23 Ocak 2012 Pazartesi

Mutluluk Dersleri Özel



‘Anı yaşa ≈ Carpe Diem’, ‘Mutluluk Anlardadır’ nevinden sözler havada kalır hep benim için. İçime işlemez, yüreğime su serpmez ve ikna edici gelmez. Nitekim, anı yaşayacağım diyerek an yaşanmıyor. Bunun için belki kıvama gelmek gerekiyor, yol almak, çaba sarfetmek gerekiyor, belki de sonucu fiyasko oluyor. Bu konuda yakın hissettiğim tek söz, hep söylediğim gibi, Dostoyevski’nin “Mutsuz olmadığımızı farkettiğimizde, mutluyuzdur aslında!” manasına gelen sözüdür. İlk duyduğumdan beri, muhtemeldir ki hayatıma denk düşen izdüşümü sebebiyle de, içime işleyen tek budur. Zira biliyorum ki, ortada çok ciddi sıkıntılar yoksa; sağlık, kayıp vesaire, rutin hayatımızda debeleniyorsak mutluyuz aslında. Rutinin negatif yönde delinmesi sırasında ancak farkına varıyoruz ama; söylendiğimiz rutinin bile ne büyük nimet olduğu ortada. Sağlıklı bir çocuk sahibi olmanın bile, tek başına, ne derece mutluluk verici olduğunu biliyoruz çoğumuz mesela. Ya da bırakalım onu sağlıklı olmak bile en büyük mutluluk sebebi değil mi? Hatta işi bir dereceye ileriye götürmek mümkün, şöyle ki;
“Herşey ne kadar berbat olursa olsun, mutlu olmaya sebep olacak en az bir kanal mutlaka ama mutlaka açık tutulur, görürüz ya da görmeyiz ama bence böyledir.”
Ancak mutsuz olmadığımızdan yola çıkarak vardığımız mutluluklar, düşünmeyi gerektirir. Düşünmek için de irkilmeye sebep olacak bir uyaran gerektirir. Ki şöyle bir geri çekilip, debelenerek içinde kaybolduğumuz mikro dünyamıza büyük pencereden bakmayı akıl edelim ve soluklanıp şükredelim.
Benim bu konuda, şu sıralar yoğun olarak hissettiğimse şu; ‘Mutluluk, anlıktır!’ Yani bir görünüp bir yok olması, bir ce-e yapıp ortadan kaybolması hasılı bir gelip bir gitmesi an meseledir. Kaç zamandır düşünüyorum, kendi hanemde eşsiz bir mutluluğum dahi olsa, devamlı mutlu kalmam olası değil ki. Dünyada bunca elem, keder varken, bunca hazin olay yaşanıyorken, kapıyı kapayıp sımsıkı, ben kendi dairemde mutluyum diyebilir miyim? İlla ki içeriye sızıyor başkasının acısı çünkü, illa ki yüreğe düşüyor başkasının sancısı. Şu yalan dünyada mutlak mutluluk beklemek hata ve beyhude bir çaba zaten.
Benim bu derslere devam etmemin bir sebebi de bu: hem içinde olduğum hayat karmaşasında bir an durup hayatı ağır çekime almamı, yaşadığım hengameden, mutlu ve mütebessim anları alıp çıkarmamı, mutluluğumu farketmem konusunda daha titiz, dikkatli ve uyanık olmamı, bu işe süreklilik katmamı ve de en önemlisi bu konu üzerinde diri kalmamı sağlıyor. Yoksa mutluluk anlıktır, pek iyi, pek ala deyip, bu cümleyi de diğerleri gibi rafa kaldırırken, geçiyorum buldozer gibi o güzelim, nadide anların üstünden.


Mutluluk; ilk uyanışıma vesile olan mevsime ulaşmak gene. Ve yad etmek o anları elbette:
Karlı bir Kış günüydü. Evimdeydim. Çocuklar yoktu henüz ve İ. yanımdaydı. Narin bir müzik usul usul dolaşıyordu evde, üzerimizde. Elimde kitabım, uzanmıştım pencere önündeki koltuğa. Sıcaktı evim ve de ak paktı. Ocakta demlenmekte olan bergamot aromalı çayın enfes kokusu tüm evi doldurmuştu. Öyle ki kokuya aşina olmuştum. O sıralar yeniden sevdalandığım Dostoyevski’yi okuyordum. O cümle çıktı karşıma: “Mutsuz olmadığımızı farkettiğimizde mutluyuzdur aslında.” Üzerinde düşünmek üzere kitabı bıraktım ve koltukta doğrularak etrafıma baktım. Bir başkalaşım oldu. Aşina olduğum çayın kokusu burnuma yeniden doldu. Müziğin inceliği bedenimi aşıp içime işledi. Düşmekte olan kar tanelerinin yaptığı naif dans,  pencere pervazını dolduran kar birikintisi; alttakilerin buz halini alarak kristalleşmeleri, onların üzerine taze tanelerin eklenmesi, karın değdiği bu karmaşık kenti dahi sessizleştirmesi, getirdiği dinginlik, huzur ve bu kusursuz ahenk mest etti beni. İçinde olduğum ama içine giremediklerim, içimdeki cümle boşlukları bir bir doldurdu. O an farkettim ki, mutsuz hissetmek için sebeplerim vardı, elbette olacaktı, ama herşeye rağmen çok mutluydum, mutluymuşum ve de hep!


Mutluluk; işte bu hatıralar dolaşıyorken alt ve üst belleğimde, o zamanlarda yaşadığım evi düşünmek biraz buruk bir hüzünle. İçini inci gibi işlediğim evim, geniş zamanlarım, salonum, kitaplıklara sığdıramadığım canyoldaşım kitaplarım, İ. ile birlikte kapladığımız koltuklar, puflar, ferah deniz kokulu terasım, hem yazıp hem çizdiğim zamanlarım, duvarlara çizdiğim resimlerim, rahatlıkla tükettiğim sigaram, ah bir de çok narindim o zamanlar, sevdiğim ve sevildiğimi çokça hissettiğim anlar, yadigarlarım ve hatıralarım…


Unutamadığım terasım. Selimiye manzaralım. Gecesi başka güzel, gündüzü başka güzel terasım. Hele ki hava rüzgarlıysa, berraklaşırdı o engin manzara ve deniz lacivert olur, beni dakikalarca kendine baktırırdı.  Özellikle Kış akşamlarında eşsiz günbatımlarını yakalardım, öyle ki güneş kızıla döner ve ufukta kaybolurdu. Kafamı kaldırdığımda tek gördüğüm sonsuz gökyüzü olurdu, bu da ferahlık delisi beni coştururdu. Şimdikinin aksine gelenimizin, gidenimizin eksik olmadığı, henüz çocuklara gömülüp, arkadaşlıklarda birbirimizi unutmadığımız zamanlardı, çat kapı misafirlerim olurdu, herkesin vakti vardı, şimdikinin aksine herkes bir başka ülkeye dağılmamıştı, herkes birbiriyle yakın ve sıcaktı ve herkes bu sıcaklıktan, rahatlıktan memnundu.

Mutluluğum; İ. ile geçen boş zamanlarım. Elele, alabildiğine avare, keyfimizce dolaştığımız, kah Üsküdar’da dostlarla buluştuğumuz, kah Hocamız H. ile Çatalca’da uçtuğumuz (benim adıma uçamadığımız ve yerlerde havalandığımız:)) nadide zamanlarımız. İçindeyken doğal, sıradan sayılan ve üstünde dahi durulmayan ama seneler geçince ve hele ki şimdilerde pek uzak, pek kıymetli ve mutlu gelen, öyle ki, o halleri ve o anları yabancıladığımız zamanlarımız. (Yazık ki çok az fotoğrafa sahip olduğumuz zamanlar bunlar, öyle ki M. olmasa bunlar da olmayacaktı)

Ve keskin, kesin, kesif mutluluğum; öyle ki ilk andan ayırdında olduğum. İlk gözağrım, oğlum. Görür görmez sevdalandığım ve hazzını tarifte aciz kaldığım. Gözbebeğim, acemiliğim, telaşım, aşkım. Evimin ilk bebek sesi, toyluğum, aşktan gelen aşkı duyumsadığım,  canım oğlum.

 Ve ikram edilen ikinci yoğun mutluluğum. Minik oğlum, oğulcuğum. Bana ikinci kez bir bebekle olmanın hazzını yaşatan, bir kalbe iki çocuğun da aynı sevdayla girileceğini anlatan, daha geniş, daha esnek daha rahat bir anne olmama vesile olan canım oğlum.

‘Sen ne yaptıysan muhakkak benim için en iyisini yaptın! Hep yaptığın gibi. Herşey muntazam, herşey yerli yerinde ve harika! Herşey hep güzel! Belki içindeyken kıvranıyorum, ama çoğunu sonradan ziyadesiyle anlıyorum, bu hep böyleydi tıpkı şimdiki gibi.’

Şükürler olsun; bir değil birden fazla mutluluk kanalını benim için açık tutana. Şükürler olsun; bunaldığımda elimden tutan ve her defasında beni hayra ve ferahlığa çıkarana. Şükürler olsun; herkes terketse de beni asla terketmeyen ve daima yanımda olana. Şükürler olsun; ne zaman seslensem, hakir görmeyip sesimi, bana cevap veren, beni özel hissettiren ve beni asla yarı yolda bırakmayana. Şükürler olsun daima ve daima ve daima!
—————————————————————————————————————————————————————————
Bu ders sıradan bir Mutluluk Dersleri olacakken, kendi yolunu çizdi kendiliğinden ve bu durağa vardı. Vardır muhakkak bir sebebi dedim ve engellemedim ne kendisini, ne kendimi.

Hiç yorum yok: