.
Bir adam
vardı; basit bir adam. Basit sandığı hasletleri, basit hasretleri ve
basit hayalleri olan bir adam. Toydu, hamdı. Tıpkı; hayalleri,
idealleri, hasretlik çektikleri gibi. Bir bebek gibi, yaşamak için tek
zaruri ihtiyaçlarını bilir, gerisini bilmezdi. Öyle sanmıştı hayatı;
gittim, gördüm, geldim hafifliğinde gibi. Oysa yaşadığının her bir
salisesinde, aldığı her bir nefeste, görmeden baktığında bile ve hele ki
gidişlerinde içinde birikiyordu gördükleri ve gördüklerinin gönlüne
düşen izdüşümleri.
Ne ki
sabitti düşünceleri. Lakin bilmezdi. Oysa her gidişi yeni bir şeyi
ekleyişti kendine. Her seferinde dönse de eskisi gibi sanıp kendini
kendi yerine, o eski adam değildi. Lakin farkında değildi, diyorum ya
hamdı herşeyi.
.
.
Bir gün
fark etti. Eline değen kuru bir yaprakla, karmaşık sandığı hayatının
basitliğini fark etti ve acizliğini. Aynı zamanda karmaşa denen şeyin
olmadığını, tam aksine herşeyin çok basit, çok saf ve ‘ÖZ’ünü gösterecek
şeffaflıkta olduğunu ve yalın bir sonuca vardığını.
Önceleri
bilmezdi, sadece ham güdülerle yaşamını yaşar ve biterdi. Lakin şimdi
anlıyordu; herşeyin vardı illa ki bir sebebi ve çok büyük hikmetleri.
Başına gelen hiçbirşey boşuna değildi. Hayatına giren insanlar,
hayatından çıkan insanlar, dahası hayatına tüy hafifliğinde değen
insanlar ve tüm canlılar ve eşyalar bile sebepsiz değildi. Hepsi, herşey
tıpkı öylesine görünen şu kuru yaprağın onda yarattığı devasa etki gibi
herbiri etkilemişti esasında kendisini. Ve herbiri değiştirmiş,
dönüştürmüştü kendisini. Az önce sağdan kendine çarpan kadın, geçen ay
ansızın karşısına çıkan kitap, önceki yıl kayıtsızca yanından geçtiği
dilenci, daha önceki yıl lanet ettikleri, sevdikleri, sevmedikleri
hasılı önceki ve önceki ve hatırlayamadığı niceleri hazırlamıştı
birşeylere kendisini. Lanetledikleri de sevdikleri de, esasında, içinde
büyük çok büyük hikmetler saklı büyük nimetlerdi.
Düşündü o
adam, düşündü; gündüzleri, geceleri… Öncekileri, berikileri, ötekileri.
Düşündü, düşündü. Çağırdı belleğinin en mahrem, en derin kuytularına
gönderdiklerini, birleştirdi geri gelenlerin hepsini.
“Sanki milyonlarca domino taşının kusursuzca dizildiği devasa bir oyundu hayat. Doğumla ilk hareketin verildiği ve bu yolla her bir taşın bir diğerini tetiklediği, dolayısıyla etkilediği, ardısıra, peşpeşe taşların devrildiği bir oyundu hayat. Ne devirene sırt çevirmeliydi, ne de devrilene üzülmeliydi. Deviren hiçbir taş devirdiğine kast etmedi ki. Sadece hepsi vazifeli neferlerdi. Kusursuz yolculukta nizamın bozulmaması için vazifelerini yerine getirdikleri.”
Yahut
kusursuz bir satranç oyuncusunun elinde oyundu hayat. Rastgele
sandığımız hamlelerin büyük amaçlara hizmet ettiği. Bazen görülebildiği
bazen de görülemediği.
Değişmişti. Değiştirmişti düşündürdükleri. Değiştirmişti farkettikleri.
Baktı o
adam, baktı ve gördü kuru bir yaprağın içindeki o sarsıcı etkiyi.
Yanıbaşındayken bunca zaman, ne de ötelerde aramıştı, yaşamın ‘Öz’ üne
dair herşeyi ve BİR şeyi.
Bıraktı
kendini o adam. Bıraktı dönen devrana. Vargücüyle akıntıya ters kürek
çekmeyi kesti, kendine rağmen değil, kendiyle birlikte hayatın nehrine
bıraktı kendini. Döndü dünya, döndü devran ve o da buna eşlik etti.
Uyumla. Bütünle. Aşkla. Canla. Başla. Yandı bu sevdayla.
Yana yana
eşlik etti devrana. Yandıkça canının acısını hissetti bazen. Bazen acıyı
hissettiğinde eksikliğinden ürperdi, bazen vazgeçmeye yeltendi ama
tutundu bırakmadı tümden kendisini. Ne zaman düşmeye meyletse kolaycı
yanı, düşmeme izin verme, kaldır beni dedi, bildi ki bu cümleleri
sarfettiyse kaldıracaktı O da kendisini.
Bırakmadı, yandı, yandı… Kah sızlandı, kah şahlandı ama illa ki yandı.
“Ham dürtülerin kapladığı gönlünün kabukları bir bir yandı!”
Ne ki
farketti; yanan öz sandığı kabuklardı işte o zaman acıyı duymadı. Aksine
keyfetti. Keyifle eşlik etti devrana, yana yana. Aldığı yanık kokusu
en güzel tütsü oldu, doldu burnuna. Daha şevkle döndü durdu. Korlar köz
oldu. Ağır ağır, can ateşinde pişmeye koyuldu.
Kabuklar
yanıp da, özü ve gönlü billur gibi ortaya çıktığında herşey aydınlandı.
Orada herşey berrak ve herşey harikaydı. Sanki herşey şeffaftı. Sanki
herşey sahiden koca, karmaşık bir ‘Matrix’ idi ve şimdi çözümlenmişti.
Hayranlıkla baktı etrafına. O andan sonra yaprak başkaydı, gökyüzü
başka, rüzgar başka sesler getiriyordu kulağına, kuşlar başka, ağaçlar
dile gelmişti, tabiat konuşuyordu sanki onunla. Kıvrılıp yerleşmek
istedi oraya. Kalmak ve dönmemek bir daha. Kalmak; bozulmadan ve
sarsılmadan asla.
.
Lakin
mümkün müydü şu hayatta hep emniyet ve sükunetle kalmak aydınlıkta?
Neticede zavallı bir beşer ve boyuna şaşar biriydi. Şaştı da çoğunlukla.
Bazen kabuğunun yanıkları kabuk bağladı da ipleri ele almaya davrandı,
bazen kısmen ele de aldı. Korktu o adam. Ürperdi, bunca sancıyla ele
geçirdiği özünü kaybetmek korkusuyla. Ama düşmedi yılgınlığa. Demedi;
düştüm nasılsa, boşvereyim uğraşmayayım hiç çıkmaya. İstedi; umutla ve
sabırla. Değil mi ki, bin kere tövbeni bozmuş olsan da gel, umutsuzluk
dergahı değil bizim dergahımız, diyordu Mevlana. O da hep uydu o
çağrıya. Ve canhıraş haykırdı O’na. Cevapsız kalmadı hiç. Asla ve asla!
Gördükçe bu hali, kuvvet kazandı ahvali. Daha çok bağlandı, daha çok tutuldu bu yola.
“Pişmedi ama pişmeye giden yolun güzelliği ve lezzeti uğruna vazgeçmedi asla, umudunu korudu pişmek yolunda!”
Sabırla, ümitle ve nidayla!
—————————————————————————————————————————————————————————-
Bir Delinin Şaheserleri‘nde
bahsettiğim; yakaladığım güzel şey buydu işte. Bu ayracı yaparken çok
iyi hissettim. Çünkü sahiden hissettim. Ham halini, geçirdiği değişimi,
bir yanının kalem izi, bir yanının alev rengini almasını ve birden
geliveren; kenarlarını yakma fikri hepsi benim dışımda gerçekleşti
sanki. O ilham, o koku, o his bana çok iyi geldi. Basitti ama enfesti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder