Yılbaşı
gecemiz tadından yenmez bir lezzette geçti. Şöyle ki; Selim hastalandı
gene, kudretlice hem de. Yüksek ateşin etkisiyle artan beynim ağrıyor,
nidalarına, başağrısı, mide bulantısı, boğaz ağrısı vesaire şikayetleri
eklendi gide gide. Tabii böylesi durumlarda içine girdiğimiz yoğun
çaresizlik hissi hakimdi eve. Ben ümidimi korumaya gayret ettikçe,
Selim’in hallenmeleri ve şikayetleri artıyordu habire. Oysa ertesi güne
mutlu ve önemli bir görüşme planlamıştım, planım avuçlarımdan kayıyordu
göz göre göre.
Şükürler
olsun yalnız değilim, diyecek oluyordum ama bu duruma tam ne demeli emin
olamıyordum. Zira manzara şu şekilde cereyan ediyordu.
Kerim
rutin halinde debeleniyordu evde. Kah kendi halinde oynuyor, kah
ihtiyaçlarının giderilmesini bekliyor ama her daim eteğime dolanıyordu.
Selim koltuğa uzanmış halde yatıyor, ateşten kıvrım kıvrım kıvranıyordu.
Bir ara yarı çıplak oturmuş, önünde büyükçe bir kaba doldurduğum suya
tası daldırıyor, çeşmede gibi suluyordu kendini ve evi tabii. Beri
yandan suyu gördüğü an şuurunu hepten kaybeden Kerim’i zaptetmek
gerekiyordu. Bu sırada yalnız değildim, İlter buradaydı lakin bu kez
değil çember, koca bir daireyle kapatmıştı kendini kendine. Ne mi
yapıyordu? Televizyon koltuğuna uzanmış, elinde tablet bilgisayar,
kulağında kulaklıkla sinema filmi seyrediyordu. Hayır bana nispet
yapmıyordu, biliyordum, ama gene de bu haline karşı içimde an be an
biriken öfkeye engel olamıyordum.
Ve
esasında ne tepki vermem gerektiğine de bilmiyordum. Daha az önce ben
evi dertop ederken İlter alışverişi yapmış, yemeği hazırlamış, sofrayı
kurmuş, kaldırmış, berbat mutfağı pirüpak etmiş ve işlerini bitirmenin
rahatlığıyla oturmuş film seyrediyordu. Derdini anlayabiliyordum,
Selim’e yapacak birşeyi olmadığından ve arada yükselen -Ayyy, ağğğhhh!-
nidalarına dayanamadığından kapatmıştı kendini dışarıya karşı sımsıkı.
Beri yandan, sıkıntıdan huzursuzlanırdı İlter. Huzursuzlanmış ve üstüne
huysuzlaşmıştı da. Ve kaçınmak istemişti, evden de kaçamayacağından
çemberine hatta bir aşamaya ileriye götürüp işi; kapılarını sımsıkı
kapamış olduğu dairesine kaçmıştı. Ortamın darlığından ve sıkıntısından
oraya kaçmakta bulmuştu çareyi. Haliyle biz de kendi dairemizde
perperişan, sefilane bir halde, debeleniyorduk. Hasılı, İlter’e
bilenerek çocuklarla ilgileniyordum ama aklım çoğunlukla ondaydı ve
elime bir balyoz alıp o daireyi paramparça etmemek için kendimi zor
tutuyordum. Yaptığım minik taarruzlar ise dairenin duvarına toslayıp
geri geliyor ve elimde patlıyordu zira kulağında kulaklık vardı dediğim
gibi beni duymuyordu.
Selim
ateşten pembeleşen tenini, kurumuş topraklar gibi çatlayan dudaklarını
ve hararetini söndürmek için odanın ortasında sulanmaya devam ediyordu.
Bir dakika ara verse, yanıyorum diyerek hamamda gibi tas tas suyu yüzüne
döküyor, hatta bazen kaba kafasını daldırıyordu. Ama neden bilmem duşa
yanaşmıyordu. Kerim’se çölde kalmış kertenkele misali suya iç geçirmeye
ve ona ulaşmak için olmadığı kadar cazgırlık yollarını denemeye devam
ediyordu. Bu sırada Selim’in ağzından anlaşılmaz ve yarım kelimeler
dökülüyor, kendiyle konuşuyor gibi ağır ağır mırıldanıyordu. Bir ara
kulak kesildim, kurak, kuraklık diyerek sanki sayıklıyordu. Ben de,
Selim’in bu halini, bir süre önce kafasına taktığını bildiğim,
İstanbul’da bu sene kuraklık ve susuzluk bekleniyor, cümlesine
yoruyordum. Derken birden farkettim, suyu üzerine boca ediyor, su alevli
teninde nerdeyse salisede buharlaşıp uçuyor, Selim bir kaç saniye
duruyor, sonra mırıldanmaya başlıyordu.
“İş-te… ge-ne… ba… baş-la-dı ku-rak-lık mev-si-mi!”
Ne
diyorsun sen dedim eğilip, “Ku-ru-yo-rum an-ne su-la-ma-yın-ca
ken-di-mi!” dedi zor anlaşılır bir sesle. Meğerse 40′a yaklaşan ateşin
verdiği hararetle kuraklık mevsimi geçiren kendi bedeniymiş ve onu ifade
etmeye çalışıyormuş uzunca süredir.
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder