Bir Delinin Zayıflama Macerası 5‘i
yayınladığım andan itibaren çığrından çıkmış vaziyete, son derece
şuursuz ve kontrolsüzce yiyorum da yiyorum. Doyma yetimi kaybetmişim
gibi ve sanki ne yesem kardır misali, normalde yemeyi arzulamadığım bir
yığın zırvayı indiriyorum mideme. Eskiden en fazla bir-iki hafta
sapıtır, ardından çirkef vaziyetime derhal çeki düzen verirdim, ama bu
kez farklı! Hatta öylesine farklı ki ürkütüyor beni. Tartının yanına
dahi yaklaşmıyorum ve odaya girip de karşımda tartıyı görünce başım
önde, hemen o bölgeden kaçıyorum.
Bundan
önceki sapıtmalarımda öyle çok karışım yapardım ki, yemekten iğrenir, en
fazla beş-on gün sonra, kendi rızamla ve şevkle kendimi alabildiğince
kısıtlardım. Şimdi her gün Dukan’ın yumruğunu indireceğim diyorum mideme
ama nafile! Her günün sonu hüsranla sonlanıyor. Tabii bu durumumda
İlter’in bir haftalık izninin de payı büyük. Zira demiştim ya, kuru
soğanla ekmek yese bunu şölene dönüştüren ve yediği her neyse, bunu
karşısındakinden asla ve kat’a mahrum etmek istemeyen bir kocam var.
Haliyle mücadele gücüm 500 kat daha zayıf, iradem yerlerde sürünüyor.
Netice de ben de aciz bir insanım!
Yetmezmiş
gibi, bir de gidecek olmanın verdiği rehavet eklendi bu hallerin
üzerine. Derin dondurucuda biriktirdiğim bir sürü malzemeye yazık
olmasın diye pişiriyor, ablamın el emeği kurabiyelerini ısıtıyor,
dondurulmuş pastaları çözüyorum, e haliyle bunlara sadece bakamıyorum.
Hasılı durdurulamaz bir haldeyim ve sanırım 70 sınırında gezinmekteyim.
Üstelik bir hafta önce ümitle 38 beden pantolon almıştım kendime, öyle
ya da böyle sığıyordum da içine ama şimdi denemeye bile korkuyorum.
“Bu acizlik, rezilik ve rüsvaylık halinde, hem ah-u vah ederken, hem de yiyorum habire. Kendime karşı mahçubum, başım her daim önde. Moralim de bozuk, gide gide incelmeyi beklerken kilo almak habire, pek trajikomik bir hadise!”
Önceki
gece, böylesi bir ruh haliyle, ayakta öylece durmuş televizyona
bakıyordum boş gözlerle. Selim hasta, yatıyordu beni profilden görecek
şekilde. Önce birşeyler mırıldandı, anlamadım deyince tekrarladı.
-Anne, sen biraz daha zayıflamışsın.
Bunu
duyunca hem yüzüme belli belirsiz bir gülümseme geldi, hem de daha da
zayıfladım dercesine göbeğimi içime çektim, omuzlarım dikleşti. Ben mi,
dedim gayri ihtiyari.
-Evet, sen anne!
dedi Selim gene. Her ne kadar değil zayıflamak, bilakis şişmanladığımı
düşünsem de bu konuşma hoşuma gitti. Daha da içime çektim göbeğimi.
Endamım değişti, üstüme bir özgüven hali yerleşti. Üstelik bununla da
kalmadı Selim ekledi:
-Bence bir kadın tam da böyle olmalı! dedi ve beni mest etti.
Sonra
düşündüm, ki uzun zamandır düşünüyordum; kim, nerden, neye göre
belirliyordu en doğru (!) kriteri. Yani kim, nereden çıkarmıştı ortaya
bu ‘Zayıf Kadın Fenomeni’ni,
ne zaman yapmıştı bu işin fizibiletisi de, ne biz bu derece emin;
uyuşturulmuş ve kodlanmış gibi takip ediyorduk bize dayatılan
kepazeliği. Kimdi bu ulu bilge kişi? Ve biz neden sözbirliği etmişiz
gibi, illa zayıf olmak zorunda hissediyorduk kendimizi. Neden iki kaşık
fazla yesek ölecek kadar vicdan azabı çekiyorduk? Neden sürekli
yemeklere karşı teyakkuzda hissediyorduk? Neden kutlanacak her özel
günde aklımıza ilk önce kilolarımız geliyordu? Neden sürekli kilodan
dert yanıyorduk, neden kadın sohbetlerimiz hep bu minvalde devam
ediyordu, neden bu kısır döngüden çıkamıyorduk? Neden biraz kilosu olan
kompleks sahibi oluyordu da, dünyanın en çirkin kadını bile zayıfsa
müthiş bir özgüvenle dolaşabiliyordu. Üstelik artık kadınlardan da
çıkmıştı bu konu, zira erkekler de boyuna kilolardan dert yanıyordu.
Bence birilerinin işine geliyordu gene bu mevzu. Üstünde büyük rantlar
dönüyordu. Sağlıklı yaşam felsefesini abartılmadığı sürece bir nebze
anlıyordum ama Zayıflık Fenomeni düşündükçe beni daha da iğrendiriyordu.
Üstelik öyle oynak bilgiler sözkonusu idi ki; hepimizin zihni ve fikri
daima bulanıyordu. Ve biz, ve ben, tüm bunları bile bile, hala Zayıf
Kadın Fenomeni’ne ve hayallerine kaptırıp, hayatın nice güzelliğini
ıskalıyor, gelecek güzel (ki güzel günler zayıflık ile özdeşliyordu)
günleri düşünerek belki yavrularımızla, sevdiklerimizle geçecek
sımsıcak, mutlu anları harcıyor, zihnimizi de, ceplerimizi de bu uğurda
boşaltıyor, tabii bu sırada birilerinin ceplerinin dolup dolup taşmasına
sebeo oluyor ve büyük, çok büyük sermayelere bile bile peşkeş
çektiriyorduk kendimizi.
Biliyorum,
kadının fıtratına estetik yerleşikti. Lakin estetiğin üstümüzde biriken
bir dirhem yağla alabora edileceği fikri de neydi? Hani bir dirhem et,
bin ayıbı örterdi, niye, ne zaman, hangi akla hizmet bu güzide, bu
nadide atasözümüz değişti, değiştirildi de bir deri bir kemik kalmak
övülesi, takdir edilesi ilan edildi?
Düşüncelerim
iyi güzeldi de, icraatta biliyordum ki içime işleyen Zayıflık
Fenomeni’nden kolay kolay vazgeçmeyecektim. Kızıyordum kendime,
diyordum ama beyhude bir iç konuşma yapıyordum!” Hasılı kelam, Selim’den çıkarak yola, içerimde epeyce ilerliyordum ama sabaha değişen birşey olmayacaktı biliyordum! Şimdiki duam; bunca hırpalayacağıma ben beni, yerle bir olsun, yıkılsın Zayıflık Fenomeni!“Çer çöpe anarşistlik yapan ruhun, niye sahiden bayrağı eline alması gereken yerde, süklüm püklüm takılıyor sürünün peşine!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder