‘Anı
yaşa ≈ Carpe Diem’, ‘Mutluluk Anlardadır’ nevinden sözler havada kalır
hep benim için. İçime işlemez, yüreğime su serpmez ve ikna edici gelmez.
Nitekim, anı yaşayacağım diyerek an yaşanmıyor. Bunun için belki kıvama
gelmek gerekiyor, yol almak, çaba sarfetmek gerekiyor, belki de sonucu
fiyasko oluyor. Bu konuda yakın hissettiğim tek söz, hep söylediğim
gibi, Dostoyevski’nin “Mutsuz olmadığımızı farkettiğimizde, mutluyuzdur
aslında!” manasına gelen sözüdür. İlk duyduğumdan beri, muhtemeldir ki
hayatıma denk düşen izdüşümü sebebiyle de, içime işleyen tek budur. Zira
biliyorum ki, ortada çok ciddi sıkıntılar yoksa; sağlık, kayıp vesaire,
rutin hayatımızda debeleniyorsak mutluyuz aslında. Rutinin negatif
yönde delinmesi sırasında ancak farkına varıyoruz ama; söylendiğimiz
rutinin bile ne büyük nimet olduğu ortada. Sağlıklı bir çocuk sahibi
olmanın bile, tek başına, ne derece mutluluk verici olduğunu biliyoruz
çoğumuz mesela. Ya da bırakalım onu sağlıklı olmak bile en büyük
mutluluk sebebi değil mi? Hatta işi bir dereceye ileriye götürmek
mümkün, şöyle ki;
“Herşey ne kadar berbat olursa olsun, mutlu olmaya sebep olacak en az bir kanal mutlaka ama mutlaka açık tutulur, görürüz ya da görmeyiz ama bence böyledir.”
Ancak
mutsuz olmadığımızdan yola çıkarak vardığımız mutluluklar, düşünmeyi
gerektirir. Düşünmek için de irkilmeye sebep olacak bir uyaran
gerektirir. Ki şöyle bir geri çekilip, debelenerek içinde kaybolduğumuz
mikro dünyamıza büyük pencereden bakmayı akıl edelim ve soluklanıp
şükredelim.
Benim bu
konuda, şu sıralar yoğun olarak hissettiğimse şu; ‘Mutluluk, anlıktır!’
Yani bir görünüp bir yok olması, bir ce-e yapıp ortadan kaybolması
hasılı bir gelip bir gitmesi an meseledir. Kaç zamandır düşünüyorum,
kendi hanemde eşsiz bir mutluluğum dahi olsa, devamlı mutlu kalmam olası
değil ki. Dünyada bunca elem, keder varken, bunca hazin olay
yaşanıyorken, kapıyı kapayıp sımsıkı, ben kendi dairemde mutluyum
diyebilir miyim? İlla ki içeriye sızıyor başkasının acısı çünkü, illa ki
yüreğe düşüyor başkasının sancısı. Şu yalan dünyada mutlak mutluluk
beklemek hata ve beyhude bir çaba zaten.
Benim bu
derslere devam etmemin bir sebebi de bu: hem içinde olduğum hayat
karmaşasında bir an durup hayatı ağır çekime almamı, yaşadığım
hengameden, mutlu ve mütebessim anları alıp çıkarmamı, mutluluğumu
farketmem konusunda daha titiz, dikkatli ve uyanık olmamı, bu işe
süreklilik katmamı ve de en önemlisi bu konu üzerinde diri kalmamı
sağlıyor. Yoksa mutluluk anlıktır, pek iyi, pek ala deyip, bu cümleyi de
diğerleri gibi rafa kaldırırken, geçiyorum buldozer gibi o güzelim,
nadide anların üstünden.
Mutluluk; ilk uyanışıma vesile olan mevsime ulaşmak gene. Ve yad etmek o anları elbette:
Karlı bir Kış günüydü. Evimdeydim. Çocuklar yoktu henüz ve İ. yanımdaydı. Narin bir müzik
usul usul dolaşıyordu evde, üzerimizde. Elimde kitabım, uzanmıştım
pencere önündeki koltuğa. Sıcaktı evim ve de ak paktı. Ocakta
demlenmekte olan bergamot aromalı çayın enfes kokusu tüm evi
doldurmuştu. Öyle ki kokuya aşina olmuştum. O sıralar yeniden
sevdalandığım Dostoyevski’yi okuyordum. O cümle çıktı karşıma: “Mutsuz
olmadığımızı farkettiğimizde mutluyuzdur aslında.” Üzerinde düşünmek
üzere kitabı bıraktım ve koltukta doğrularak etrafıma baktım. Bir
başkalaşım oldu. Aşina olduğum çayın kokusu burnuma yeniden doldu.
Müziğin inceliği bedenimi aşıp içime işledi. Düşmekte olan kar
tanelerinin yaptığı naif dans, pencere pervazını dolduran kar
birikintisi; alttakilerin buz halini alarak kristalleşmeleri, onların
üzerine taze tanelerin eklenmesi, karın değdiği bu karmaşık kenti dahi
sessizleştirmesi, getirdiği dinginlik, huzur ve bu kusursuz ahenk mest
etti beni. İçinde olduğum ama içine giremediklerim, içimdeki cümle
boşlukları bir bir doldurdu. O an farkettim ki, mutsuz hissetmek için
sebeplerim vardı, elbette olacaktı, ama herşeye rağmen çok mutluydum,
mutluymuşum ve de hep!
Mutluluk;
işte bu hatıralar dolaşıyorken alt ve üst belleğimde, o zamanlarda
yaşadığım evi düşünmek biraz buruk bir hüzünle. İçini inci gibi
işlediğim evim, geniş zamanlarım, salonum, kitaplıklara sığdıramadığım
canyoldaşım kitaplarım, İ. ile birlikte kapladığımız koltuklar, puflar,
ferah deniz kokulu terasım, hem yazıp hem çizdiğim zamanlarım, duvarlara
çizdiğim resimlerim, rahatlıkla tükettiğim sigaram, ah bir de çok
narindim o zamanlar, sevdiğim ve sevildiğimi çokça hissettiğim anlar,
yadigarlarım ve hatıralarım…
Unutamadığım terasım. Selimiye manzaralım. Gecesi başka güzel, gündüzü başka güzel terasım. Hele ki hava rüzgarlıysa, berraklaşırdı o engin manzara ve deniz lacivert olur, beni dakikalarca kendine baktırırdı. Özellikle Kış akşamlarında eşsiz günbatımlarını yakalardım, öyle ki güneş kızıla döner ve ufukta kaybolurdu. Kafamı kaldırdığımda tek gördüğüm sonsuz gökyüzü olurdu, bu da ferahlık delisi beni coştururdu. Şimdikinin aksine gelenimizin, gidenimizin eksik olmadığı, henüz çocuklara gömülüp, arkadaşlıklarda birbirimizi unutmadığımız zamanlardı, çat kapı misafirlerim olurdu, herkesin vakti vardı, şimdikinin aksine herkes bir başka ülkeye dağılmamıştı, herkes birbiriyle yakın ve sıcaktı ve herkes bu sıcaklıktan, rahatlıktan memnundu.
Mutluluğum;
İ. ile geçen boş zamanlarım. Elele, alabildiğine avare, keyfimizce
dolaştığımız, kah Üsküdar’da dostlarla buluştuğumuz, kah Hocamız H. ile
Çatalca’da uçtuğumuz (benim adıma uçamadığımız ve yerlerde
havalandığımız:)) nadide zamanlarımız. İçindeyken doğal, sıradan sayılan
ve üstünde dahi durulmayan ama seneler geçince ve hele ki şimdilerde
pek uzak, pek kıymetli ve mutlu gelen, öyle ki, o halleri ve o anları
yabancıladığımız zamanlarımız. (Yazık ki çok az fotoğrafa sahip
olduğumuz zamanlar bunlar, öyle ki M. olmasa bunlar da olmayacaktı)
Ve keskin,
kesin, kesif mutluluğum; öyle ki ilk andan ayırdında olduğum. İlk
gözağrım, oğlum. Görür görmez sevdalandığım ve hazzını tarifte aciz
kaldığım. Gözbebeğim, acemiliğim, telaşım, aşkım. Evimin ilk bebek sesi,
toyluğum, aşktan gelen aşkı duyumsadığım, canım oğlum.
Ve ikram
edilen ikinci yoğun mutluluğum. Minik oğlum, oğulcuğum. Bana ikinci kez
bir bebekle olmanın hazzını yaşatan, bir kalbe iki çocuğun da aynı
sevdayla girileceğini anlatan, daha geniş, daha esnek daha rahat bir
anne olmama vesile olan canım oğlum.
‘Sen ne yaptıysan muhakkak benim için en iyisini yaptın! Hep yaptığın gibi. Herşey muntazam, herşey yerli yerinde ve harika! Herşey hep güzel! Belki içindeyken kıvranıyorum, ama çoğunu sonradan ziyadesiyle anlıyorum, bu hep böyleydi tıpkı şimdiki gibi.’
Şükürler
olsun; bir değil birden fazla mutluluk kanalını benim için açık tutana.
Şükürler olsun; bunaldığımda elimden tutan ve her defasında beni hayra
ve ferahlığa çıkarana. Şükürler olsun; herkes terketse de beni asla
terketmeyen ve daima yanımda olana. Şükürler olsun; ne zaman seslensem,
hakir görmeyip sesimi, bana cevap veren, beni özel hissettiren ve beni
asla yarı yolda bırakmayana. Şükürler olsun daima ve daima ve daima!
—————————————————————————————————————————————————————————
Bu ders sıradan bir Mutluluk Dersleri
olacakken, kendi yolunu çizdi kendiliğinden ve bu durağa vardı. Vardır
muhakkak bir sebebi dedim ve engellemedim ne kendisini, ne kendimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder