Çocuklu,
yanında yardımcısı, annesi, kayınvalidesi, teyzesi, halası, amcası,
dayısı ve komşusu, kısaca çocuğunu bir dakika dahi emanet edebileceği
kimsesi olmayan, 7 gün 24 saat çocuklarla haşır neşir olan, 7 yıl
boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar çocuklarından ayrılmış
olan, son bir yıldır da en fazla belki bir kaç kez çocuğunu kocasına
emanet edip dışarı çıkan, o da yalnız ve çok uzaklaşmadan (zira
yabancısı olduğum bir memlekette yalnız dışarı çıkmak da keyif
vermiyormuş), kocası ile başbaşa bir fincan kahve içmeyi bile uzak bir
hayal ve büyük bir lüks sayan, yetmedi bir de sağlı sollu gelen hayat
ataklarına karşı boğuşan bir anneye yapılacak en iyi yardım nedir?
Çocukları bana bırakın, demektir! Sadece bu!
İşte bunu
yapan biri var hayatımızda. İngilizce öğretmenimiz. Kendisinden Selim
için destek istediğimizde tanıştık. Aylar oldu, O Selim’e ders vermeyi
çoktan bıraktı, ara sıra bana ders vermeye devam ediyordu. Selim’den
yana fikrini almak isteyince halim ona ayan oldu sanırım. Ve ilk elden
evden çıkmam, biraz açılmam gerektiğini düşünüp bir Cumartesi çocukları
ona bırakmam yönünde ısrar etti. Doğrusu az İngilizce konuşmam burada
işe yaradı, zira son zamanlarda en basit soruda bile epeyce derine inen,
türlü opsiyonu gözümün önüne getiren komplike düşüncelerimin hızına
yetişmedi dilim ve basit cümleler sonunda evet dedim. Eğer ki dil
bilseydim tüm kuvvetimi sarmaldan sarmala atlayan düşüncelerime
vereceğimden büyük ihtimalle evet diyemezdim. Acaba evet dersem ayıp
olur mu, acaba kadıncağız ona dert anlatınca kendini mecbur mu saydı,
çocuklar durur mu, durtmazsa zavallı kadın perişan olur mu gibi…
Ve Cumartesi geldi.
.Önce şehrin en güzel mekanlarından birinde, Kelvingrove Müzesi’nde buluştuk. Buluşma öncesi kalabalık bu yerde park sorunu yaşadığımızdan epeyce gerilip hemen birbirimize sataşmaa başladık ama sonunda geç de olsa çocukları teslim etmeyi başardık.Ve ayrıldık çocuklardan. Epeyce garip duygularla. Zira 7/24 kesintisiz birarada yaşamaktan yekpare vücut halini alan ailemizle bu kopuş bize zannetiğimiz gibi haz değil aksine garip bir yoksunluk hissi veriyordu...
.Önce adı gibi minicik bir yer olan Little Cafe’ye gittik. Müzenin tam karşısındaydı bu kafe. Dolayısıyla bize çok iyi gelmişti; oturduğumuz yerden müzeyi görebiliyor, uzansak oraya ulaşacak gibi duruyor ve bir uzvumuz gibi olan çocuklara bunca yakın olmakla da iyi hissediyorduk.
Oturduk İ. ile. Çorbalarımızı içtik. Bu şehrin ve belki de ülkenin vazgeçilmezi çorbalar. Bunca yağmurlu ve soğuk yerde doğrusu harika gidiyorlar.
Oturduk İ. ile. Sessizce. Sessizliğin sesini dinliyorduk ama biraz da garipçe. Öyle ki yutkunarak içtik çorbalarımızı ayrılığa alışma evresinde.Oturduk ve hadi başka yere bakalım, dedik gide gide üzerimize çöken cesaretle.
.Hedefimiz daha önce görüp iç geçirdiğimiz ama çocuklarla gidip kıvranmaktansa, hiç gitmemeyi tercih ettiğimiz bir kafeydi. Buraya arabayla mı, yoksa yaya mı gidelim derken çoktandır yanlarından geçmek istediğim renkli dükkanları, kafeleri gördüm ve hadi yürüyelim, dedim. Zamanı yettirememek endişesi olmasa yürümek zaten tercihimizdi.
Yağmur hep yağıyordu. Yollar sisli ve buğuluydu. İ. ile aptallaşmış halde yola koyulduk. Eli elime değdi, tutayım mı tutmayayım mı bilemedim. Malum yıllar var ki çocuklardan, pusetten, valizden öte çantalardan gayrısını tutmadı ellerimiz. Bir ara acaba o tutmak istiyor mu deyip yeni yetme kız numaralarına da giriştim, şöyle elimi yanlışlıkla (!) eline değdirdim, baktım oralı olmuyor, vazgeçtim. İ. önde, ben arkada, her ne kadar fotoğraf makinem yoksa da yanımda, telefonumdan bol bol fotoğraf çektim.
.Şehrin en güzel alanlarından biri olan devasa Kelvingrove Park’ın bölen caddeden geçtik. Son derece karakteristik ağaçların arasından, parktan geçen nehirin üstünden, dallarla kaplı caddelerden ve ufak su göletleri ile bölünen kaldırımlardan geçtik. İ. önde, ben hep geride.
.Derken caddenin sonunda baharın habercisi bu güzelim ağaçlara denk getirildim. Eh burada da epeyce vakit kaybettim ya da bence kazandım diyelim. İ. nin bu duruma yorumu; seninle yürümek de çocuklarla yürümek kadar zormuş, şeklinde oldu. Haklıydı, adım başı ortadan kaybolan beni sürekli beklemek zorunda kalıyordu.
.Yolda yürürken küçük göletlere ilişip duruyordu gözlerim. Özellikle yağmur damlalarının üzerlerine düştüğü anda oluşan kusursuz halkalar ve bunların buğulanarak genişlemesi delice cezbediyordu beni. Durdum birinin tepesinde ve asıl o zaman düştüm cezbeye. Zira yol boyunca uzanan devasa ağaçların hemen altlarında yer alan bu minik göletlere düşen silüetleri harika bir manzara oluşturmuştu. Durdum, kendimle beraber bir fotoğrafını çektim, bir tane daha, doyamadım birkaç tane daha. Baktıkça karelere tutuştu içim, kanatlanacak denli heyecanlandım.“Dışarıdan bakana bu çamurlu suda ne yapıyor bu katana, dedirten manzara benim için harikalar dünyasına açılan kapıydı adeta.”İ. ye koştum seke seke, nefesim bile tutuktu bu karenin sevinciyle, hayatımın karesini yakaladım sanırım, dedim, baktı, vay canına, gören göz başkaymış, dedi. Eh, övgüsü pek az bir insandan duyduğum bu söz de başkaydı.Ah o kirli gölet meğer ne hazine saklamış içinde. Şükürler ettim açık ve gizli hazinelerin sahibine gene ve gene!
.Yollar, tarihi binalar geçtik. Çok sevdiğim renkli kapıların yanından geçtik. Bu şehirde ve dahi ülkede en sevdiklerimden biri, solgun ve boğuk havayı dağıtmak ve ortamı renklendirmek istercesine kapıların, dükkanların farklı ve canlı renklere boyanmış olması. Keşke her yerde böyle olsa dediğim ve çok sevdiğim birşey bu.
.Ve şehrin en iyi kahvesinin yapıldığı, Gurme kahvecisi; Artisan Roast Cafe‘ye geldik.
.Oturduk pencere önüne İ. ile. Tabii önce içerisine göz gezdirip de bir şöyle. İ. yerleştiğinde ben kaldım sırtım dönük kafeye, olmaz dedim bu böyle, benim etrafı görmem lazım ve yer değiştirdik alelacele. Seyretmek en büyük zevkim benim, seyrettim de nitekim.Buralarda en sevdiğim şeylerden biri bir kafeye genç yaşlı demeden herkesin rahatlıkla girebilmesi. Yani bu gördüğüm kafe aslında daha genç kesime hitap eder gibi, gelenlerin çoğu değişik sokak sanatçıları niteliğindeydi ama tam yanımda orta yaşını epeyce geçkin bir çift de vardı. İkisi de iyi giyimli ve etrafına ağzı açık ayran budalası gibi bakan bana sırıtmaktaydı.Bu sırada kahvelerimizi söyledik. İ. duble Espresso, ben Americano. Ve geldi kahveler. Çok mu çok sert. Bir kahvesever olan ben bile bu sertliğe sevinemedim ve bir kek bir kahve ile durumu idare etme yoluna gittim. İ. ise minicik bardağın dibine damıtılmış iki damla sözde duble espresso’yla kaldı öylece. Bunu da kendimize saçmalayacak ve gülünecek konu ilan ettik.
Sonra İ. ile acemi aşıklar gibi sohbet etmeye giriştik. Malum dışarda yağmur, içerde müzik ve kahve vardı. E sevgilim, daha daha nasılsın dedim, İ. de bana şaşkın, dedi, pek bir romantiktik hani:)
.Düşünmeden o gün giydiklerim de gençlik günlerimdeki gibiydi. Bir gün önce aldığım fuşya-mor arası kadife pantolonum, uzun hırkam hani aynaya bakmasam kendimi sahiden yeni yetme, terü taze bir genç kız sanabilirdim. Zayıf ve narin hem de. Neyse ki az önce bir dükkanın vitrininde epey irice cüssemle yüzleşmiştim:)
.İ. ile tadına doyulmaz romantik muhabbetimizden (!) sonra aman vakit kaybetmeyelim deyip yeniden yola düştük. Ben ağaçları, insanları ne varsa çekmekle bir ileri iki geri yürüyordum peşi sıra gene. Hem de bakmadan katana halime papatya toplayan kız sekişiyle.
Yaklaştıkça müzeye çocukların hasreti derince düştü içime. Adımlarım hızlandı. Lakin çocuklar öğretmenimizle birlikte eve gitmişti. Arabaya bindik ve evlerine gittik..
.Giderken bir demet lale almayı da ihmal etmedim.Malum laleler en sevdiklerim.
Gittik, çocuklar oturmuş sakince çizgi film izliyordu. Yanlarında çikolatalı kekler ve meyve suları ile mutlu mesut oturuyorlardı. Ne düşündüğüm gibi azgın ve ne de kuduruklardı. Tam aksine anne baba olmadan sakince oturan her çocuk gibi sakince oturuyorlardı. Bizi görünce sevindiler ama sanki çok da aldırmadan yemeklerine ve filmlerine devam ettiler. Anlaşılan bu kısa ayrılık onlara da iyi gelmişti. Ben zaten diyordum bu fazla birliktelik bizim kadar onları da boğuyor, onlar da bir başkasıyla olmaya ihtiyaç duyuyor diye.Derken Kerim yanıma geldi. Gözlerimin ta içine bakıyordu. Ben de ona baktım. Sanırım 15-20 saniye öylece gözlerimin içine baktı. Neredeyse doğumundan beri yanından hiç ayrılmadığım bu çocuk şimdi benimle gözleriyle konuşuyor ve buradasın, yanımdasın dercesine ve dahası iyice emin olmak istercesine kesintisiz bana bakıyordu. Ve benim içim eriyordu.
Sıcak
çaylarımızı içtik. Çocukları aldık ve eve dönüş yoluna girdik.
Kelvingrove Müzesi’ni geçtik, henüz kararmış havanın neon mavisi
renginde ışıklı yollardan ilerleyip evimize geldik.
Şükürler
olsun hepimize iyi gelen iyi bir gün geçirdik. Ve buna vesile olan
canım İngilizce öğretmenimiz de tahminimce büyük, çok büyük bir sevaba
girdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder