Birinin
yakını vefat etse, durakalırım öylece. Acının ağırlığını yakinen
hissederken, dile dökülen; -başın sağolsun- türünden klişeler öyle
cılız, öyle kifayetsiz ve öyle samimiyetsiz gelir ki, kaçmak isterim
olduğum yerden. Eğer ola ki, bu kişilerle vefattan bir süre sonra
karşılaşmışsam, bir başka kıvranma hali belirir bende. Bu kez
-başsağlığı dilesem mi, yoksa hatırlatıp üzmesem mi- iç konuşmaları
kapışıverir içimde. İstisnasız, her seferinde. Üstelik birşeyler desem
de, demesem de memnun kalmam kendimden. Zira desem, bir kaç beden büyük
durur bende sanki bu cümleler, demesem bu kez peşimi bırakmaz ‘ah,
keşke deseydim’ler.
‘Başın
sağolsun, doğum günün kutlu olsun, tebrikler’ nevinden cümleler Hayat
Mühendisleri’nin ağzında son derece kıvamlı ve hatırı sayılır dururken,
benimkinde yavanlaşır hemen. Kalıplaşmış cümlelerle ne alıp veremediğim
var bilmem. Son derece basit bir iki cümle kurmak, neden bunca zor
gelir ve adeta bir iç savaşa dönüşür bende onu da bilemem. Bilmediğim
gibi belli de etmem. Genellikle umursamaz değerlendirilirim bu sebepten.
Esasen bu kelimeleri yerli yerinde kullanmak son derece insancıl iken,
bende göreve dönüşen herşey gibi ters teper.
Bir de
çokca belli ettiklerim vardır, müsebbibi de kelimelere eşlik eden avare
hareketlerim. Bilhassa hastanelerde mesela, tamamen şuurumu kaybederim.
Benden kimlik isteyene telefonumu verebilirim, sağa dönün dediklerinde
sola gidebilirim, ya da olduğum yerde bir müddet dönebilirim, aklınıza
gelmeyecek bin türlü saçmalığa girişebilirim. Üstüne birini bekletmekten
duyduğum aşırı hassaslık eklenince, varın siz düşünün gerisini. O
yüzden hastanelere tek gitmekten kaçınırım epeyce. O yüzden basit bir
tedaviyle çözülecek rahatsızlıklar, kronikleşir nerdeyse bende.
Uzun süre
dışarı çıkıp da, prosedürel işlerle hasbihal etmeyince unutmuşum bu
hallerimi. Geçen hafta diyetisyene gittiğimde gene ayyuka çıktı tüm
saftirikliğim. Üstelik bunlar yetmezmiş gibi kimlikte yanlış yazan adım,
ne idüğü belirsiz yaşım, karmaşayı daha da arttırıyor. Ve yabanlığımda
payları büyük oluyor bunların. Zira girizgahta meymenet olmayınca ve ilk
izlenim ‘yaştı, isimdi’ derken mundar olunca, konuşmanın gerisinden de hayır gelmiyor haliyle. Bunları ayrıca yazacağım.
Misalen
ben, ‘hoşgeldiniz, nasılsınız’ seremonilerini beceremem. Küçüklüğümde de
kaçardım misafirden. Saklanır, birden yakalanmışsam da çok utanırdım.
Benim için kapıda karşılama pek iyi, pek ala ama oturup da soruları
sıralamak ciddi bir edayla, sanki boğazımı sıkmak gibi geliyor her
defasında. Gitmeye davrandığında misafirler -A, inan ki bırakmam!- diye
ısrarcı olmak da, hepsi pek garip gelir bana. Çok çekiniğimdir bu
konularda. Zira tümden lüzumsuz gelir bana. Ya da medeniyetsizliğime
bulduğum kılıflar bunlar da.
Misalen
ben, yürürken bir yolu iki kere geçmem. Yolu uzatma pahasına da olsa
başka yoldan gitmeye uğraşırım her defasında. Hele ki yolda sabitlenmiş
birileri varsa ve bunlar oranın esnafı vs. ise ve hele hele geçtiğim
yolda kahvehane varsa, mümkün değil dönemem o yoldan.
Bazen
fırına giderim ve ekmek isterim. Ekmeğin fiyatını bilmiyorsam çok
utanırım ve sormak yerine, ıvır zıvır eklettiririm; simit, poğaça vs.
ki, sadece ekmeğin fiyatını sormaya mecbur kalmayayım.
Misalen,
telefon konuşmalarında çok acizimdir. Yüzyüzeyken sessizlik kabul edilir
ya hani, telefonda devamlı ses vermek gerekir. Bu devamlı konuşma
ihtiyacı da beni fazlaca gerginleştirir. Oysa ne var suskun kalsak değil
mi? Yüzyüzeyken de iki kişilik sessizlik sanki harammış gibi davranırız
esasında. Sanki tüm boşlukları doldurmak gerekliymiş gibi, atılırız
ortaya manalı, manasız konuşmalarla. Bunu hissettiğimde de gerilir ve
tümden çekilirim konuşmadan derhal. O yüzden birçoğunuza, telefon
konuşmalarım kısır ve soğuk gelmiştir eminim. (Zeliha, Yaruze, Hatice ve bugün bu yazı ekranımda beklerken beni arayan Sibel’im bilir ne demek istediğimi )
Bazen eve
sipariş veririm. Şayet siparişi teslim eden kişi büyük biriyse, elimde
hazır ettiğim bahşişi çaktırmadan geri çekerim. Zira yaşça büyük birine
bahşiş vermekten haya ediyorum, elimde değil. Sanki bu kişiye üç-beş
değil de 50-100 vermek gerekliymiş gibi hissederim. Oysa vermek gerekli
değil mi? Üstelik bizim ev 4. katta ve sadece merdivenli. Birşey değil,
bilmeyen pinti sanacak beni. Mesela geçen gün, Kerim kafa üstü
düştüğünde eczaneye sipariş verdim. İlacı getiren son derece iyi
giyimli, çırak olmayacak yaşta biriydi. Belki de eczane sahibiydi, kim
bilir? Hemen aptallaştı hareketlerim zira aklım bahşişteydi. Ver-verme,
ver-verme iç seslerinin gümbürtüsünden tam ne yaptım bilemedim. Hasılı
kapıyı kapattığımda baktım ki bahşişi verememişim. Sonra fişe baktım ki
zaten eklemişler bahşişi, derin bir oh çektim.
Misalen
ben birine -sana geliyorum- diyemem. Ve öldürseler birine -çat!- kapı
gidemem. (Ailemdekiler hariç, hatta bazen onların da bir kısmı dahildir
buna) Bu yüzden komşuluk ilişkilerim berbattır. Komşulukta biraz çat
kapı gidişler esastır zira. Bana gelenler oldu mesela apartmanda Kerim
doğduğunda, ben iadei ziyaret yapamadım; ne haberli (o da çok itici
geliyor niyeyse), ne habersiz! Bir medeni tavır takınıp da yaban
öküzlüğünden kurtulamadım. Ve biraz dehşet, biraz gıpta ile izlerim
böyle çat kapı evlere dalanları.
Misalen
bir yerde aylak aylak alışveriş yapıyorsam ve bir görevli gelip de,
‘yardımcı olabilir miyim’ diyorsa, dahası istemediğim halde peşimden
ayrılmıyorsa derhal ne var ne yok geri koyar çıkarım mağazadan. Hele ki
-avcı görevliler- sözkonusuysa; siz ihtiyaç duyduğunuzda yoksa ve kasaya
giderken sizi yakalayıp, alışverişe emek sarfeden eleman uyanıklığını
yapıyorsa, gene elimdekileri bırakır giderim.
Geçen gün Sezom’la hazırcevaplık üstüne yazıştık blogunda. Hazırcevap değilimdir asla. Ve biri kuyruğuma açıkça
basmadıkça çıkışamam o insana. Ta ki yüzümü yüzünden döneyim o insanın
ve ayırdına varayım bana sokuşturduğu açık gizli lafların. Ondan sonra
kendimi yemeye başlarım. Lakin son zamanlarda bir çözüm ürettim. Biraz
da kendiliğinden oldu aslında. Diyelim taksiye bindim ve taksici
birşeylere söylendi. (İstanbul taksicileri mimli benim için. Zira çok
çektim kendilerinden.) Eskiden olsa kızacak dahi olsam ne dediğini tam
anlamadığımdan susuyordum. Şimdi -birşey mi dediniz, duyuluyor da-
diyorum seslice. Taksici birden pek çekinik oluyor ve ben koltuğuma
kuruluyorum rahatça. Oh, diyorum pasif de olsa dayılanamadı. İşte
acziyet içinde bir böbürlenme hali.
Şimdi ben
bu halde iken, nasıl olur da bir Dostoyevski kahramanına tutulmayayım,
nasıl olur da her kahramanın yazardan bir parça taşıdığına inanıp da
Dostoyevski delisi olmayayım, nasıl olur da Kafka’ya, Oğuz Atay’a
vurulmayayım ve nasıl olur da -Tutunamayanlar-ın tutkunu olmayayım,
dahası Selim Işık’*tan yola çıkıp da oğluma Selim ismini koymayayım. Ben
de bahsettiklerim kadar tuhafım zira. Ve aynı şekilde nasıl olur da
benim için vazgeçilmez olan ‘Creep’ parçasından kopayım. Zaten son
günlerde bana fazlaca uyuyor bu şarkı.
Şöyle ki; “But I’m a creep, I’m a weirdo!” ve “I want a perfect body, I want a perfect soul!”*Bence meali; ben rezaletim, berbatım, sümsüğüm, sürüngenim, tuhafım, acayibim, hasılı ucubeyim. Ayrıca mükemmel bir fizik ve mükemmel bir ruh istiyorum.
———————————————————————————————————————————————————————————-
*Oğuz Atay’ın efsanevi kitabı Tutunamayanlar’ın baş karakteri.
**Bu şarkıyı her dinleyişimde hikayesine kapılır ve hüzünlenirim. Solist henüz şöhret olmamışken, birine platonikçe vuruluyor, oysa kız için bunun bir önemi yoktur. Yanısıra solist kendini çok çirkin bulmaktadır. Ve bu acıklı hal bu harika parçayı oluşturur. Solist ünlü olur ve ben her defasında düşünürüm, o kız kim bilir ne çok ahu vah etmiştir de, dizini dövmüştür diye:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder