Melodiğim
yani Kerim; arada kaynayan, büyüğe gösterdiğimiz ihtimamdan yazık ki
gıdım nasibini almayan, kendi çabasıyla ayakta duran bu sebeple kendi
işini kendi görmeye meyilli, ama hem de biraz hırçın ve de becerikli bir
çocuk. Kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğunun bilincinde olan,
saf sandığım, takibini gözden kaçırdığım, küçük deyip çoğu şeyini
hafife ve basite aldığım ve özellikle şimdilerde çokça yanıldığımı
anladığım minik oğlum. Ne yapsa küçüktür deyip geçiştirdiğim, en basit
isteklerini bile dikkate almadığımı farkettiğim, ne doğru dürüst
oynadığım, Selim’deki gibi değil tüm günümü ayırdığım beş dakika mı bile
neredeyse özel olarak ona ayırmadığım can oğlum, canım oğlum; hem yaman
ve hem de gariban oğlum.
.
(Ayda’nın dediği gibi baştan -maşallah-ları alayım. Ödüm kopar oldu nazardan inanın)
.
Özellikle
şimdilerde altını çizerek, büyüterek koca koca sevmeye çalışıyorum onu.
Ya bu harika bebekliğin geçiyor olmasının farkına varmamdan, ya da
Kerim’in yoksunluk hissediyor olmasından korkmam ve bu yüzden göstere
göstere sevmem.
Orası,
burası, şurası derken, işler güçler yoğunken ve ben ancak en elzem
işlere yetişiyorken, üstüne üstlük 2 aydır yoğun biçimde Selim’e
odaklanmışken büyüyor ve şaşırtıyor beni. Ve ne yazık ki bu hal beni
çokça da acıtıyor. Gene dikkat edeyim derken çok şeyi kaçırmışım hissi
içimi yakıyor.
.
Selim’i okuldan almaya gittiğimiz birgün, Selim’in küçüklüğünün aksine Kerim’e hiçbirşey anlatmadığımın, onunla konuşmadığımın farkına varmıştım. Suskundu yollarda zaten Kerim. Bak ağaç, bak yaprak, dediğim o günden sonra bambaşka oldu Kerim. Neredeyse tüm yaprak düşüşlerini yakaladı, anlattı, nerede yaprak bulsa topladı, ona verdiklerimizi kıymetli bir hazine gibi sakladı, hasılı etrafına uyandı Kerim. Demek ki fıtratta farkındalık var ve azıcık bir uyarılma yetiyor ortaya çıkması için dedirtti bana bu olay. Geçen günlerin iç sızısından ise hiç bahsetmeyeceğim.
..
Gelelim diyaloglarına..
{8 ay öncesinde; 2 yaş Sendromunun zirve yaptığı günlerden}
Kerim: Anne ben su it-tiyouummm (istiyorum)
Anne: Al bakalım suyunu.
Kerim: Anne ben su it-temiyoum!
Anne: Tamam, içme o zaman!
Kerim: Ihhh, aaaağğhh (her türlü can sıkıcı nida) suyuuuun İt-tioouumm! ( suyumu istiyorum)
.
Trenle Edinburgh’a giderken …
.
Kerim: Anne ben tavuk yemek ittiouumm
Anne: Al yavrum tavuk.
Kerim: I – ıh ittemiooummm
Anne: Tamam, yeme o zaman!
Kerim: Ya da it-tiouum!
Anne: E, al o zaman tavuk!
Kerim: it-tiooummm , ittemiouuum , ittiooummm – ittemiouuum ( istiyorum – istemiyorum, istiyorum – istemiyorum)
.
Bulduğu bir dal parçasıyla: vurarım sanaaaa!
.
{6 ay öncesinden…}
Yemeğini
az önce bitirmişti. Birden masaya tükürdü ve bana döndü: Anne bu çok
kötü ve pis. Ardından bunu diyen kendi değilmiş gibi: Oynayabilir miyim
onla, dedi. Bazen sürekli hayır dediğimi farkedip, serbest bırakmaya
çalıştığım zamanlardı, hayır demedim. Oynadı. Sonra hoşuna gitmiş olmalı
ki bir daha tükürdü. Sonra geğirdi. Hasılı her türlü iğrençlik
içindeydi, ama annelik zırdelilik işte ne iğrenç geliyordu bana hali ve
ne de sevimsiz. Büyük bir merakla bu rezilliğin varacağı yeri merak
etmekteydim. Geğirirken çıkardığı sese; o neydi dedim. Cevap verdi:
Neydi o, o ses miydi yoksa hıçkırık mıydı?
Anladım ki o da bilmiyordu bu rezilliğin vardığı ve varacağı yeri ama eni konu tükürükle olan merakını gidermişti.
.
En büyük merakı: süperkahraman tişörtü, kostümü ve sırt çantası…
.
Melodiğim
adı boşuna değildir. Müziğe ilgisi bambaşkadır Kerim’in. Bebekliğinden
beri dehşetli ağlamaları sırasında dahi müzik açtığınızda ağlaması
kesilir nitekim. Bu yüzden şarkıları pek sever ve sık sık şarkı açmamızı
ister. Birgün bana sordu:
Kerim: Anne bana şarkı açar mısın?
Anne: ——–
Kerim: Anne bize arabaları açar mısın? (Cars filmini kastediyor)
Anne: Siz kimsiniz? deyip köşeye sıkıştırdığımı sandığım anda cevap verdi.
Kerim: İşte biz çocuklarız. (Tek başına oysa o sırada)
.
.
Playstation
oyunlarından birinde Kenji diye bir karakter var. Sportif bir Japon
karakteri. Pek beğeniyor kendisini. Zaten spora kesinlikle istidadı var.
Bilenler bilir; Kerim Selim’in aksine yürümeye ama bilhassa koşmaya pek
meraklıdır. Ki Central Park’ı neredeyse baştan başa koşmuştur, gen
Esma, Esra ve Münire bilir. Selim’i okuldan almaya giderken 15 dakikalık
yolu bıraksanız gidiş geliş 30 dakika koşabilir vesaire. Neyse gelelim
Kenji meselesine. Kerim için Kenji; Penji’dir. Evde gün boyu Penji olur,
oradan oraya koşturur, kılıçla düşmanları savuşturur vesaire.
Bir gün
bir baktım sağ eli ile sol elini kapıştırıyor. Ne yapıyorsun dedim. Sağ
elini göstererek; Anne bu iyi Penji, sol elini göstererek de; bu da kötü
Penji deyip, sağla solu ezdi geçti.
.
Pijamalarını giydirmeye yeltendiğim anda üstü hafifleyen ve direkt akşam koşusuna başlayan çocuk. Hem de şapkayla.
.
Gene Penji
karakteri ile özdeşleşen durumlar var. Bunun en büyük örneği de neden
bilmem üstünü ama en çok altını çıkarmak. Spor yapmak için yanıp tutuşan
bu çocuk, illa ki üstündekileri çıkarıp hafiflemek ve öylece hareket
etmek ister. Ve genellikle pantolonunu çıkarmak isterken şu şekilde rica
eder:
-Anne lütfen, biyazcık Penji oliimmmm…
Ya da açıkça söyler:
-Spor yapmak istiom, koşmak istiom, atlamak istiom, çıplak olmak istiom, spor kiafeti (kiyafeti) giymek istiom…
Spor
kıyafeti dediği de sonradan anladım ki şort, tişört değildir, mümkünse
sadece body, değilse body üstü tişörttür, alt yoktur ama neden bilmem
çorap vardır. Hele bir de sokakta koşacaksa mutlaka spor ayakkabısı
olmalıdır.
.
İşte bizim evde en sık rastladığımız görüntü: pijamanın evin bilumum köşelerinde ve hatta orta yerinde aceleyle çıkartılmış hali. İzleri takip edince spora başlamış bir çocuk görmek mümkün :)
.
Bu üç fotoğrafta da pek mutsuz, sebebi mi: üstü çok kalın, spor yapamıyor, gönlünce koşamıyor.
.
Tıpkı Spor
gibi dans etme sevdası da vardır. Hatta birgün Phantom of The Opera ile
saatlerce dans etmiştir. Ve öyle figürler eklemiştir ki Selim bile
kalakalmıştır. Anne bale yapıyor Kerim, diye. Videosunu koyabilsem
keşke:)
İşte bunu da rica eder gene:
-Anne bana şarkı açar mısın, dans etmek istioum.
.
Bisiklet ama en çok Scooter sevdalısı, çok iyi de kullanıyor doğrusu. Frene basıyor, manevra yapıyor, bıraksan pür sürat yokuş aşağı kendini korkusuzca bırakıyor ve arka mahalleden çıkıyor, -ready, steady, go- deyip kocaman çocuklarla yarışıyor, öyle ki 4-7-9 yaşlarındaki çocuklar kapıya gelip Kerim’i çağırıyor:)
.
Selim’i almaya giderken ….
.
Yol boyunca koşturup dinlenen küçük Melodik:)
.
Ben ona
kızdığım zaman çok eskiden suratını buruşturdu. Hatta bir gözünü kırpar
gibi yapar, uysal bir kedi gibi; başı hafifçe yana eğik, mazlum ve
mahzun bakışlarını atardı. Bense her seferinde içim giderek sarılırdım o
halini görünce. Sanırım bu haline aldırmadığım bir günde taktik
değiştirdi ve nereden edindiğini bilmediğim şu repliği edindi:
-Sen adam
sısın? adam sısın sen? (=Sen adam mısın , adam mısın sen?) Bunu ne zaman
dese kızgınlığı bırakıp bir kenara gülüyordum ben, sanırım niyeti
kızgınlıktan çıkıp gülmemi sağlamaktı ve bunu başarıyordu. Ama
çaresizliği pek acıklı geldiğinden gülüyordum genelde, kendini iyi
hissetmeye ihtiyacı var ve iyi hissetsin diye.
Şimdilerde
ise : -özüz dileyim anneeeeeee.. diye hemen salya sümük ağlıyor.
Yetmezse -ben biraz korktum senden- deyip kendini acındırıyor. Ve yeni
yeni de; anne bana kızmaaa, diye içli içli ağlıyor.
.
..
Kerim’in çok sıkıştığı bir anda patlak verdiği bir kelimesi var. Can havliyle ortaya çıkan.
Selim’e kızdığı bir gündü:
-Seni
eşek! (İtiraf etmeliyim bunu arada kullandığım oluyor ama sempatik
şekilde) Sana tekme vurarım, atarım kafana bunu. (O an eline ne
geçirirse, ki genelde arabalar oluyor elinde ve final:) O-kuuuz! (Öküz)
İşte aynen
yazıldığı gibi O-kuz diyerek hem de. Bu kelime evde zaman zaman zuhur
ediyor hatta bizler tarafından da kullanılıyor bu haliyle.
.
Tam buranın çocukları gibi Kerim. Oyuncaktan çok sokağa, parka, oyuna ve harekete düşkün. Cılız da onlar gibi. Sokakta koşmayı, yarışmayı, parklarda akrobatik hareketler yapmayı seviyor ve gene tıpkı buradaki çocuklar gibi futbola, topa düşkün…
.
{Şimdilerde…}
Neden
bilmem belli bir yaştan sonra yüksek sesten hiç hazzetmemeye başladı.
Elektrik süpürgesi dahi ödünü kopartıyor. Ama en beteri alarm sesinde
yaşanıyor. İlk geldiğimizde tek başına karanlıkta dahi aşağı inen çocuk,
şimdilerde herşeyden korkuyor. Bir şekilde yanlışlıkla aşağıya inmişse
yerinde kalakalıyor ve aşağıdan sesleniyor: anneeee, beni kucaına al,
biraz korkuooooomm… şayet yanına gitmemişseniz ses giderek yükseliyor
ama kesinlikle yerinden kımıldamıyor.
.
.
Müthiş bir
çığlık silahı var. Kendini kurtaran en büyük şeyin çığlık olduğunu
farkettiğinden sanırım, bu silahı çok fena kullanıyor. Özellikle Selim
onu sıkıştırdığında ve hatta sıkıştırmaya doğru adım attığında. Selim’in
2 aylık zor günlerinde türlü eziyetlerine maruz kalınca bu çığlıklar
iki kat, üç kat beyin kemirici idi.
.
Kaleme düşkünlüğünü daha önce de yazmıştım; bambaşka bir tutkusu var kaleme, kitaba, deftere.
.
Böyle de bir ritüeli var; uyurken illa ki yanına birşey alıyor. Bu en çok kitap ve araba oluyor. Bizim, onun farketmiyor, kitap olsun ona yetiyor. Ve kalkınca da uyuduğunu yanında istiyor yoksa gecenin bir yarısı ağlamaya başlıyor.
.
Anne bak helikopter yaptım. Ya da uçan daire yaptım:)
.
Bir sabah, saat 05.00 civarı ve gördüğüm
manzara: kitabı almış ve açık bıraktığımız merdivenlerin ışığından
istifade edip okuyor kitabını sessizce.
.
Selim dinozorlara meraklıydı. Kerim’de ise açık ve net Uzay merakı var. Küçüklüğünden beri uçan dairelerden bahseder hep, benzetmeler yapar. Ben de ilgisine mukabil yukarıdaki nevresimleri ve pijamaları aldım ona. Bayıldı hepsine. Böle bi-ssürü roketler var, uzay var, diye anlatıyor. Hatta Scooter’ına isim verdi: Ro-ket diye sesleniyor. (Abisi bisikletine Dişsiz diyor: Ejderhanı nasıl eğitirsinden esinlenerek).
Selim’i
okula bırakırken geçtyiğimiz bir dörtyol var. Ve burada sesli trafik
ışıkları var. Ne zaman karşıdan geçme zamanı gelse arabasının içinde
sekiz çiziyor adeta bedeniyle. Sol ayak sağ ayak yerinden çıkıyor,
eller uzuyor neymiş kung-fu yapıp arabalara tekme atıyormuş. Arabalar
tekma atarım sana, diyor bir de tüm kabalığıyla:)
.
Bayıldığım birşey var burada: saçlarını kaldırdığımızda tıpkı şimdiki gibi yüzüne yakın yerler sapsarı ortaya çıkıyor ve altın gibi parlıyor. Bırakınca saçları yeniden kumral oluyor:)
.
Hadi taşları diz dediğimizde ortaya çıkan manzara: ilginç değil mi? Koyular koyulara, açıklar açıklara.
.
İnanılmaz hafif bir uykusu var. Çıt deseniz uyanıyor. Misalen sabah yanıma geliyor ve ben o uyumuşsa hayalet gibi kalkıyorum yataktan ki uyanmasın. Genellikle uyanıyor, şayet uyanmamışsa da banyodan çıktığımda kapı önünde şu şekilde beklerken buluyorum onu.
.
Abinin yokluğunda ganimetlere konma hikayesi var bir de Kerim’in. Genellikle abinin oyuncaklarından ve materyallerinden mahrum edildiğinden ve kendine alınanlardan da hazzetmediğinden ve abi ne yapsa, ne kullansa ona meylettiğinden; abi okula gittiğinde gün doğuyor kendisine. Misalen: abinin kıymetli dürbünü ve ajan feneriyle keyfediyor gönlünce.
.
.
Beri yandan abi İngilizce çalışırken ve o okuldayken bir süre sonra sıkıntıdan ne yapacağını bilemiyor.
.
.
Gelelim Kerim’im engin mi engin(!) İngilizcesine;
İskoçya’ya
adım attığımızdan beri farkında buradaki insanların farklı
konuştuğunun. Otelde kalırken daha, yüksek taklit gücünün de etkisiyle
hiçbirşey diyemese de -hayyyyy (hi=merhaba)- diyordu gördüğü herkese.
Hem de pek kıvrak ve sevecen bir sesle. Derken
giderek kelime sayısını arttırdı: kam on (come on=hadi), lets go
(gidelim) gibi, tvden öğrendiği: hello, this is mine replikleri gibi..
ve bir de it’s…
.
Sanırım bazı cümleleri de böylesi aletlerden öğreniyor. Bakınız nasıl da ciddi. Uzun zaman benden bilgisayar istedi ve alınca da sanırım beğenmedi. Zira oyuncak gibi değil gerçekçi olana meraklı.
.
Misalen benim bilgisayarım çok kıymetli. Ben başındayken kapatır, değilsem böyle tahtıma kurulur.
.
Şu pişkinliğe ve memnuniyete bakın.
.
Neyse devam edeyim İngilizce’ye…
İlk
diyaloglarında temkinliydi; biri ona birşey sorduğunda başını sallar,
mütebessim bir ifadeyle en fazla -yes- derdi. Daha sonra
İngilizce-Türkçe karışımı denedi: Misalen kapıya gelen çocuklara
arabalarını gösterip; it’s araba, dedi. Ancak günü geldi bunun
yetmediğinin de farkına vardı ve o andan itibaren uyanık bir taktik
uygulamaya başladı. Şimdilerde İngilizce tek kelime ettiğinde biri,
düğmesine basılmış gibi Türkçe konuşmayı kesiyor ve bu taktiği
uyguluyor: kelimenin başına, ortasına ve sonuna İngilizce bildiklerinden
koyup gerisine Allah ne verdiyse, o an aklına ne tür bir hece geldiyse
ekliyor. Misalen;
Hi
(=merhaba), it’s gkjgjghhg ibi car (=araba) hffhgfhdffd mine (=benim)
gibi.. Ve karşıdaki de asla yadırgamıyor dediklerini. Hele çocuklar hiç
yadırgamıyor. Uzun süre izliyorum ben bazen bu halleri, çocuğun biri
yanaşıyor, oynayalım mı diyor mesela, bizimki ilkin tanışıyor; hello,
it’s Kerim deyip kendini işaretliyor, ondan sonra iki -it’s- üç geveleme
ardından bir ingilizce kelime ve en sonda kapanışa bildiklerinden bir
derme daha koyup muhabbet kuruyor ve yadırganmıyor. Hasılı küçükler illa
ki anlaşıyor, anlamayan büyükler de konuşmayı sökememiş sanıyor:)
,
Ama birden bir bakıyorsunuz ilk kez lolipop yediği bir gün: diylişıısss (delicious = çok lezzetli) da diyebiliyor.
.
Mahallede
sevdiği bir çocuk var. Selim’in arkadaşı. Ona bir isim taktı: Yes, pliz
(evet, lütfen) Şimdi ne zaman onu görse; Yes plizzz, yes plize gitcem
deyip sesleniyor.
.
Sevgili Yes Pliz dışarıda o içerideyken.
İçi gidiyor ama çıkartmıyorum zira alıp başını gidiyor. Bir başka
mahalleden toplamaktan yoruldum, korktum.
..
.Bu da market arabası. Hiçbir oyuncağıyla oynamadı bu arabayla oynadığı kadar. İçine sevdiği ne varsa doldurup götürüp getiriyor. Bazı akşamlar da sporunu bu arabayı hızlıca sürmek suretiyle yapıyor.
Fena halde yeni ayakkabı meraklısı.
..Selim yemeğe hiç düşkün değildi, ben cahillikle zorla yedire yedire büyüttüm çocuğun midesini. Varı yoğu oyundu Selim’in, oyun varsa hayatta aklına yemek gelmezdi. Kerim ise tam tersi. Karnını doyurmak en büyük önceliği. Sevdikleri de ekmek, çikolata en çok. Bu fotoğrafta da yarı aç, yarı tok uzunca süre uyuduktan sonra büyük bir açlıkla uyanmış ve ekmekle kendini kaybetmiş hali var.
Bu çizim en sevdiklerimden. Çocukların masum ve dosdoğru dünyalarından, büyüklerin anlayışsız, manasız ve sığ bakış açısından nadide bir örnek:
Kerim elinde kalem defteri çiziyor. Sonra her zamanki gibi defter ona kafi gelmiyor, Kerim çizmek için masaya geçiyor. Durumu geç de olsa farkediyorum ve gayri ihtiyari en abuk sorulardan birini soruyorum:
-Kerim, masayı neden çizdin?
-İşte masa kırmızı olsun diye.
Evet hepsi bu, beyaz masa renksiz gelmiştir Kerim’e:)
.
.Bu da efsanelerden biri. Bu çocuğun bu halle ne yapmak istediğine dair fikir almıştım. Çokça mevzusu geçti Instagram’da, Facebook ve Twitter’da. Çok da güzel cevaplar aldım. Ama biri çok etkiledi beni: Dilek yazmış: “Kerim kendine yeni bir araç icat etmiş:) gezgin ruhunuzun Kerim’de ki yansıması ama o eşyalarını sağlama almış, tecrübeli çocuk :)”malum bilenler bilir bizim eşya meselesini ve nakliye rezaletini.
Bu da Sevgili oğlumun el emeği göz nuru
yemeği… Bana ikram ediyor bir de utanmadan ilk lokmayı: Al anne, bunu
yemeye çalış, sana yemek getirdim diyor. Buyrun veda ederken siz de bir
tadına bakın!
..
(Fotoğrafların neredeyse tamamı Instagramdan.. zira telefonla anı yakalamak daha olası)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder