Bizim
mahallede bir ev var. Birkaç hane ötede ve karşı cephede. Ne zaman
yanından geçsem, ki her gün geçiyorum neredeyse, gayri ihtiyari
bakıyorum bu eve.
Nizami bir
dizilişin hakim olduğu bu ülkede, özellikle bitişik evler hep benziyor
birbirine. Bu yüzden bu ev belki birçoklarına göre yanındakilerden
farklı değilse de, benim için büyük farkla ayrılıyor diğerlerinden.
Üstelik içinde yaşayanları da bir kere dahi görmüş değilim, bu da iyi
birşey zira istediğim gibi fink atıyorum bu evin içinde ve bahçesinde
hayallerimde.
Bu evin
diğer tüm evler gibi minik bir ön bahçesi var. Bahçenin bitiminde eve
girişi sağlayan; ince demir trabzanlı, 5-6 basamaklı merdivenler,
merdivenin tepesinde ise karemsi bir genişlik ve bu genişliğe konmuş
küçük bir masa ve iki sandalye var. İşte benim için ilk fark; bu masa ve
sandalyeler. Zira burada ön bahçeye bir tabure dahi koyanı görmedim.
Oysa benim de böyle bir emelim var; ön bahçeye sallanan bir sandalye
koymak, çocuklar oynarken (ki arka bahçeye adım atmıyorlar ancak sokağa
çıkıyorlar) o sandalyede oturmak ve elime de kahvemi almak gibi… Neyse!
Gelelim
asıl farka. Bu bahçenin tam orta yerinde, o masayı arkada bırakacak
şekilde mükemmel bir zarafetle, estetikle duran minik bir Kızıl Akçaağaç
var. Kuru dalları bile çok zarifçe duruyorken bir de Sonbaharda
yüklendiği renklerle harikulade bir hale dönen bir ağaç. Üstelik bu ağaç
güneş gören cephede ve ne zaman İskoçya’nın parlak güneşi üstüne düşse,
o bordo yapraklar alev kırmızısı ile ateş kızılı bir renge dönüşüyor,
tarifi imkansız, hazzı büyük, lezzeti sonsuz bir şeye dönüşüyor. İşte o
güneşli günlerde içim gidiyor, eriyorum adeta.
Bu ağacın
fotoğrafı ne yazık ki burada yok. Zira bir komşunun evini izinsiz
çekmeye yanaşmadı gönlüm. Hele böylesi bir ağacı gergin ve kıytırık
çekmeyi hiç istemedim. Bu ağaca özenle, itinayla, edeple yaklaşmak
yaraşırdı, hırsız gibi fotoğraf kaçırmak bana ayıp ve rahatsız edici
geldi. Hayalim vardı, gidip izin isteyecektim, cümlelerimi dahi hazır
etmiştim, lakin tam o sıra Kerim makinamın hafıza kartını kaybetti, tam
yenisini hazır edip gardımı aldığımda ise ne göreyim, önceki gece çıkan
kuvvetli rüzgar silip süpürmüş güzelim yaprakların hepsini. Ağaç öylece
duruyordu kuru dalları ile ve kırmızı ve bordo yapraklarla doluydu cümle
mahalle.
Hüzünlendim.
Lakin Güzel Allah’ım buruk bırakmadı gönlümü ve bu ağacın benzerlerini
başka yerlerde de karşıma çıkardı. Tıpatıp aynısı değilse de türleri
aynıydı. İşte Dünyanın Renkleri ve Dünyanın Cümbüşü fikri bu ağaçla
başladı.
.
İşte
Bahsettiğim Kızıl Akçaağaç. (İnşaallah doğru öğrenmişimdir adını:))
Başka fotoğraflarını görmek isteyenler aşağılara baksınlar.
.Ve sanırım bu yazıyla veda ediyorum Sonbahar’a. Zira burada Kış var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder