rağmen, bahsettiğim ‘hikayeci
fotoğrafları’ yakalamaya çabaladım oldukça acemice. Ama her ne ise
destekleniyordum ‘O’nun tarafından bence. Neden mi, anlatayım:
Alaçatı’ya
ilk girişte karşıma harika bir yapı çıktı: İmren Han. Arabadaydım ve
önünden geçip gittiğimizden durup da bir fotoğrafını alamadım. Dönüşte
buradan geçelim, dedim İ. ye. Duydu mu duymadı mı bilmem ama ben ondan
söz almış saydım ve kendimi rahatlattım. Dönerken gene çıktık İmren
Han’a. İ. ye arabayı durdur, diyene dek geçtik önünden gene. Lakin içim
rahat değildi, o harikulade girişli hanı, eşsiz manzarasını, saksıdaki
çiçekleri, hanın zeminini, koltukların çiçekli desenini, taş girişi ve
hele ki akşam güneşi değmiş halini mutlaka çekmeliydim. Bana gördüğüm
ilk andan beri binlerce mutlu ve sıcak hikaye anlayan bu yeri
çekmeliydim. Ancak ne mümkün! İ.: geçtik ve bu dar sokaklarda bir daha o
yere çıkmam zor, dedi. Yollar çok dar ve tersti, çocuklar da
aksileşmişti. Israr edemedim ve içim yana yana durumu kabul ettim. Ama
garip bir şekilde de ümitliydim. Lakin giderek uzaklaşıyorduk ümidimin
aksine. Ancak o da ne? Zar zor sığıştığımız dar yolda, sağda ve solda
park etmiş iki kamyonet yolu kapatmış öylece duruyordu. Issız sokakta,
korna vesaire de işe yaramayınca güç bela, dar ve yokuşlu sokakta
gerisin geri çıktı İ. Sonra da döndü bana dedi ki: işte oldu isteğin!
Bak sağda senin yerin.
Bir kez
daha anladım ki; O dilerse, herşey kolay, herşey mümkün! O isterse,
dünya karşı dursa aksinin olması ne mümkün! İşte O’nun desteğini
hissettiğimden ümitvarım. Ümidimden yana da ümitvarım! Pek çok
ümitvarım!
.
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder