21 Ocak 2012 Cumartesi

AA Röportajım: Deli miyim?



Daha önce görmemiş olanlar için, bir ay kadar önce Alternatif Anne Dergisi’nden Gülüş Türkmen’le röportajım:
Sen neden Deli Anne’sin? Anne olunca mı delirdin, önceden mi deliydin?
Akıllı bir anne olmadığım kesin. Daha da kesin olanı, kendimi akıllı bir anne olarak gösteremediğim. Büyük oranda anne olduktan sonra delirdim. Hatta ikinci bebekle tümden delirdim diyebilirim.
Bizim kültürümüzde böyle ironik, kendini “ti”ye alan insanlar pek az gibime geliyor. Kendine “Deli Anne” demek cesaret ister… Cesur musun? Tepkilerden korkuyor musun?
Bu benim yaradılışımda var; öz alaycılık yani. Ve kesinlikle iyi hissettiriyor bana. Kendimle eğleniyorum, kendimi fazlaca ciddiye almıyorum bu yolla. Bir de bunu yaptığınızda başkalarına diyecek söz bırakmadığınızdan, daha keyifli ve rahat oluyor hayat. Tabii gene de, sizi sizinle vurmak isteyenler çıkıyor karşınıza. Ama şunu farkettim ki; ben bunu bana iyi gelsin diyerek değil, daha çok tepkiselliğimden yapıyorum. Ne zaman etrafımda birilerinin haddinden fazla büyüklendiğine ve kendini anlatarak böbürlendiğine şahit olsam, bu tepki doğuyor bende. İşte böyle zamanlarda kendimi alabildiğince alaşağı ediyorum. Annelik blogları bende ilk bakışta bu hissi doğurdu mesela. Mükemmel, harika anneler, herşeyin en doğrusunu bilenler, yetiştirdikleri en fazla 2 çocukla 2 milyon çocuk yetiştirmiş gibi ahkam kesenler, özenti ve eğreti söylemler, Batı’nın herşeyini şeksiz şüphesiz kopyalayan ama bunu da bir böbürlenme sebebi sayanlar ve daha beteri bu insanları ağzı açık ayran budalası gibi takip edenler. Bu durum karşısında delirmek en iyi yoldu.
Bir de, insanları eleştirmeyi tercih etmiyorum, bazen deli damarım kabarıyor ve birşeyler demek istiyorum ama düstur edindiğim; ‘Ya hayır söyleyiniz, ya da susunuz’ sebebiyle susuyorum. Ama tümden susamadığımdan, berbat bir annelik örneği olarak bakın ben buradayım, diyorum, galiba. Buna cesaret mi denir, safi aptallık mı bilmiyorum; tek bildiğim tepkilerden korkmuyorum. Sadece anlamayıp, bunu fırsat edinen; vurkaççı zihniyetten rahatsız oluyorum.
Blog tutma fikri ne zaman doğdu?
Facebook’ta bir delirme gecesinden sonra şunu yazdım durumuma: Deliliğin sınırlarında dolaşmaktır annelik bazen, bazen de tam ortasında yer almaktır delilik çemberinin! Ve o cümleyle başlangıç yaptım blog yazarlığına.
“Delidir ne yapsa yeridir”… Deli Anne nasıl bir anne? Kendini yurdum annesine göre sıradışı bulduğun durumlar var mı?
Esasında hem son derece sıradan ve bayağı, hem de sıradışı buluyorum. Neye göre sıradan; günümüz kadınları gibi çok sıradan. Ama elit(!) bir grup anneye göre de sıradışı. Modern annelik safsatasını dikkate almıyorum mesela. Çocuk eğitim kitaplarını, yöntemleri, her an değişen usülleri, Amerika’da şu varmış hoooop hemen başlayalım, diyerek edinen trendleri… Hatta böylesi ne varsa, kaynak, yazı, uzman; vebalı görmüş gibi kaçarım onlardan. Kaçmam da gerek yoksa modern annelik dürtüme yenilip, kaptırmaktan ve hastalanmaktan korkuyorum. Bazen bu dürtüm ağır basar mesela, sonuna kadar yüklenirim, ancak sonrasında kusacak kadar bulanırım. Sahiden kusmaktan bahsediyorum ama. Tiksinti kaplar içimi.
Benim görüşüm şu:
“Ben bir insanı bir dünya olarak algılarım. Bir çocuk da bir dünyadır benim nazarımda. Ve koca bir dünyanın, hiçbir yönteme yahut kalıba sığacağına dair inanç taşımıyorum içimde. Gene bence, annelik içgüdüsü rahat bırakılırsa ve saflığı korunursa, özel olan her bir çocuğa, en özel yaklaşımın, anne tarafından bulunacağına dair inancımı koruyorum. Yani bir çocuk hakkında en iyisini, bir yerde bir milyon çocuk üzerinde araştırma yapmış bir uzman değil, ancak ve ancak o çocuğun kendi annesi bilir. (Biyolojik anne olmak da şart değildir bunun için üstelik) Aksi halde, iyi birşey yapmak isterken prototipleştirilmiş ve denekleştirilmiş bireyler yetiştirmişiz gibi gelir.”
Sıradanlığa gelince, sıradanım zira çocuklarıma küsüyorum, kızıyorum, bağırıyorum, hem onlara deli olurken, hem onlardan sıkılıyorum, sıkıldığım için hem korkuyorum, hem utanıyorum ama gene de bu duygumdan kurtulamıyorum, bazen işlerime öncelik veriyorum, bazen bu sırada çocuklarımı aç bırakıyorum, bazen yıkamayı erteliyorum, bazen uzun tırnakla gezdiriyorum, bazen uyutamıyor, bazen uyutuyorum.. Hasılı bazen tam teşekküllü anne olmaya yaklaşıyorum, bazen de çok uzaklaşıyorum.
Bir anne olarak prensiplerin, disiplin tarzın var mı?
Katı disiplin sistemim yok. Esnek, ama çok da bırakamıyorum ipleri. Uyku saatleri, kişisel temizlik gibi konularda kısmen disiplinliyim. Prensibe gelince; güzel ahlaklı olmalarını amaç ediniyorum. Kendilerini merkeze koymasınlar, yardımsever, merhametli, cömert, çalışkan olsunlar, empati yapsınlar istiyorum mesela. Bunlar varsa gerisi gelir diye ümit ediyorum. Ve bu halleri de minik atıştırmalar gibi önlerine sunmaya çalışıyorum, hayatla içiçeyken elbette.
Onları hayattan kaçırmıyorum. Doğmak gibi ölümü de bilsinler ve bunu da olağanlıkla karşılasınlar istiyorum. Travma yaşayacaklarına dair zırvalara aldırmıyorum. Bir yerde acı varsa bilmelerinde bir sakınca görmüyorum. Deprem, felaket vs. Gibi. Dünyadan haberdar olsunlar istiyorum. Onlara gül bahçesi vaadetmek ve fanusta gibi yetiştirmek hayatın tabiatına aykırı çünkü. Hayat güllük gülistanlık değil ne yazık ki. Bence bu yüzden erken öğrenmelerinde bir sakınca yok. Hatta bilakis fayda görüyorum. Hayatın gerçeği acımasız da olsa illa ki onları yakalar ve bu durumda afallamalarına sebep olmak istemiyorum. Tabii bahsettiğim kan, revan, şiddet değil. Onları kaçırıyorum. Kaldı ki onları fanusta gibi saklı yetiştirmenin onlara büyük haksızlık olacağını düşünüyorum.
Daha çok “saldım bayıra”cı mısın, yoksa “her şey çocuğum için”ci mi?
Saldım çayıra olmak istiyorum ama tümden olamıyorum. Bir gün salsam, ikinci gün endişeleniyorum. Ve her ne kadar özgürlük diye yanıp tutuşsam da içimdeki şefkat ve merhamet duygusuna yenik düşüyorum. Ve, öyle değilmiş gibi gözüksem de ya da kendimi öyle görsem de, herşey çocuğum içinmiş gibi hareket ediyorum. Hatta etmişim bunca yıl.
Son zamanlarda neler delirtiyor seni?
Son zamanlarda, yaşadığım yalnızlık ve zorluktan gelen gerginlikle de sanırım, hiç olmadığım kadar deliriyorum. Bloga da yazıyorum şu sıra; büyüklenmeler; koca bir okyanusta bir damla bile olmayan hayatlarımızı baz alıp ahkam kesmeler, kendimizden bi’haberlik, riyakarlık, nedense kendimizi milletçe her zaman aşağı görmelerimiz, dışardan gelen olur olmaz her türlü bilgiyi sorgusuz sualsiz kabullenişimiz, kendi özümüzü küçümseyişimiz ve buna önayak olan şuurlu yahut şuursuz insanlar ve bunlara ağzı açık ayran budalası gibi hayranlıkla bakanlar, adeta kendi rızalarıyla tabi olanlar, havada kapılan moda kavramlar. Bunlara deliriyorum evet, yetmez mi?

Bu kadar deliliğe rağmen Alternatif Anne gibi “sen seni bil, sen seni” diyen bir anne dergisinde kendine yer edinmişsin. Alternatif Anne’nin nesini seviyorsun?
İsmi bile yeterince cazip. Klişe değil, modern değil, moda değil, trend hiç değil; Alternatif.
Sevdiğin şeylerden bahsetsene bize? (hangi kitap, hangi film, hangi tatil, hangi dinlence)
Buraya girersem çıkamam diye korkuyorum. Gene de özetlemeye çalışayım. 19.yy Rus Edebiyatı’nı seviyorum. Dostoyevski sevdalısıyım mesela. Tüm kitaplarını aynı sevdayla, aynı aşkla okuduğum tek yazardır. Mevlana’yı çok severim. Şems’i. Kafka, Marquez, Oğuz Atay, Camus, Puşkin de favorilerim. Maalesef geç farkettiğim Salinger! En son Çavdar Tarlası’nda Çocuklar’ı okudum ve nerdeyse her an kitabı anımsayıp içimden ağladım. Bir handikabım; okumak istediğim ve sıraya koyduğum o kadar çok kitap var ki, yeni yazarlara geçemiyorum, bu yüzden yenileri pek bilmiyorum mesela.
Filmler de o kadar çok ki. Ama en net söyleyeceğim; İtalyan Sineması’nı seviyorum. İçlerindeki ferahlığı, cıvıltıyı seviyorum. Bertolucci ve Tornatore filmleri Dostoyevski kitapları gibidir benim için; sanırım hemen hepsini izledim. Ingmar Bergman’ı severim, detaycılığını ve hayatın ince ayrıntılarını yakalamasını, Lars Von Trier severim; deneyselliğini ve cesaretini, Woody Allen’i; heyecanlı, basit, konuşkan filmlerini, Japon ve Güney Kore filmlerini; hem estetik, hem yalın ama hem de detaylardan gelen karmaşıklıklarını seviyorum; basit ama öze dair. Sean Penn severim, insancıllığını ve şefkatini.
Müzik dersen, evet çok klişe; her türü dinliyorum. Ama her zaman değil. Haleti ruhiyeme göre tarzım değişkenlik gösteriyor. Ama bir tür var ki, onu her zaman, her durumda dinleyebiliyorum. Blues! Bob Dylan, Janis Joplin liste başında yer alır gönlümün. Bir de şarkıların akustik versiyonlarını severim ki ne severim.
Tatil dersen; güneş, yaz, kum değil asla istediğim. Çantamı atıp sırtıma başıboş gezeceğim tatiller arzusundayım ancak çocuklarla erteleniyor da erteleniyor bu istediğim. Ve –ya hep, ya hiç-çi bir yapım da olduğundan ‘böyle gideceğime hiç gitmem daha iyi’ deyip, gitmekten vazgeçiyorum. Sırf bu sebepten 3 yıldır tatil yapmadık.
Çocukların büyüdüğünde seni nasıl anlatsın istersin?
Deliydi meliydi ama bizim annemiz bizi pek severdi, demeleri yeterli olurdu benim için.

Hiç yorum yok: