Bulunduğumuz
yerdeki Steiner/Waldorf Okulu*’na, okulun -open day- denen açık gününde
gitmiştik. Bir Cumartesi günüydü, öğretmenler, aileler, bir kısım
öğrenciler yanısıra okulu görmek isteyen bizim gibi ebeveynler vardı.
Aradığımız günün hemen ertesiydi bu açık gün ve sanki bize özel
düzenlenmişti. İ. bu durumu müdüre; ne güzel tesadüf, diye betimleyince
-tesadüf değil kader- deyivermişti müdür de. Kaderdi bence, zira dünyada
tek bir yaprağın kımıldaması bile tesadüf değilse bize olan da tesadüf
olamazdı elbette.
.
.
-Önce şunu
söyleyeyim: Bu okullar klasik eğitim sisteminden tamamen bağımsızlar.
Zaten bu yüzden Independent (bağımsız) olarak geçiyorlar. Bu fark sınıf
sisteminde dahi göze batıyor. İngiltere ve İskoçya’da; ilkokula başlama
yaşı 4,5 -5 iken burada 6,5-7 oluyor (Bizim eski sistemdeki gibi yani).
Okul öncesi (=Pre-school / Kindergarten) 6 ay-3 yaş, ilkokul
(=Elemantary School): 6,5 ve 7- 14, Lise (=Secondary School) : 14 ve
üzeri şeklinde sınıflar. Dolayısıyla bizi ilkin birinci sınıfa aldılar.
Gezimiz de buradan başladı:
-Okul
oldukça eski bir binadan ibaret. Sınıflar ve koridorlar eski. Sınıf
mevcudu 20′ye yakın. Masalar yarı çember olacak şekilde tahtaya dönük.
Kara tahtada, renkli tebeşirlerle çizilmiş muhteşem bir resim var. Tablo
gibi. Bakana; bunu silmeye nasıl kıyarlar, dedirtecek denli renkli ve
çok dikkat çekici. Tıpkı aşağıdaki örnekler gibi…
.
.
-Açık
dolap raflarında okunmaktan eskimiş bir çok masal kitabı var. Yanısıra
sepetler dolusu ağaç kütüğü, ipler, taşlar, halatlar, balmumundan
yapılmış figürler; kaplan, ejderha, kuş vesaire var.
-Sınıfın
içinde küçük bir mutfak tezgahı var; burada yıkanmış porselen bardaklar
vesaireler var. Duvarlarda çocukların yapmış olduğu resimler ve bu
resimlerde gökkuşağımsı renk katmanları var. Sınıfta hemen herşey
tahtadan, kağıttan ve doğal olandan. Bazı sepetlerin üstünde şeker
pembesi renginde kumaştan örtüler var.
-Masaların
üstüne konmuş; çocukların devasa resim defterleri var, öyle ki
masalardan taşıyorlar, bu defterlerde de sayısız resim var. Birinde ata
binmiş bir adam, birinde devasa bir ejderha var. Harikalar! Bazı
defterlerin sol taraflarında da el yazısıyla yazılmış hikayeler var.
-Sınıfta
bekleyen, sınıf öğretmeni var. Sınıfla birebir uyumlu, alabildiğine
doğal. Saçları kızılımsı ve toplu, ama öyle sımsıkı değil, kendiliğinden
dağılanlar var. Üstünde yeşil bir kazak, altında bileklerine dek uzanan
yeşil bir etek var. Sesi hep aynı tonda ve oldukça düşük, sesinin
ritmi de aynı şekilde. Anlatıyor; bıkmadan, usanmadan. Eşim epeyce
soruyor, sorguluyor, o hep anlatıyor. Öylece ayakta duruyor, elleri
bazen narince yapılanları işaret ediyor, bazen birbirine kenetleniyor,
ama hep anlatıyor.
-Sınıftaki
haftalık ders programına bakıyorum. Sabah atıştırma, ardından resim,
ardından yemek, ardından müzik, bir sonraki gün gene resim, oyun, ertesi
gün, dini hikayeler ve resim, müzik, el işleri, örgü, Fransızca ve
Almanca, coğrafya vesaire… Bu hep böyle. Bildiğimiz dersler yok, bunu
önceden bilmeme rağmen anlatılanlara şaşırıyorum ve alışageldiğimizin
dışında olan; bu yabancı sisteme bunca yakın olduğumdan sanırım
ürperiyorum.
-Derken
sınıfın duvarında asılı bir şiir görüyorum. Bir ağaca yazılan bir şiir.
Çocukların kendi elleriyle yazdığı. Ağaca, canlıya, canlılığa ve
yaratılana yapılmış bunca güzel güzellemeyi görünce içim ısınıyor,
gözlerim doluyor. İçimdeki ürperti geçiyor, iyi hissediyorum.
-Selim’le
vakit geçirmesinin iyi fikir olabileceğini söyleyip Selim’e hikaye
okumak istiyor öğretmen. Yaşadığı gerilimli öğretmen tecrübelerinden
sonra Selim bunu yapmak istemiyor ve öğretmen; kalmak ister misin
deyince, yüz kasları gergin, gözbebekleri büyümüş halde, biraz da itaat
etmek üzere evet diyor. Sonra oradan sakince ayrılıyor.
-Her sınıf
kapısının dışında portmanto nevinden bir bölüm var. Burada çocukların
oturması için tahtadan uzunca oturma yerleri, buranın altında toprağa
bulanmış çizmeler ve üstünde de asılı yağmurluklar var. Her birinin de
üstünde isimler var. Okuyorum; Heidi, Amelie, Ahmad, Zalda, hatta Kareem
bile var. Seviniyorum, zira anlıyorum ki burada tek tip öğrenci yok,
aksine büyük bir karma var. (Selim’in şimdiki okulunun aksine neredeyse
buranın yerlisi yok)
-Sınıfın
hemen bitişiğinde büyük bir oda var. Marangoz atölyesi gibi, kocaman
tezgahlar var. Yakından bakınca anlıyorum ki burada yünleri ip
yapıyorlar. Bu sınıftaki öğretmenin; elindeki örgüyü bırakıp; gelin,
gelin diyen karşılaması ve direkt anlatması var. Masanın birinde
öğrencilerin ellerinden çıkma sayısız örgü var. Ortalıkta doğal yünler
var.
-Beklerken
koridorda yanımızdan geçen bir çocuk var. Sapsarı saçlı, zayıf mı
zayıf, 9-10 yaşlarında. Bizi hiç yadırgamadan; Andrew, Andrew’u gördünüz
mü diyor, yok görmedik, biz Andrew’u bilmiyoruz, diyor Selim de aynı
doğallıkla ve daha önce tanışmışlar edasıyla.
-Ardından
siyahi bir çocuk çıkıyor aynı kapıdan. Lenny Kravitz, Bob Marley
bileşimi, devasa kabarık ve uzun saçlarıyla. Yüzünü görmüyorum, saçları
her yanını kaplıyor, gözünü bile. Kendini duvardan duvara atıyor, başta
ürkek bakıyorum, hasta mı acaba diyorum, bir de birşeyler anlatıyor,
sanki bir tiyatro oyunundaymış gibi, sanırsınız Macbeth’i oynuyor, sesi
bir yükseliyor, bir alçalıyor, merdivenlerden inerken duvarlara çarpmaya
devam ediyor ve sesi giderek azalırken gözden kayboluyor. Selim’le
birlikte hayretle izliyoruz. Ne ilginç çocuk diyor Selim, Kerim’le
birlikte öylece merdiven boşluğundan ondan kalan ize bakıyor.
.
.
-Derken
bir kadın geliyor, esmer ve başörtülü, bembeyaz irice dişleriyle bana
içtenlikle gülümseyip selam veriyor ve aynı kapıdan içeri giriyor.
Gülüşün sıcaklığı ve doğallığıyla ısınıyorum.
-Okulu
gezmeye başlıyoruz. Az önce çocukların çıkmış olduğu kapıdan içeri
giriyoruz. Bu kapıdan başka kapılara çıkılıyor. Kapının birinin ardından
sesler; biri keman çalıyor, biri piyano… Kocaman bir salona giriyoruz.
Birileri masa tenisi oynuyor, birileri dans eder halde dolanıyor. Bir
başka yerde birileri sohbet ediyor. Burası -Fame- filminden fırlamış
gibi diyorum, şaşkınlıkla izliyorum.
-Alt kata
iniyoruz. Tek oda, küçük, ama kocaman bir masa ve etrafında dolaplarla
çevrili duvarlar, duvarlar dolusu kitaplar var. Okulun kütüphanesi.
Sahaf dükkanı gibi, okunmuş, yaşanmış, yıpranmış eski kitapların
kokusunu içime çekiyorum.
.
Girişte karşıma çıkan, sevdiğim renklerin bileşimi bu güzel çizim
.
-En alt
kata iniyoruz. Girişe gene. Orada el emeği satılan ürünler var. Selim
renkli kalemlere atılıyor, o telaşta Kerim’e sataşmaktan geri durmuyor
ve kendi halinde yürüyen Kerim’e çelme durduk yerde takıyor. Kerim yere
yapışıyor. Bir anda yukarıda gördüğümüz sarı saçlı çocuğun sesi
duyuluyor; oov, iyi misin, iyi misin, diye Kerim’i kaldırmaya yelteniyor
ama birden dokunmaktan çekiniyor. Öyle yumuşak, öyle müşfik ki sesi
içimi ısıtıyor.
-Alt katta
devasa bir salon var. Burada çocukları olan anneler var. Hepsi bir
masada oturmuş, sıcak bir şekilde sohbet ediyorlar. Bu sohbette üç-dört
başörtülü kadın var. Biz mesafeli şekilde otururken masanın birine,
geliyor içlerinden biri; bir İskoç anne; hoşgeldiniz diyor. Anlatıyor;
bir oğlu buradan mezun olmuş. Şimdi çok seçkin bir akademide okuyormuş,
kızı da hala bu okuldaymış. Çok, çok memnunum diyor. Yanında küçük bir
oğlan çocuğu daha var. Aklımızdakileri soruyoruz, keyifle cevaplıyor. Bu
sırada çocuklar birşeyler yemek istiyor. Salona açılan mutfak
penceresinin hemen yanına kurulmuş bir masa var. Pankekler, muffinler,
çörekler ve -currant, berry- türü şeylerin meyve suyu var. Tabaklar
porselen, bardaklar cam. Plastik kullanmıyorlar. Çocuklar tabaklarına
alıyorlar istediklerinden, parayı uzatırken bu fazla deyip az bir
kısmını bağış kısmına attırıyorlar. Sonradan anlıyoruz ki bunların
hepsini hazır eden annelermiş meğerse.
-Biz
masada otururken ve annelerle konuşurken, çocuklar başta çekingen
durdukları bahçeye çıkıyorlar. Ben henüz İngilizce’de dinleme kısmını
aşıp da konuşma faslına geçemediğimden, durumu özetleyip, özür dileyip
masadan ayrılıyorum ve çocuklara bakmaya gidiyorum. Bahçe tahmin
ettiğimden küçük, yağmurdan oluşmuş göletler var, bu göletlere gönlünce
giren iki kız çocuğu var. Sağ tarafta da futbol oynayan büyük çocuklar
var. Kerim suya dalıyor, Selim çocukların arasına. Çocuklar sen
oynayamazsın demiyorlar, doğallıkla aralarına alıyorlar Selim’i. Bir
süre sonra Kerim de giriyor içlerine, oyunları bozuluyor, dışarı
çıkartmıyorlar, onun etrafından dolanıp oynuyorlar.
-Gidiyor
büyük çocuklar. Az önceki kabarık saçlı çocuk ve sarı saçlı çocuk
kalıyor. Selim’le oynamaya devam ediyorlar. Derken sarı saçlı çocuk da
gidiyor, geriye Selim ve kabarık saçlı çocuk kalıyor. Konuşmalardan
anlıyoruz ki az önce bahsi geçen Andrew bu kabarık saçlı çocukmuş.
Andrew ve Selim yumuşaklıkla, uyumla oynuyorlar. Ne Selim huysuzluk
yapıyor, ne de Andrew. (Bizim mahallede Selim ve arkadaşları arasında
çok kavga çıkıyor ve bu yüzden burdaki durum bana enteresan geliyor)
Selim’in konuşkanlığına aynı şekilde bıkmadan usanmadan katılıyor
Andrew, hem sorularını cevaplıyor, hem Selim’in bazen bozulmuş plak gibi
tekrar konuşmalarını yanıtsız bırakmıyor, illa ki bir tepki veriyor
(Gene mahallede Selim’e; bu çocuklar İngilizce bilmiyor mu yoksa,
hiçbirşeye cevap vermiyorlar diyecek kadar tepkisiz olduklarından
şaşıyorum), sabırla ve doğallıkla karşılık veriyor Andrew. Derken top
bahçeden yan binanın bahçesine uçuyor. Koşuyor Andrew, okul kapısından
çıkıp diğer bahçeye gidiyor, yüksek duvarlardan göremiyoruz ama sesi
geliyor; topu atacağım, dikkatli olun diyor, atıyor, geliyor Andrew,
Selim heyecanla; hey, nasıl gittin oraya, bana da gösterir misin, diyor,
Andrew, tabii, gel gidelim, deyip onunla bir kez daha yan bahçeye
gidiyor. Selim geldiğinde heyecandan gözleri parlıyor, Anne Andrew’la
gizli geçitten geçip arka bahçeye gittik, diyor. Ben içeri giriyorum.
Çocuklar dışarda kalıyor.
.
.
-İçerde İ.
annelerle sohbette:) Anlatıyor da anlatıyor anneler. Biri şunu ekliyor;
bu okulda aileler de iş başında. Devletten destek alınmadığı için iş
varsa biz koşturuyoruz. Mesela badana mı yapılacak, toplanıp bir hafta
sonu yapıyoruz. Yahut temizlik yapıyoruz. Kızım kindergarten’da ve her
hafta birşey yapıyorlar. Mesela bir gün ekmek, bir gün yulaflı ezme
vesaire. Hepimiz bir günün temizliğini aldık, misalen ben ekmekten
sonraki temizliği yapıyorum diyor. Ben biraz endişeleniyorum, zira
temizlikten baygınlık geçiriyorum:)
-Bir başka
anneyle konuşuyoruz; müslüman bir anne. Biz endişelerimizi anlatıyoruz,
hayır diyor anne, inançları farklı evet ama onları değil, öğretilerini
kullanıyorlar sadece. Ve devam ediyor: Benim çocuklarım burada normal
okulda olduklarından çok daha rahat. Yemeğe başlarken -bismillah-
diyorlar mesela, her dine karşı çok anlayışlı ve çok saygılılar. Kızım
devlet okuluna gidiyordu, tek yabancı oydu ve çok zorlanıyordu, buraya
geldik ve rahat ettik, çünkü hem dinini hem kimliğini yaşamasına saygı
duyuluyor diyor. Ardından bir başka müslüman anne, okulu anlatmalara
doyamıyor. İçim gene ısınıyor.
-Çocuklar
kan ter içinde kalana dek oynuyorlar ve nihayet ayrılıyorlar. Selim’in
feri sönmüş gözlerinin ışığı geri geliyor; Anne, Andrew benim en iyi
arkadaşım oldu, Harris’ten bile iyi diyor. (Harris okulundaki en iyi
arkadaşıydı; okulumu sevmiyorum ama Harris’ten de ayrılmak istemiyorum
diyordu:)
-Ardından
gezmeye devam ediyoruz gene. Biri karşılıyor bizi, burayı gördünüz mü
diyor. Takip ederken o birini mis gibi ekmek kokuları burnuma doluyor.
Büyük bir oda, muftak tezgahı, kokular, pembe mutfak önlüklü yetişkinler
görüyorum. Burası neresi, mutfak mı diyorum, değil burası Kindergarten
diyorlar. Burada en çok ekmek pişiriyorlarmış ve şimdi de gene fırında
daha önce ekmeklerini hazır eden çocukların ekmekleri pişiyormuş.
Tahta
merdiven gibi birşeyle tavanı yapılmış bir bölme var, çadırımsı, oranın
üstünü de şeker pembesi bir örtüyle kapamışlar. Çadırın yanında tahta
oyuncaklar, minderler var. Gördüğümüz iki şeker pembesi önlüklü yetişkin
öğretmenmiş. Gene bu iki öğretmenin de yüzünde şefkatli bir ifade var.
Hele biri; gözkapaklarının çukuru bile şefkatle şekillendirilmiş, tıpkı
anneminkiler gibi.. Alıp Selim ve Kerim’i minik el değirmeninin yanına
götürüyor biri. Önce buğdayları atıp minik elleri ile çeviriyorlar
değirmeni, telaşsız! Ardından hamur veriyorlar çocukların ellerine
oklavayla yoğuruyor çocuklar, onlarca dakika.. Öğretmenler yavaş,
alabildiğine… Ağır çekimde gibiler nerdeyse. Hani eli ğır ve yavaş
birini görür de insan, elinden almak ve bir an önce yapmak ister işi,
işte o şekilde ağırlardı. Sandalyeleri ağır ağır çekiyor, çocukları
sakince oturtuyorlar, arkada sıra mı olmuş, sakinliklerini hiç
bozmuyorlar, sanki insanüstü bir halle, sabırla hareket ediyorlar.
Çocuklar da yavaşlıyor hemen ardından, sakince işlerini yapıyorlar.
Derken Kerim değirmene geçiyor, bir başka çocuk geliyor, ikisi kolu iki
ters tarafa çevirmek için kapışıyor, ben kendimi müdahil olmamak için
tutuyorum, çokça, zira öğretmen ne yapacak merak ediyorum, o çocuğun
büyük abisi dayanmıyor, kardeşine müdahale ediyor ve öğretmen tam o
noktada karışıyor, abiye dönüp, bırakalım beraber çevirsinler diyor, ve
çocukların ters yöne giden ellerini, aynı yöne çeviriyor ve çocuklar
birlikte kolu çevirmeye başlıyor.
- Çocuklar
saatlerce Kindergarten’da duruyor, benim öylece durmaktan belime
sancılar giriyor. Oturuyorum, izliyorum… Çocuklar sakin ve gitmek
istemiyor. Bu sırada sarı saçlı çocuk geliyor, Selim’le un yapıp, hamur
yoğuruyorlar. Selim mutlu, çocuk alışık. Konuşa konuşa işlerini
yapıyorlar. Dayanamayıp soruyorum; -buradaki tüm çocuklar bu çocuk gibi
mi, ben onun haline bayıldım, diyorum. Öğretmen sakin; o benim çocuğum,
diyor. Yadırgamıyorum.
-Gitmemiz
gerek ama Selim gitmeye yanaşmıyor, ben burayı çok sevdim, güzel
arkadaşlar edindim, gitmeyelim diyor. Buraya gelirken başka okul
istemiyorum diyen Selim bu kez gitmek istemiyor. Kağıt veriyor göz
çukurları şefkat timsali öğretmen ellerine. Vermeden önce kağıdın sert
köşelerini yuvarlayacak şekilde kesiyor. Alıp boyaları, ucuyla değil,
yatırarak sürüyor, elleriyle ve renkler doygun doygun çıkıyor. Çocuklar
bir süre resim çiziyor. Selim son zamanların favorisi koca bir ejderha,
Kerim de kendince karalama.
-İ.
müdürle finansal kısımları konuşmaya gidiyor. İlginç bir listeyle
dönüyor. Tek bir fiyat yok, ailenin yıllık gelirine göre ayrılmış
ücretler var. Yani ne kadar az para alıyorsan o kadar az ücret ödemek
var. Ya da çok alıyorsan çok ödemek var. Ama herşeye rağmen duruma göre
esneklik de var. Bunu seviyorum. Parası olmayanın ya da burs alacak
kapasitesi (!) olmayanın giremediği özel okullardan olmamasından sebep
içim ısınıyor.
.
.
-Çıkıyoruz.
Selim arabaya binerken canlılığı geri gelen yüzüyle atılıyor; okulumu
çok sevdim, çok iyi arkadaşlar edindim. O kararını çoktan vermiş! Bense
şaşkın ve düşünceliyim.
Düşünüyorum,
gerçek miydi gördüklerim; yoksa bir zamanların çiçek çocuklarının
olduğu bir zaman tünelinde miydim? Biraz bohem, biraz hippi, çok
sevdiklerimden hani.
Düşünüyorum; toprağı, taşı, ağacı, onlarla kurulan yakın bağı, düşünüyorum; müziği, dansı.
Düşünüyorum; ucundan değil tastamam dokusuyla yapılan boyamaları, yünleri, örgüleri, halı dokumalarını…
Düşünüyorum; Andrew’u ve sarı saçlı çocuğu. Ve üzerinde bir damla gerginlik olmayan çocukları.
Düşünüyorum; isimleri yazılı çocukları, Heidi’yi, Amelie’yi, Zalda’yı…
Düşünüyorum; buğdayı, unu, ekmeği; düşünüyorum; emeği, sabrı ve ekmekle enfes buluşmayı…
Düşünüyorum; ağaca adanmış şiiri, kara tahtadaki enfes resmi, uzun yeşil etekli öğretmeni.
Düşünüyorum, aynı yöne çevrilen elleri, uyumu, yavaşlığı ve sakin olmayı…
Düşünüyorum; Selim’i ve dahi Kerim’i. Mutluluklarını, sakin coşkularını…
Düşünüyorum ve aptalca gülümsüyorum.
İ. ise her
zamanki gibi makul ve mantıklı. Konuşuyoruz, düşünüyoruz günlerce,
okuyoruz, araştırıyoruz.. Okudukça bunalıp bulanıyoruz. Okuyup
düşündükçe kaygılarımız artıyor. Okuldan çıkarken yüklendiğim ümit ve
aptal gülümseme yerini giderek endişeye bırakıyor… Neden mi, yazacağım…
————————————————————————————————————————————————————————–
*Steiner / Waldorf Eğitim Sistemi’ne
dair teorik ve derleme bilgileri bu yazıdan ayrı tutup sonraya sakladım.
Önce önyargısız okulu anlatmak istedim. Belki önce görüş, pratik, sonra
teori daha iyi gelebilir. Zaten ben de oraya giderken üç beş şeyden
fazlasını bilmemekteydim. Tüm bildiklerimi sonradan öğrendim ve iyi mi
ettim, kötü mü bilemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder