7 Mart 2012 Çarşamba

Hamdım, Yandım, Piştim



.
Bir adam vardı; basit bir adam. Basit sandığı hasletleri, basit hasretleri ve basit hayalleri olan bir adam. Toydu, hamdı. Tıpkı; hayalleri, idealleri, hasretlik çektikleri gibi. Bir bebek gibi, yaşamak için tek zaruri ihtiyaçlarını bilir, gerisini bilmezdi. Öyle sanmıştı hayatı; gittim, gördüm, geldim hafifliğinde gibi. Oysa yaşadığının her bir salisesinde, aldığı her bir nefeste, görmeden baktığında bile ve hele ki gidişlerinde içinde birikiyordu gördükleri ve gördüklerinin gönlüne düşen izdüşümleri.
Ne ki sabitti düşünceleri. Lakin bilmezdi. Oysa her gidişi yeni bir şeyi ekleyişti kendine. Her seferinde dönse de  eskisi gibi sanıp kendini kendi yerine, o eski adam değildi. Lakin farkında değildi, diyorum ya hamdı herşeyi.
.


.
Bir gün fark etti. Eline değen kuru bir yaprakla, karmaşık sandığı hayatının basitliğini fark etti ve acizliğini. Aynı zamanda karmaşa denen şeyin olmadığını, tam aksine herşeyin çok basit, çok saf ve ‘ÖZ’ünü gösterecek şeffaflıkta olduğunu ve yalın bir sonuca vardığını.
Önceleri bilmezdi, sadece ham güdülerle yaşamını yaşar ve biterdi. Lakin şimdi anlıyordu; herşeyin vardı illa ki bir sebebi ve çok büyük hikmetleri. Başına gelen hiçbirşey boşuna değildi. Hayatına giren insanlar, hayatından çıkan insanlar, dahası hayatına tüy hafifliğinde değen insanlar ve tüm canlılar ve eşyalar bile sebepsiz değildi. Hepsi, herşey tıpkı öylesine görünen şu kuru yaprağın onda yarattığı devasa etki gibi herbiri etkilemişti esasında kendisini. Ve herbiri değiştirmiş, dönüştürmüştü kendisini. Az önce sağdan kendine çarpan kadın, geçen ay ansızın karşısına çıkan kitap, önceki yıl kayıtsızca yanından geçtiği dilenci, daha önceki yıl lanet ettikleri, sevdikleri, sevmedikleri hasılı önceki ve önceki ve hatırlayamadığı niceleri hazırlamıştı birşeylere kendisini. Lanetledikleri de sevdikleri de, esasında, içinde büyük çok büyük hikmetler saklı büyük nimetlerdi.
Düşündü o adam, düşündü; gündüzleri, geceleri… Öncekileri, berikileri, ötekileri. Düşündü, düşündü. Çağırdı belleğinin en mahrem, en derin kuytularına gönderdiklerini, birleştirdi geri gelenlerin hepsini.
“Sanki milyonlarca domino taşının kusursuzca dizildiği devasa bir oyundu hayat. Doğumla ilk hareketin verildiği ve bu yolla her bir taşın bir diğerini tetiklediği, dolayısıyla etkilediği, ardısıra, peşpeşe taşların devrildiği bir oyundu hayat. Ne devirene sırt çevirmeliydi, ne de devrilene üzülmeliydi. Deviren hiçbir taş devirdiğine kast etmedi ki. Sadece hepsi vazifeli neferlerdi. Kusursuz yolculukta nizamın bozulmaması için vazifelerini yerine getirdikleri.”
Yahut kusursuz bir satranç oyuncusunun elinde oyundu hayat. Rastgele sandığımız hamlelerin büyük amaçlara hizmet ettiği. Bazen görülebildiği bazen de görülemediği.

Değişmişti. Değiştirmişti düşündürdükleri. Değiştirmişti farkettikleri.
Baktı o adam, baktı ve gördü kuru bir yaprağın içindeki o sarsıcı etkiyi. Yanıbaşındayken bunca zaman, ne de ötelerde aramıştı, yaşamın ‘Öz’ üne dair herşeyi ve BİR şeyi.
Bıraktı kendini o adam. Bıraktı dönen devrana. Vargücüyle akıntıya ters kürek çekmeyi kesti, kendine rağmen değil, kendiyle birlikte hayatın nehrine bıraktı kendini. Döndü dünya, döndü devran ve o da buna eşlik etti. Uyumla. Bütünle. Aşkla. Canla. Başla. Yandı bu sevdayla.




Yana yana eşlik etti devrana. Yandıkça canının acısını hissetti bazen. Bazen acıyı hissettiğinde eksikliğinden ürperdi, bazen vazgeçmeye yeltendi ama tutundu bırakmadı tümden kendisini. Ne zaman düşmeye meyletse kolaycı yanı, düşmeme izin verme, kaldır beni dedi, bildi ki bu cümleleri sarfettiyse kaldıracaktı O da kendisini.
Bırakmadı, yandı, yandı… Kah sızlandı, kah şahlandı ama illa ki yandı.
“Ham dürtülerin kapladığı gönlünün kabukları bir bir yandı!”
Ne ki farketti; yanan öz sandığı kabuklardı işte o zaman acıyı duymadı. Aksine keyfetti. Keyifle eşlik etti devrana, yana yana.  Aldığı yanık kokusu en güzel tütsü oldu, doldu burnuna. Daha şevkle döndü durdu. Korlar köz oldu. Ağır ağır, can ateşinde pişmeye koyuldu.
Kabuklar yanıp da, özü ve gönlü billur gibi ortaya çıktığında herşey aydınlandı. Orada herşey berrak ve herşey harikaydı. Sanki herşey şeffaftı. Sanki herşey sahiden koca, karmaşık bir ‘Matrix’ idi ve şimdi çözümlenmişti. Hayranlıkla baktı etrafına. O andan sonra yaprak başkaydı, gökyüzü başka, rüzgar başka sesler getiriyordu kulağına, kuşlar başka,  ağaçlar dile gelmişti, tabiat konuşuyordu sanki onunla. Kıvrılıp yerleşmek istedi oraya. Kalmak ve dönmemek bir daha. Kalmak; bozulmadan ve sarsılmadan asla.
.


Lakin mümkün müydü şu hayatta hep emniyet ve sükunetle kalmak aydınlıkta? Neticede zavallı bir beşer ve boyuna şaşar biriydi. Şaştı da çoğunlukla. Bazen kabuğunun yanıkları kabuk bağladı da ipleri ele almaya davrandı, bazen kısmen ele de aldı. Korktu o adam. Ürperdi, bunca sancıyla ele geçirdiği özünü kaybetmek korkusuyla. Ama düşmedi yılgınlığa. Demedi; düştüm nasılsa, boşvereyim uğraşmayayım hiç çıkmaya. İstedi; umutla ve sabırla. Değil mi ki, bin kere tövbeni bozmuş olsan da gel, umutsuzluk dergahı değil bizim dergahımız, diyordu Mevlana. O da hep uydu o çağrıya. Ve canhıraş haykırdı O’na. Cevapsız kalmadı hiç. Asla ve asla!
Gördükçe bu hali, kuvvet kazandı ahvali. Daha çok bağlandı, daha çok tutuldu bu yola.
“Pişmedi ama pişmeye giden yolun güzelliği ve lezzeti uğruna vazgeçmedi asla, umudunu korudu pişmek yolunda!”
Sabırla, ümitle ve nidayla!
—————————————————————————————————————————————————————————-
Bir Delinin Şaheserlerinde bahsettiğim; yakaladığım güzel şey buydu işte. Bu ayracı yaparken çok iyi hissettim. Çünkü sahiden hissettim. Ham halini, geçirdiği değişimi, bir yanının kalem izi, bir yanının alev rengini almasını ve birden geliveren; kenarlarını yakma fikri hepsi benim dışımda gerçekleşti sanki. O ilham, o koku, o his bana çok iyi geldi. Basitti ama enfesti.

Hiç yorum yok: